Victoria Holbrook, “Şarkiyatçılık”, Virgül, Sayı 8, Mart 2000
İlk basımı 1978'de yapılan ve Metis Yayınları tarafından yeni bir Türkçe çevirisi yayımlanan Şarkiyatçılık hakkında o kadar çok şey yazılıp çizildi ki, kitabın alımlanışı ve yarattığı etki kitabın kendisini -gerçekten güzel ve kendi içinde ansiklopedik bir çalışma- çok geride bıraktı. Şimdiye dek üzerine pek çok dilde ve farklı düşünce ortamında sayısız makale, kitap ve derleme yayımlandı. Birçok akademisyen akademik şöhretini kitapla ilgili doğru şeyi doğru zamanda söylemesine borçlu. Şarkiyatçılık'ın yol açtığı tartışma öyle bir noktaya vardı ki, sonunda Time dergisi de Said'i kapak yaptı. Time'ın kapaklarının, şöyle bir klasikleştirici etkisi var: Kapaktaki kişiyi yaptığı işle tanımayan pek çok insan, sadece gazete bayilerinin önünden geçiyor olması nedeniyle, ister istemez bu yüze aşina hale geliyor. Ve zamanla kapaktaki resim içerdeki makaleden ayrı durmaya başlıyor. "Postmodernizm" gibi "şarkiyatçılık" sözcüğü de 80'lerde popüler söylem alanına geçen terimlerden biridir. İnsanlar bu sözcüklere, bir tür folklorik etimoloji yoluyla kendilerine göre birtakım anlamlar yüklerler. İşte Şarkiyatçılık da, alımlanışının yarattığı bu anlam fazlasıyla, kendi kendisinin ötesine geçmiştir. Ve bu tür durumlarda genelde olduğu gibi, en çok akılda kalan da olumsuz eleştirilerdir: Bu eleştiri çerçevesinde oluşan tartışma ortamı ve retorik muhalefet.
Kültürel ürünler çoğu zaman böyle işlenir, böyle yayılır, doğru; yine de Şarkiyatçılık gibi böylesine uzun, ayrıntılı ve zor bir akademik kitabın, genelde coşkularının ilkelliği ve çocuksuluğuyla sivrilen Amerikan medyasının dikkatini çekmesi enderdir. Eğer söz konusu kitap tıpta ya da uzay bilimlerinde çığır açan bir gelişmeyle ilgili bilimsel bir çalışma değilse, o zaman bu kitabın gazetelerde ve pek az kişinin okuduğu kitap eleştirisi dergilerinde eleştirilerinin çıkabilmesi, ancak siyasî olarak tartışmalı bir konuyu (cins, ırk ve bazen de eğer ifade özgürlüğünü ilgilendiren bir yönü varsa kadın hakları, Amerikan tarihi, zaman zaman da eğitim) kışkırtıcı bir tarzda ele almasıyla mümkün olur. Böyle bir durumda bile, bir üniversite profesörünün Time'a kapak olmasına son derece az rastlanır. Dolayısıyla Said kapak olduğunda, medyanın "bizlerden biriyle" ilgilenmesine şaşan akademik dünya şöyle bir silkinmiş ve gelişmelere kulak vermişti. Akademisyenler kendilerini birdenbire önemli hissetmişlerdi.
