Müge Gürsoy Sökmen, "Düşmanlığın düşmanını yitirdik", Radikal Kitap Eki, 3 Ekim 2003
"Bu kadar ayrıksı, bu kadar özel şeyleri ... ancak egemen sınıfça bilinen bir dilde söyleyebilirdim, 'işkencecilerim' dediğim kişiler beni işitmeliydiler. Dolayısıyla, onlara kendi dillerinde saldırmak gerekiyordu."(1)
Ama kimdi Edward Said için düşman? "Mısır'da okula giden, İngiliz önadlı (doğduğu yıl olan 1935'te annesi Galler prensine hayranmış), Amerikan pasaportlu ve kesin hiçbir kimliği olmayan bir Filistinli"ydi Said.(2) Kudüs'te doğan, 1948'de ailesiyle birlikte Mısır'a iltica eden, elit sömürge okullarında ileride Ürdün Kralı Hüseyin, Ömer Şerif olarak tanıyacağımız kişilerle okuyan ve okulda sadece İngilizce konuşmaya zorlanan Said, daha gençlik yıllarında iki dünya arasında bölünmüştü: "Anadilim olan Arapça ile okul dilim olan İngilizce ayrılmaz biçimde iç içe girmişti. Hangisinin ilk dilim olduğunu hiçbir zaman bilemedim ve her ikisinde de rüya görmeme rağmen ikisinde de kendimi tam anlamıyla evimde hissetmedim." 1951'de ABD'ye okumaya gönderildiğinde hayatı hiç kolaylaşmadı. Okulda büyük başarı gösterdiği halde mezuniyet töreninde ona konuşma yaptırılmadı, hatta Columbia Üniversitesi'nde ders vermeye başladıktan bir süre sonra, işe alınırken bölümdekilere "'İskenderiyeli bir Yahudi' olarak sunulduğunu"(3) öğrendi...
Sürgünü düşünmek ve yaşamak
"Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. ... Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır..."(4)
Edward Said, kendi 'sürgünlüğü'nün hüznünü ömrü boyunca taşısa da, bunu hem kendisi hem de tüm dünya için bir değere, bir artıya dönüştürmeyi bilmişti. Filistin davasının yılmaz savunucusu olmasını sağlayan şeyin altında da bu hüzünden bir pay vardı. Geçmiş özlemi değildi bu, daha ziyade Paul A. Bové'nin söylediği gibi, "Walter Benjamin'de de olduğu gibi, tarihin çiğnenerek yok edilmiş değerlerine sıradanın üzerinde bir bağlılık"tı, öyle ki Said "bu ayaklar altına alınmış tarihi doğru zamanlarda hatırlayabilir ve ondan doğru şekillerde bahsedebilirsek, kendi olgunluktan uzak, hatta acımasız uygarlıklarımızı da kurtarma imkânımız olacağına"(5) inanıyordu sanki. Nitekim 1996'da İstanbul'a geldiğinde kendisiyle Defter dergisi için yaptığımız söyleşide, "Benjamin'in tarihin muzafferlerin tarihi olduğu yolunda harika bir cümlesi vardı; tarihçinin görevi, bu muzaffer resmi geçidin daima kurbanların çökertilmiş gövdeleri üzerinde yapıldığını hatırlamaktır. Bu duyarlığa sahip olmanız gerekir. Bu yüzden anlatı ve kimlik, hiç değilse benim için, hiçbir zaman istikrarlı bir şey olmadı; çünkü bunların içine kısılıp kalabilirsiniz, aygıtın bir yaratığı haline dönebilirsiniz. Çünkü kimlik ve anlatı tabii ki, hükümet için, toplumsal yetke için, devletin siyasal iktidarı için merkezi bir rol oynuyor," demişti.(6)
Kimlik politikalarının sınırlılığını çok iyi bilen Said, söyleşimizde üzerine basa basa "Sorun olan evrensel ilkelerin yokluğu..." diyordu: "Evrenselcilik bence mümkün ama teorik bir evrenselcilik değil, [çünkü] toplumun işleyişiyle ilgili genel yasalar icat edebileceğimizi sanmıyorum. Evrenselciliğin temelinde insan davranışlarına ve hükümetlerin bireylere karşı nasıl davranabileceğine dair bazı asgari normlar olmalı." Dolayısıyla, Sol'u hep genel ilkelerden hareket ettiği için eleştiren, şimdi Sol'un önündeki en önemli görevin "durumun yerelden başlayıp genele giden akılcı bir çözümlemesini yapmak" olduğunu söyleyen Said, bununla birlikte "yerel pratikleri meşrulaştırmak uğruna evrensel davranış yasa ya da ilkelerini askıya alma"nın tehlikelerine dikkat çekiyordu: "Aydınların asıl işi varolan normları sorgulamaktır. Ulusal kimlik mücadelesinin dışında durmanız gerekir. ... Ulusal anlatı tezi bir kez yerli yerine oturduğunda aydının işi onu sorgulamak ve orada çatışan tarihler, tarihin bastırdığı, tarihte yitirilen hakkında sorular sormaktır."(7)
Dolayısıyla, sık sık yanlış anlaşıldığı gibi Arap milliyetçiliği, İslam hayranlığı, ya da herhangi bir kimlik politikası değildi Said'i yönlendiren:
"Kültürlerarası diyalog ve insanların bir arada yaşamasından yanayım: Yazdığım ve uğruna mücadele ettiğim her şey bu amaca hizmet eder. Ama gerçek bir diyalog olabilmesi için önce gerçek ilkelerin ve gerçek adaletin yerleştirilmesi gerekir."(8)
