Nurdan Gürbilek, “Türkiye’nin ruhu”, Virgül, Sayı 16, Şubat 1999
Türkiye'de solun denemeye doğru açılması ancak 80'lerde gerçekleşebildi. Bunun apaçık nedenlerinden biri, sözünü ettiğimiz politik ortamın devlet eliyle bastırılması sonucunda genel doğruların zayıf düşmesiydi. Buna bağlı olarak bir an önce doğruya varma yönündeki basınç azalmış, düşüncenin önünde bir deney alanı belirmiş gibiydi. Bir ikinci neden, solcuların dünya ile aralarına giren mesafeyi, her birinin başka başka biçimlerde yaşadığı, henüz kavramlarla tam açıklanamayan bu deneyimi anlamlandırma ihtiyacını hissetmeleriydi. Deneme, deneyimin içinde oyalanmaya imkân tanıyan yapısıyla bu ihtiyaca cevap veriyordu. Nitekim 80'lerin ikinci yarısından itibaren solcuların yazdıkları, solun bugünü ve geçmişiyle ilgili yazılarda genellikle bir deneme tonu görülür. Yine aynı yıllarda, içinde yaşanan kültürel ortam, gündelik hayat, siyasal kültür gibi o güne kadar ihmal edilmiş konularda yazılan eleştirel analizlerde de aynı ton vardır. Yazının ardında bir özne olduğunu hissettiren, yazıldığı ortamın çelişkilerini ve duygusunu aktaran, doğrularla kişisel yaşantı arasındaki gerilimden beslenen yazılardır bunlar. Aydın Uğur'un Keşfedilmemiş Kıta'sı (1991), Cezmi Ersöz'ün Aykırı Yazılar'ı (1991), Can Kozanoğlu'nun Cilalı İmaj Devri (1992), Mustafa Arslantunalı'nın Ay Çöreği (1992), daha geç bir örnek olmakla birlikte Mahmut Temizyürek'in Göçebe Buluşması (1996), Bülent Somay'ın geç yayımlanmasına rağmen çoğu 80'lerin ikinci yarısında yazılmış denemelerinden oluşan Geriye Kalan Devrimdir'i (1997) farklı konuları, farklı vurgularına rağmen bu çerçeve içinde değerlendirilebilir. Gündelik hayat, özel hayat, kültür, iktidar, hatta bizi bugüne getiren baskının kendisi: Bütün bunlar genel kuramsal doğruların zaten açıkladığı olgular olmaktan çıkmış, bu kez denemeci tarafından günlük deneyden hareketle açıklanmayı bekleyen alanlara dönüşmüştü.
Her şey bundan ibaret olsaydı, deneme hakkında umutla konuşabilir, bir baskı dönemi sayesinde de olsa denemenin önünde keşfedilmemiş bir kıtanın, geniş bir deney alanının açıldığını söyleyebilirdik. Oysa bir ara dönemdi o. Geldi, Türkiye'de solun ilgi alanını genişleten, dilini zenginleştiren ürünlerini verdi ve geçti. Bu arada Türkiye'de radikal bir değişim yaşanmıştı. Üzerinde düşünülmeye başlanan, içinde belli özgürleşme imkânları aranılan gündelik hayat, kültür, özel hayat gibi alanlar hızla sektörleşmiş; bir iş, bir kazanç alanı haline gelmişti. Bu değişim denemeyi de yakından ilgilendiriyor. Çünkü 80'lerden itibaren oluşmaya başlayan kültürel ortam başlangıçta tikel, kişisel ve öznel olana ifade imkânı sağlamış gibi görünse de, aslında bunların üzerinde yükselebileceği zemini -yani deneyimin kendisini- toptan yok etmeye yönelmişti. Bir başka deyişle deneme tam da bireyselliği, özerk bir kültür alanını, tekil bir deneyimi keşfettiğini sandığı anda, aslında bu alanı büsbütün yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Kültürün endüstrileşmesi, kitle iletişim araçlarının o zamana kadar özerkliğini koruyan birçok alana nüfuz etmesiyle özel alan özelliğini yitirmiş, birey acenteler tarafından kuşatılmış, bireysel deneyimin kendisi bir tüketim alanına dönüşmüştü. (80'lerde kullanılmaya başlanan, bireyselliğin beslenebileceği bir alanmış gibi duran "yaşama kültürü" lafı örneğin, bugün ne kadar da bir mobilya mağazasının reklam spotunu andırıyor.)