Peki niyeydi koparılan bunca gürültü? Sonuçta konu yeni değildi, hatta tam tersine, bir arkadaşımın söylediği gibi, Şarkiyatçılık zamanının sadece 15 dakika ilerisindeydi. Said, Foucault'nun modern Avrupa'daki cinsellik ve suç bağlamında geliştirdiği, söyleme dayalı yaklaşımı dönemin Amerikan dış politikasına taşımış ve bunu da Akdeniz'deki Avrupa sömürgeciliğiyle tarihsel bağları olan bir akademik alanda yoğunlaşarak yapmıştı. Bilgi, nesnel değil siyasaldır ve siyasal bir bilim de yobazlıktır. Sanki bilmiyorduk! Şarkiyatçılık'ın dehası aslında hepimizin bildiği bir şeyi söylemesi, ama buna eğitim kurumunun meşruiyetini katmasıydı. Şarkiyatçılık alanında öteden beri, hatta en başından itibaren, Said'in bu kitapta kapsamlı bir biçimde çözümlediği ırkçılık olgusuna nefretle yaklaşanlar olmuştu. Princeton'da Yakındoğu Araştırmaları profesörü olan müteveffa Martin Dickson, 1962'de şarkiyatçılık alanının ironi yüklü bir eleştirisini yaptığı bir kitap eleştirisi makalesinde (Journal of the American Oriental Society, 82) şöyle demişti: "...bazıları için fellahların dünyası Calais'den [Manş Denizindeki İngiltere-Fransa geçişi] başlar." ABD'de daha 60'ların başında bile güçlü bir konuma ulaşmış olan yurttaş hakları hareketi, "öteki" sorununu kimsenin görmemezlikten gelemeyeceği bir biçimde toplum bilincine sokmaya başlamıştı; 60'ların sonuna gelindiğinde ise Vietnam karşıtı hareket, (eğer daha çok değilse) en az oraya hayatlarını kaybetmeye gönderilen Amerikan askerleri kadar Vietnam halkına da yakınlık duyuyordu. 70'lerin ortalarında üniversitelerde, Afro-Amerikan ve kadın çalışmalarına yönelik merkezler kuruluyordu; "Avrupa-merkezcilik" bir küfürdü artık. 70'lerin sonunda yani Said'in kitabını bitirdiği sıralarda, Jale Parla da Harvard'da tezini (sonradan Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik adıyla yayımlandı) tamamlamaktaydı; Parla'nın tezini yöneten kişi, Said'in 1960'ların başlarında Harvard'da birlikte çalıştığı Harry Levin'di. Bu bağlamda, Levin'in Beat şairleriyle olan ilişkisini hatırlamak ilginç olacaktır (bu konuya aşağıda tekrar değineceğim). Fransa'da ise 1979'da Alain Grosrichard'ın, Aydınlanmanın şarkiyatçı metinlerini Lacan'cı bir çerçeve içinde yan yana getiren Structure du sérail: La fiction du despotisme Asiatique dans l'Occident classique ("Sarayın Yapısı: Klasik Garpta Asyatik Despotizmin Kurmacası") adlı kitabı yayımlanmıştı. Şarkiyatçılık'ın bu denli geniş bir etki yaratmasının nedenlerinden biri, Said'in, İngiliz dilinin ve Amerikan kültürünün küreselleşmekte olduğu bir dönemde, aslında adlandırılma süreci ABD'de çoktan başlamış olan bir şeyi açıkça ortaya koyuyor olmasıydı. Grosrichard'ın kitabı ise Lacan'cı bir yaklaşımla "zevk" olgusunu ele alıyordu ve Fransızcaydı; pek fazla dikkat çekmedi. Grosrichard, "klasik Garp" diye adlandırdığı Aydınlanma Avrupa'sını, Osmanlı İmparatorluğuyla bağlantılı olarak inceliyordu. Said ise bilgi ve iktidar arasındaki karşılıklı ilişkiye Foulcault'cu bir bakışla yaklaşarak "modern şarkiyatçılık" diye adlandırdığı olgunun, yani Napolyon'un Mısır'ı işgalinden sonra Osmanlı İmparatorluğuna ait Arap topraklarına yönelik bir İngiliz-Fransız yapımı olarak ortaya çıkan bir uzmanlığın üzerinde duruyordu. Bu bilginin ABD tarafından devralınmakta olduğu gerçeğini kendi yetişme süreci içinde görmüştü Said: ABD'nin Filistin politikası Said'in hayatını doğrudan etkilemiş, ailesini dağıtmış, kendisini de sürgün etmişti.