Şarkiyatçılığı yeniden çevirdik
Bu yüzden Şarkiyatçılık'ın kâh Batı aleyhtarı bir kitap, kâh Müslüman köktendinciliğinin destekçisi olarak algılanmasından büyük rahatsızlık duyuyordu, hatta yeni basımlarına özel bir bölüm eklemiş, Türkiye'deki çevirisinin yanlı ve eksik olduğunu düşündüğünden bizden kitabını yeniden çevirtip basmamızı istemişti. Biz de istediğini gerçekleştirerek 1999'da Berna Ülner'in çevirisiyle bastık Şarkiyatçılık'ı. Bu kitapta yer alan, 1995 yılında yazmış olduğu Sonsöz'de "Yazarı da savları da açıkça özcülük karşıtı, Şark ile Garp gibi tüm kategorik adlandırmalar karşısında had safhada kuşkucu, Şark ile İslam'ı savunmamaya", hatta tartışmamaya büyük özen gösteren bir kitaba ilişkin bu karikatürvari yorumlar karşısında ne diyeceğini bilemiyor insan. Şarkiyatçılık Arap dünyasında, İslam ile Araplara ilişkin sistematik bir savunma olarak okundu. ... Aslında kitabın en başlarında bunun da ötesine geçerek, 'Şark' ile 'Garp' gibi sözcüklerin bir doğa olgusu gibi var olan sabit bir gerçekliğe tekabül etmediğini belirtiyorum. ... Vico'nun da bize öğrettiği gibi, insanlık tarihi insanlar tarafından oluşturulmuştur. Nasıl toprakların idaresini ele geçirme mücadelesi bu tarihin bir parçasıysa, tarihsel ve toplumsal anlam üzerindeki mücadele de bu tarihin bir parçasıdır. Eleştirel araştırmacının görevi, mücadeleleri birbirinden ayırmak değil, ilkinin ezici maddiliği ile diğerinin görünüşte dünyadan kopuk incelmişlikleri arasındaki karşıtlığa rağmen bunları bağlantılandırmaktır. ... Garp-karşısında-Şark karşıtlığı hem yanıltıcıdır hem de kesinlikle istenecek bir şey değildir. ... Birçok okurun kitabı yabancı düşmanlığına, saldırgan, ırkçı bir milliyetçiliğe değil, sonraları çokkültürlülük diye adlandırılacak olan şeye ilişkin gerçekler üzerinde duran bir kitap olarak görmüş olması mutlu ediyor beni," diyordu.(9)
Güncel politikadan kopmadı
Dünyanın kötülüklerine gözlerini kapamadığı halde umudunu hiç yitirmemesi, bizlere bıraktığı en önemli derslerden biri bence. Kuramla uğraşırken pratikten ve güncel politikadan hiç kopmadı. Edebiyat ve müzikle yakın ilişkisi, bu dünyaların gücünü siyaset alanına taşımasını sağladı. Ödün vermez ve kararlı olmanın incelikli ve zarif olmakla çelişmediğini gösterdi bize. Ak-kara, Doğu-Batı, Müslüman-Hıristiyan ayrımlarının, düşmanlığın düşmanıydı Edward Said. Şarkiyatçılık'ın son satırları açıkça gösteriyor bunu: "Bir kültürel, siyasal görüngü olarak şarkiyatçılığa duyduğum ilginin başlangıç nedeni olan husumetler, haksızlıklar hâlâ var olsa da, artık hiç değilse bunların ezeli-ebedi bir düzeni değil, sonu ya da en azından kısmen hafiflemesi yakın olan tarihsel bir deneyimi temsil ettikleri yolunda bir genel kabul de var. Düşünce üzerindeki, insan ilişkileri üzerindeki emperyalizm zincirlerinin etkisini azaltmaya yönelmiş yoğun, yeni bir yorumlama biçimi[nin] ve olaylarla dolu son on beş yılın sağladığı mesafeden dönüp bakıldığında, şarkiyatçılık, hiç değilse, 'Batı' ile 'Doğu'da birlikte süren mücadelede açıkça saf tutma erdemine sahip oldu."(10)
Ölümüyle "Arap dünyasının çok şey kaybettiğine" katılmıyorum. Daha iyi bir dünya özleminde olan herkes çok şey kaybetti. Said belki 'dört başı mamur' aydınlar kuşağının son temsilcilerindendi; bize düşen yeni Said'ler aramak yerine onun dikkatimize sunduklarını ciddiye almak ve anısını daha adil bir dünyayı hep birlikte kurmaya çalışarak yaşatmak.
Notlar
(1) Jean Genet, Açık Düşman, çev. Sosi Dolanoğlu, Metis, 1994, s. 208. Yukarı
(2) E. Said, "Dünyalar Arasında", Kış Ruhu, çev. Tuncay Birkan, Metis, 2000, s. 16 vd. Yukarı
(3) a.g.e., s. 19. Yukarı
(4) "Sürgün Üzerine Düşünceler", a.g.e., s.28. Yukarı
(5) P. A. Bové, "Sunuş", Edward Said and the Work of the Critic, Duke UP, 2000, s. 2. Yukarı
(6) "Muhalefetin Kimliği, Kimliğin Muhalefeti", Edward Said'le söyleşi, Defter dergisi, Kış 1996, s. 10-32. Yukarı
(7) a.g.e., s. 24. Yukarı
(8) E. Said, "The Limits to Cooperation", Peace and Its Discontents; akt. P. A. Bové, a.g.e. Yukarı
(9) E. Said, Şarkiyatçılık: Batı'nın Şark Anlayışları, çev. Berna Ülner, Metis, 1999, s. 346, 350-51. Yukarı
(10) a.g.e., s. 368, abç. Yukarı