Deneme 90'lara bu koşullarda girdi. Ona gücünü veren şeyi, deneyimi yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı; diğer yandan önünde yeni bir alan, yeni bir mecra açılmıştı: Günlük gazeteler. Eski tip köşe yazarının kulağa fazla ciddi, fazla hamasi, fazla Kemalist geldiği, habercilikte yansızlık ve nesnellik ideallerinin gözden düştüğü, reklamcılığın da etkisiyle haber söyleminin edebiyata öykündüğü bir ortamda gazeteler, onların haftalık ekleri, haftalık dergiler, onların aylık ekleri, piyasaya çıkan yığınla kadın, erkek, aile, kültür, edebiyat dergisi kendi içlerinde denemeye yer açtılar. Denemenin 80'lerde keşfettiği alanları onlar da keşfetmişlerdi. Yeni bir döneme girilmiş; yeni ihtiyaçları olan, aktarılması epey zaman alan deneyimdense hızla bir "yaşama kültürü" edinmek isteyen, ısrarla "ben" diye konuşan, kendisine de böyle seslenilmesini isteyen yeni bir okur tipi ortaya çıkmıştı. Sonunda, günün dilini yakalayabilmek için haber sunucuları bile iyi kötü bir deneme tonu tutturmaya çalıştılar. Deneme diyorsam, denemeyi andırdığı, orada duyduğumuz bir ses tonunu (elbette başka bir şeye dönüştürerek) çoğalttığı için. Yoksa karşımızdaki, elindeki fırsatı çoktan kaçırmış bir öznellikten, kurgulanmış bir samimiyetten, bireyden söz ederken tam da en kaba toplumsal yasalara, kişisellikten söz ederken tam da markalara teslim olmuş, daha iyimser bir ifadeyle söylersek, en azından bu tehlikeden habersiz bir ses tonuydu. Öznelliği mutlak bir dayanakmış gibi önümüze süren insanların, sonunda herkesi bıktıran teklifsiz, harbi, dobra dilinde farkettiğimiz, aslında epey acıklı bir şeydi: Bireyselliğin tam da keşfedildiği anda, tam da keşfedildiği için kendini iptal etmesi.
Yıldırım Türker'in Radikal 2'de çıkan, şimdi Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor adlı kitapta topladığı denemeleri böyle bir ortamda, böyle bir mecrada, kulakları bu ses tonuna alışmış insanların önüne geldi. Birkaç bakımdan farklıydılar. Birincisi, Türker politik denemeler yazıyordu. Bir başka deyişle, kaba toplumsal yasaların tehdidi altındaki denemeyi tam da kabalığa, uzun zamandır unuttuğu, girmeye çekindiği bir alana, doğrudan siyasete açıyordu. Siyasetin fazlasıyla gerçekçi bir tutumla kanıksandığı ya da siyaset sahnesini fazla iyi tanıyan, dolayısıyla da ona dışardan bakma yeteneğini yitirmiş gazetecilerin içerden sızdırdığı bilgiler sayesinde bir polisiye gibi izlendiği bir ortamda, siyasete sırt çevirmeden ama aynı zamanda kuliste de kaybolmadan yazıyordu. İkincisi, bir süredir bu ülkede siyasi bakışın gereğiymiş gibi kabul edilen; toplumu devlete, devleti topluma yaslanarak eleştirme zihniyetinin dışına çıkıyor, devlet eliyle örgütlenmiş kötülüğü de toplumsal olarak örgütlenmiş aptallığı da aynı keskin dille eleştirebiliyordu. Yani birçok insan gibi bu siyasetin bir enkaz olduğunu söylemekle kalmıyor, aynı zamanda toplumun bir yalan olduğunu da söylüyordu. Üçüncüsü (bu yazıları deneme yapan da bu sanırım), yazının ardındaki kişiyi, denemelerinin konusunu oluşturan kabalıktan etkilenen özneyi, arkada kımıldayan duyguları (kızgınlığı, hatta hıncı, umudu, hatta umutsuzluğu), oradaki mizacı hissettirmesine rağmen, son zamanlarda moda olduğu gibi duygunun ya da mizacın kendisini bir politik tercih, bir ahlâkî önerme ya da bir özgürlük alanı olarak önümüze sürmüyor, kendinden başka dayanağı olmayan bir öznelliğin içinden konuşmuyordu. Ama, tersini de yapmıyordu: Her şeyi çoktan açıklayan kavramlarla konuşmuyor, ne kadar kaba yasalarla yönetilirse yönetilsin siyaseti yeniden bir deney alanı olarak tarif edebiliyordu. Tirajı düşük bir dergide, Express'te çıktığı için ancak sınırlı bir okura ulaşan, Gözaltında Kayıp: Onu Unutma adıyla kitaplaştırılan yazılarında da vardı bu. Gözaltında kaybolan insanlar bir rakamdan, sadece bir kavramdan, ölüm ilanlarındaki tuhaf acılı belagatten ibaret kalmasınlar, yalnızca bir kavganın aleti olmasınlar diye önce kendisine, sonra okuruna oradaki hayat hikâyesini hatırlatıyordu.
Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor, alt başlığının da belirttiği gibi Türk siyasal kültürüne damgasını vurmuş kişilerin portrelerinden oluşuyor. Türker, sanırım bir bütünlük kaygısıyla Radikal 2'de çıkan yazılarının hepsini değil, yalnızca portreleri almış bu kitaba. Kitabın başlığının güncelliği ve Metis Yayınları'nın Güncel "Siyahbeyaz" dizisinden çıkmış olması okuru yanıltabilir. Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor yalnızca yakın dönemde Türk siyaset sahnesinde yükselmiş simalarla ilgili bir kitap değil. Bu var; ama bundan birkaç yıl sonra adını bile unutacağımız kişilerle (Eyüp Aşık'la, Güneş Taner'le, Yekta Güngör Özden'le, Vural Savaş'la, Meral Akşener'le de) ilgili bu kitabı önemli kılan, Türkiye'de siyasal kültürün nasıl kurulduğunu, hangi toplumsal mitlerin yardımıyla ayakta kalabildiğini, insanlarda nasıl bir ruhsal içeriği harekete geçirdiğini inceleyen bir siyasi imgeler tarihi; Türkleri Türk, Türkiye'yi Türkiye yapan millî ruhun analizi olması.
Oğuz Atay Günlük'te bir yerde "Türkiye'nin Ruhu"ndan söz eder. Yazmayı tasarladığı üç bölümlük bir romandır bu; taslağı çıkarılmış, bazı notları alınmış ama gerçekleştirilememiştir.Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor'u okurken bu ruhun siyasal, toplumsal ve kültürel katmanlarının bu kez bir politik denemeler kitabında yavaş yavaş şekillendiğini görürüz. Atay'ın deyişiyle "çocuk kalmış bir milletin", Türker'in deyişiyle "çocukluğun yaşanacağı atmosferin yok edildiği" bir kültürün ortak belleğine kazınmış imago'ların, oradaki ebeveyn resimlerinin, toplum olarak maruz kaldığımız, bir biçimde içselleştirdiğimiz bu imgelerin analizine, bunların hayatımızdaki duygu karşılıklarına ayırmıştır Türker bu yazıları. Türkiye'in Ruhu: Orada Demirel baba, Çiller bacı, köy kökenli tonton baba Özal, kadri bilinmemiş hırçın ebeveyn Ecevit, taşralı sert hala Işılay Saygın, şen şatır komşu kadın İmren Aykut vardır. Yine orada paşa babalar, polis ağabeyler, Avrupa'da okumuş yeğenler, olanca pişkinliğiyle komşu teyzeler, başöğretmenler, ortaokul coğrafya öğretmenleri vardır. Kemalettin Tuğcu'nun romanlarının, gazete manşetlerinin, Yeşilçam filmlerinin ürettiği, belleklerimizde sırasını bekleyen sayısız imge (Keriman Halis'ler, Hasan Mutlucan'lar, Ayşecik'ler, Suzan Avcı'lar, Belgin Doruk'lar, Kenan Pars'lar, Zeki Müren'ler) vardır. Yine orada Kahraman Bakkal süpermarkete karşı, taşralı zengin işadamıyla evlenmek zorunda kalan İstanbullu iyi aile kızı, iyi polis kötü polis mitleri, inşaat işçisinden yıldız yaratan uyanık menajer masalı ya da erkek Fatmalık sendromu vardır. Yeri gelince Anadolu çocukluğuyla övünen, yeri gelince hödük köylülüğe karşı Batılılığa sığınan bir halk vardır. Yıldırım Türker'in yazılarını, kitabın başlığının ima ettiği güncelliğin ötesine taşıyan da, bazen apaçık bir yalana dönüşen bütün bu toplumsal mitlerin siyasal kültürün kurulmasında nasıl bir rol oynadığını gösteriyor olması.
Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor'daki portreleri deneme yapan bir başka özellik, orada siyasi-toplumsal figürlerin yalnızca bir programın uygulayıcıları olarak değil, aynı zamanda birer biçim, birer kip, dahası birer surat olarak ele alınmış olması. Türker bu insanların yalnızca yaptıklarına, yalnızca söylediklerine değil, aynı zamanda konuşma tarzına, yüz ifadesine, kılık kıyafetine, hatta gülme tarzına da dikkatle bakıyor. Orada, kavramlarla tam açıklanamayacak bu ayrıntılarda, bu insanları iktidar yapan erkin ipuçlarını, yani kişisel olanla kurumsal olan arasındaki bağları görüyor. Yine bu imgelerde, bir toplumun kendisini cezalandırma isteğini, bu yönde yaptığı tercihi görüyor. Ama bu imgeler tarihinin gücü, imgenin yırtıldığı yeri de sonunda okuruna göstermesidir. O yırtıktan bu kez olağanüstü hal uygulamaları, gözaltında kaybedilenler, kimsesizler mezarlığına gömülen insanlar, tinerci çocuklar, yani Konuşan Türkiye'nin konuşamayanlar üzerindeki tahakkümü görünür. Kitabın en çarpıcı yazıları Eyüp Aşık, Güneş Taner, Vural Savaş gibi kısa ömürlü şahsiyetlerle değil; Demirel gibi, Ecevit, Özal, Zeki Müren gibi bu milletin yıllardır maruz kaldığı imgelerle ilgili olanları: "Benim Babam Değil", "Paslı Anahtar", "Anıt Mezarın Sırrı", "Toplumun Riya Aynası", "Refahyol'un Evlilik Cüzdanı", bir de Mehmet Ağar'ın portresi "Başkomiser Dimdik Ayakta."
Pazar sabahları önümüze gelen bu yazıların birçok insan için önemi, bazı şeylerin yapılabileceğini göstermesiydi sanırım. Öncelikle, sömürüden, baskıdan, haksızlıktan söz etmenin demode sayıldığı, daha kötüsü yalan gibi göründüğü, enayilikle, geri kalmışlıkla, beyhude bir retorikle eş tutulduğu bir ortamda, doğru bir mantık ve iyi bir dille bunlardan söz edilebiliyor; alttan almadan, özür dilemeden, sözü yumuşatmadan konuşulabiliyordu. İkincisi, pekâlâ bugün için bir çözüm önermeden de politik yazılar yazılabiliyordu. Üçüncüsü, yukarıda sözünü ettiğimiz basınçların kendisi de denemenin nesnesi haline getirildiğinde; sıkıştırıldığı dar alanda, bir gazete sayfasında, haftalık bir tempoyla da olsa deneme ayakta kalabiliyordu.
Yıldırım Türker Gözaltında Kayıp: Onu Unutma'dan farklı olarak bu kitapta denemenin bütün imkânlarını (deneyimi, içe bakışı, gözlem gücünü, esnek bir üslûbu, mizacı) saf kötülükle, düz, çıplak, örgütlü kötülükle savaşmak için seferber etmiş. Tehlike yok mu? Tehlike hep var. Kötü aile komedileri yorar insanı. Gürültü, konuşmasını bozar. Haksızlık, suç ortaklığına çağırır. Zulüm, zalimleştirir. Konusunun kabalığı, konuşanı da kabalaştırır. Denemeciler hep korkmuştur bundan; çoğu denemenin kabalığın orta yerinde değil, kıyısında yazılmış olması biraz bundandır. Türker'in yazılarında da var bu sezgi; Güneş Taner'i ya da Özer Uçuran Çiller gibi sıkıcı birini, hatta düpedüz yalanı, üzerine yazı yazacak kadar ciddiye alıyor olmak onun da canını sıkıyor olmalı. Ama şu da var: Kabalık yokmuş gibi davranmak, tam da en incelikli konularla uğraştığını sandığı anda, insanı daha da kabalaştırır.
Yıldırım Türker'in yazıları yalnızca denemenin bu açmazını kaydettiği için değil, yalnızca denemeyi son yıllarda yakalandığı "samimiyet buhranı"nın dışına çıkardığı için de değil, aynı zamanda sol denemenin 80'lerden bu yana benimsediği yas kipinin aşılabileceğini gösterdiği için de önemli bence. Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor'u bir başka şairin, Cemal Süreya'nın on yıl kadar önce yazdığı, ölümünden sonra 99 Yüz adlı kitapta toplanan "şemsiye"li denemeleriyle birlikte okuyun: Türkiye'yi Türkiye, Türkleri Türk yapan ruhu daha iyi anlayacaksınız.