Said, Kudüs'te varlıklı bir Hıristiyan ailenin çocuğu olarak doğar. Ailenin yaşama mekânı Filistin ve Mısır, tatil yeri ise Lübnan'dır. 1948'de ABD'ye, Massachusetts eyaletine bir yatılı okula yollanır; lisans eğitimini Princeton'da (1953-57), lisansüstü eğitimini ise Harvard'da (1958-63) tamamladıktan sonra Columbia Üniversitesinde ders vermeye başlar. Doğuştan, hem bu tür bir eğitim ve kariyer fırsatına sahip olacak kadar ayrıcalıklıdır, hem de genç bir insan olarak, 1950'lerin Amerika'sında söz konusu kurumların karakteristik bir özelliği olan konformizmin boğucu atmosferinden şiddetli bir sıkıntı duymaya yatkındır. Said, yeni yayımlanan özyaşamöyküsünde (Out of Place, Knopf, 1999. Türkçesi Yersiz Yurtsuz, İletişim Yayınları, 2003), genç bir insan olarak yabancı bir ülkede ailesinden uzaklarda yaşarken hissettiği o aşırı yabancılaşma duygusunu anlatıyor; çevresini saran o -ama bütün bunları, kitabın son bölümündeki bir anekdot çok daha iyi anlatacaktır:
Princeton'daki ikinci günümde oradaki deneyimimi özlü bir şekilde ortaya koyan bir olay oldu. İri kıyım ve hafif çakırkeyif bir genç yolumu kesti. Üstünde turuncu-siyah (Princeton renkleri) bir gömlek ve pembe bir bermuda şort, ayağında tenis ayakkabıları, kafasında hasır bir şapka, elinde de devasa bir geyik kafası vardı. "Baksana" dedi bana, son derece coşkulu bir sesle, "aslında Sam'den ayrılmak hiç hoşuma gitmiyor, ama eminim senin odanda harika duracak". Sam'in odama sığmayacağına dair bir şeyler mırıldandım -o koca boynuzlarıyla bir Volkswagen büyüklüğündeydi- ama o ısrar etti. "Bana Sam'in karşılığında sadece bir yirmi dolar ver, ben de onu senin odana sokayım... pencereden geçmesi için vinç bile getiririm."
Princeton'daki bu canhıraş renk tutkusu ve ergen ahmaklığından daha da kötüsü, o "korkunç kulüplü yemekhane sistemiydi": Öğrenciler, yemekhanede oturacak bir yer bulabilmek için okuldaki 17 kulüpten birine kabul edilmiş olmak zorundaydılar. Üniversite yönetiminin de bilgisi altında, Yahudiler ve çeşitli nedenlerle toplum dışı olarak görülen diğer bazı öğrenciler bu ırkçı kulüplere alınmıyorlardı. Said, kitabında, Princeton'daki toplumsal ortamdan nasıl soyutlandığını (koşullar, kızlarla randevulaşmasına da engel oluyordu) ve kendini nasıl müziğe ve derslerine verdiğini anlatıyor. Kulüplerden iğreniyordu ama bunlardan dışlanmış da değildi. Annesiyle babası "Andrea Doria gemisinde tesadüfen, Boca Raton ve St. Croix'lı yaşlı emekli bir çiftle tanışmışlardı" ve "okulun mezunlarından olan bu yaşlı beyefendi, kendi kulübünden bir heyetin" Said'i "ziyaret etmesini sağlayacaktı".
Said'in bu boşlayıcı tavrında insanı rahatsız eden bir şey var, ama bunun nedeni, onun yerinden yurdundan edilmiş diğer milyonlarca Filistinliye oranla son derece şanslı olması değil sadece. Asıl önemlisi, sonradan şarkiyatçılık alanındaki ırkçılık karşıtlığını göz ardı edecek oluşuyla, gençliğinde Amerikan "karşı kültürü"nü fark etmemiş olması arasındaki koşutluk. Burada, Aijaz Ahmad'ın yıkmaya çalıştığı "Yüksek Hümanizm"den (Teoride: Sınıflar, Uluslar, Edebiyatlar, 1997) farklı bir şeyi kastediyorum. 1950'lerin prestijli özel üniversitelerindeki toplumsal hiyerarşinin korkunçlukları pek çok anı kitabında ve romanda anlatıldı. Ama aynı zamanda şu da bir gerçek ki, 1960'larda meyvelerini verecek olan karşı kültür 50'lerde çoktan yeşermeye başlamıştı bile ve bu gelişme, ayrıcalığın o fildişi kulelerinin sadece dışında değil, içinde de gerçekleşiyordu. Trenle Princeton'dan sadece 1 saat 15 dakika uzaklıkta olan New York'ta Beat dönemi yaşanmaktaydı. O yıllarda Columbia'da öğrenci olan Allen Ginsberg, önemli yapıtlarının çoğunu yazmıştı bile. Yine Beat şairlerinden Gregory Corso'nun ise, Harvard'daki arkadaşı Harry Levin'e yıllarca her hafta yolladığı kartpostallara şu lafı yazdığı bilinir: "Sen altın kafeste bir kuşsun sadece, Harry." Said, Princeton'daki entelektüel havayı ruhsuz ve ağır bulur; "pek çok farklı alanı genişlemesine araştırıp bilgi edinme olanağı" vardır, "ama son derece yetersiz bir öz-bilinçle". Siyasî bir bilinç geliştirme olanağı ise mevcut değildir. Said'in üzerinde kalıcı bir etki bırakan pek az öğretmen olur; bunlardan biri R.P. Blackmur'dur: Ondan "yorumlamanın, bir şeyi anlatmaktan ya da açıklamaktan daha fazla bir şey olduğunu öğrendim, Blackmur bana yorumlamanın gizli tatlarına giden yolu açtı". "Onun vizyon gücünden" etkilenen Said kendini "resmî akademik kazanımların ötesinde, derinlere doğru yol alırken ve bir şekilde tutarlı ve bağımsız bir kafa yapısı oluşturmaya başlarken" bulur. Özyaşamöyküsünü anlattığı kitap, siyasî tavrının hâlâ biçimlenmemiş olduğu öğrencilik yıllarının sonunda, yani 60'ların sonuna denk düşen ve Columbia'da ders verirken görmüş olması gereken o kampus siyaseti döneminin öncesinde kesiliyor (Harvard, "entelektüel anlamda Princeton'ın bir devamıydı" diyor); şarkiyatçılığa nasıl ilgi duymaya başladığına dair bir ipucu da yok. "Mısır'da Nasır yönetimi altında gelişen olaylara gittikçe artan bir biçimde ilgi" duymaktaydı ve bu ilgi alanını Princeton'da ancak "lisansüstü öğrenimlerini yapan Arap arkadaşlarla olan sohbetlerde" ortaya koyabiliyordu. "Aralarında İbrahim Abu Lughood -o dönemde Şark, yani Ortadoğu araştırmaları alanında doktora adayı olan, Filistin'den yeni gelmiş bir mülteci- başı çekiyor olmasına" rağmen Said, Princeton'daki öğrenciliği sırasında Ortadoğu araştırmaları diye bir alan olduğundan habersizmiş gibi görünüyor. Aslında bunun hiçbir önemi olmayacaktı, eğer Said Şarkiyatçılık'ta o dönemin Ortadoğu araştırmalarına yönelttiği en sert eleştiriyi Princeton'daki bir profesöre, Bernard Lewis'e karşı yapmış olmasaydı. Aslında tam da Lewis, Said'in saldırısına cevap verecek kadar düşüncesiz davrandığı için Şarkiyatçılık kamuoyunda böylesine büyük bir gürültü koparmıştır.
Şarkiyatçılık önemli bir kitap ve nitekim öyle de alımlandı. Dünyanın dört bir yanından pek çok okur, içinde bulunduğu durumu tarihsel bağlamına oturtabilmek için bu kitabı örnek aldı; Şarkiyatçılık'ın bu insanlar üzerinde özgürleştirici bir etkisi oldu. Bu, bence, kitabın en önemli etkisi: Şarkiyatçılık'ın son derece popüler olması sayesinde Said, bir tarihsellik bilincini popülerleştirebilmişti. Ayrıca, kitabın, çok-kültürcülüğün (Said'in üzülerek baktığı yönleri de dahil olmak üzere) ortaya çıkışında önemli bir rol oynadığını söylemek abartı olmayacaktır. Ne var ki kendi içinde bakıldığında Şarkiyatçılık, o dönemde yayımlanan diğer pek çok kitaptan daha derinlikli değildi. Eğer Said, akademik saygınlık kazanmak için gereken donanıma sahip olduktan sonra, bazı konularda sessiz kalınmasını gerektiren kuralı arkaik bir biçimde, centilmence ve sessizce onaylamayı reddedip -ki bu tür bir onay akademik meşruiyetin bedelidir- Dışişleriyle bağlantıları olan ABD üniversitelerindeki Ortadoğu uzmanlarına, özellikle de Bernard Lewis'e kişisel bir biçimde ve doğrudan saldırmış olmasaydı, büyük bir ihtimalle Time'a kapak olmazdı. Aslında bir İngiliz vatandaşı (ve Kemalizmin büyük bir destekçisi -en bilinen kitabı Çağdaş Türkiye'nin Doğuşu) olan Lewis, akademik dünya içindeki birtakım siyasî faaliyetler sonucu Princeton'a getirilmişti ve bu siyasî faaliyetler, Lewis'in yandaşları ve karşıtları olarak birbirlerine diş bileyen iki taraf çıkarmıştı ortaya. Lewis ayrıca o dönemde televizyonlardaki haber programlarına çıkan ve Orta Doğu hakkında söz söyleyen belli başlı "yorumculardan" biriydi. Dolayısıyla, normal koşullar altında Said'in farkına bile varmayacak olan Amerikan medya uzmanlarının ve habercilerinin gözünde bizden biriydi. Said ile Lewis arasında, sadece New York Review of Books'un sayfalarında görünse de, hararetli bir tartışma başladı; aynı anda hem canlandırıcı, hem çirkin, hem de kariyerist bir ortam oluştu, herkese açık bir ortam. McCarthy döneminin ardından ilk defa, akademisyenlere düşünceleri nedeniyle saldırılabiliyordu, ama aslında bunun hiçbir anlamı yoktu. Dışişleri, Said'in akademik dünya ile devlet arasındaki bağlantıları ortaya koymasından çok fazla etkilenmemişti. 1985 gibi geç bir tarihte bile, ben, diğer 1000 küsur izleyiciyle birlikte, Said ile Lewis'in Boston'daki bir otelin balo salonunda gerçekleştirdikleri panele izleyici olarak katılmıştım (aslında burada Ortadoğu Araştırmaları Birliğinin bundan başka hiçbir önem arz etmeyen yıllık toplantısı devam etmekteydi). Panel tamamıyla bir boks maçına benziyordu. İzleyiciler üniversite çevresindendi ve başka herhangi bir durumda gayet sakin davranacak kişilere benziyorlardı. Ne var ki bu panelde kan kokusuyla, Lewis'in kanının kokusuyla kendilerinden geçmişlerdi. Lewis'in kendini savunurken, "centilmenlik" ve "bilimadamlığının anonimliği" kavramlarına dayanarak söylediği sözler, topluca ve yüksek sesle alaya alındı. Ama -işte bu şaşırtıcıydı- Lewis bunlara aldırıyormuş gibi gözükmüyordu. O uzun ve başarılı kariyerinin alacakaranlığında kendini güvende hissediyordu belki de. Sonuçta, kimdi bu Edward Said denilen adam? Bir İngilizce profesörü, yoksa karşılaştırmalı edebiyat mıydı... küçük kızlar için boş vakitleri değerlendirme vasıtaları hepsi de. Ayrıca Lewis, seyircilerin çoğunun -genelde bu tür durumlarda rastlandığı üzere- moda olan görüşü savunmaya yatkın olduğunu düşünüyor da olabilirdi o tepeden bakan edasıyla. 1992 yılında, Martin Dickson için yapılan bir anma törenine katılacak kadar melekelerini yitirmiş olan Lewis böyleydi işte.
Her şeye rağmen, kişiliklerin çarpışmasıyla alevlenen bu eleştiri fırtınası, bozuk bir plak gibi, bir tekerleme gibi yıllarca tekrarlandı durdu: Herhangi bir şeyi nesnel olarak değerlendirebileceğimiz bir "dış açı" yoksa, o zaman nesnel bir " iç açı" olmalıdır. Şarkiyatçılık'ın en aptal eleştirmenleri, ki çoğunluktaydılar, bu noktaya takılıp kalmışlardı. Sanki şöyle bir durum vardı: Onlar yorganlarının altında saklanırken Said yatak odalarına girmiş ve onları "böö!" diye korkutmuştu. Bu insanlar, yıllarca, bir şeye bakışımızın nesnel olduğunun kanıtlanamayacağı önermesiyle sersemlemiş olarak yaşadılar ve bu önermeye, söz konusu nesnenin sahiciliğini kanıtlayarak karşı çıkmaya çalıştılar. Eğer bu şekilde özcülüğün doğruluğunu ortaya koyabilirlerse, o zaman belki Said'in özcülük karşıtı iddialarını yıkabilirlerdi. Belli bir grubun ancak o grubun içindekilerce layıkıyla ve hakkıyla bilinebileceğini söylemeye çalışmakla suçluyorlardı Said'i. Eğer gerçekten böyleyse, o zaman Said, bilimselliğin epistemolojik temellerini ve aslında "Öteki"ne ait mevcut tüm bilgiyi alt üst etmiş demekti. İşte bu saptama, olumsuz eleştiriler çerçevesinde oluşan tartışma ortamından ve yapılan retorik muhalefetten arta kalanlar arasında en çok hatırlanan şey oldu, ve çok-kültürcülüğün siyasî doğruluğuna bir nihailik ve yetkinlik havası verdi. Said'de, Foucault'da ve hatta Frankfurt Okulunda, kendileri hakkında geliştirdikleri özcü fikirleri destekleyen bir Batı eleştirisi bulanların arasında İslamcı Türkler de vardı. Bunlar kendilerini şarkiyatçılığın ya da diğer benzeri söylemlerin bozduğu bir varlığın otantik hali olarak görüyorlardı. Böyle bir sonuca ancak Said'i bilinçli bir şekilde yanlış okumakla varılabilirdi. Daha da ilginci, Said'in bu tür bir yanlış okuma nedeniyle eleştirilebiliyor olmasıdır, çünkü Şarkiyatçılık'ın son sayfalarında açıkça belirttiği üzere kendisi söz konusu görüşü benimsememektedir:
Şarkiyatçılıktaki yöntembilimsel hatalar, gerçek Şark'ın Şarkiyatçının ortaya koyduğu Şark tasvirlerinden farklı olduğu ya da Şarkiyatçıların Şark'ta olup bitenler konusunda bir içgörü sahibi olmalarının beklenemeyeceği, çünkü çoğunun Batılı olduğu söylenerek açıklanamaz. Bu önermelerin ikisi de yanlıştır. Bu kitabın, gerçek ya da sahici bir Şark (İslam, Arap, her ne olursa) diye bir şey olduğunu öne sürmek gibi bir tezi yoktur; keza ... bir "iç" bakış açısının bir "dış" bakış açısı karşısında zorunlu bir ayrıcalık taşıdığı iddiası da gütmez. Tam tersine, kitabın başından beri, kendi başına "Şark"ın kurulmuş bir şey olduğunu ileri sürdüm; coğrafî uzamların, bu uzamlara özgü din, kültür ya da ırksal özlere dayanılarak tanımlanabilecek yerli ve kökten "farklı" sakinleri olduğu düşüncesinin de aynı ölçüde tartışma götürür bir düşünce olduğunu iddia ettim. Hiç kuşkusuz, siyahlar hakkında ancak bir siyahın, Müslümanlar hakkında ancak bir Müslümanın vb. yazı yazabileceği düşüncesine, böyle sınırlayıcı bir sava katılmam da mümkün değil (s. 336).
Ayrıca insan deneyimi sorunlarının tartışılmasıyla ilintili bir dizi soruyu ortaya koymaya çalıştım: Başka kültürler nasıl temsil edilir? Başka kültür nedir? "Ayrı bir kültür" (ya da ırk, din, uygarlık) düşüncesi işe yarar bir düşünce midir, yoksa böyle bir düşünce her zaman, (kişinin kendi kültürü söz konusu olduğunda) kendinden hoşnutluk duyma, ("öteki"nin kültürü söz konusu olduğunda da) düşmanlık ile saldırganlık mı getirir? Kültürel, dinsel, ırksal farklılıklar, toplumsal-iktisadî ya da siyasal-tarihsel kategorilerden daha mı önemlidir? Fikirler nasıl yetke, "olağanlık", hatta "doğal" hakikat statüsü kazanırlar? Aydının rolü nedir? (...) Aydın açısından bağımsız bir eleştirel bilincin, muhalif bir eleştirel bilincin önemi nedir? (s. 340)
Şarkiyatçılığın kusurunun, hem düşünsel hem de insanî bir kusur olduğu kanısındayım; çünkü Şarkiyatçılık, dünyanın kendininkine yabancı saydığı bir bölgesi karşısında değişmez bir muarızlık konumunu benimsemesinden ötürü, insan deneyimiyle özdeşleşememe ... kusurunu işledi. (s. 342)
Son bir şey daha... Tıpkı Foucault gibi Said de tarih yanlışları ve anakronizm yaptığı gerekçesiyle eleştirilmiştir. İşte tam da bu damarda yer alan ama fark edilmemiş olan çatlaklardan biri, Said'in İngilizlere özgü o ürkütücü Arap-merkezciliğidir ki, bu tavrı özellikle solcu olanlar başta olmak üzere bütün bir post-yapısalcı kuşak devralmıştır. Said'in ele aldığı dar anlamıyla şarkiyatçılık, Arapları sömürmeye yarayan bir İngiliz bilimidir. Ama İngilizler, ve de Fransızlar, sömürgeleştirdikleri Akdeniz topraklarının Osmanlılara ait olduğunu gayet iyi biliyorlardı, her ne kadar bu toprakları Roma İmparatorluğunun topraklarıymış gibi adlandırmakta, Arapların uygarlığa katkılarını övmekte ve bu bölgeyi Arap ulus-devletlerinden oluşuyormuş gibi ele almaktaysalar da. Şarkiyatçılık'ın girişinde Said "İngiliz, Fransız ve Amerikalıların Arap-İslam deneyimi"ni şöyle anıyor: "...neredeyse bin yıl boyunca, Şark dendiğinde anlaşılan şey Araplar ile İslamdı..." (s. 26) Avrupa, Araplar tarafından askerî olarak, en iyi ihtimalle en son Haçlı Seferleri sırasında tehdit edilmişti -aslında Yakındoğu'yu Haçlılardan temizleyen ordunun başındaki kişi de bir Kürt'tü. Müslümanlar, XIV. yüzyıldan itibaren "Türk" olarak adlandırılmaya başlanmıştı. İslamiyeti kabul eden bir Avrupalı Hıristiyana ise "Türk olmuş" denirdi (özellikle Karşı-Reform döneminde geçerli olan bu deyimin İngilizcedeki kullanımı devam etmiştir). Arap etnisinin İslamla yeniden özdeşleştirilmesi, Osmanlı ve İran topraklarında petrol bulunmasına dayanan yakın tarihli bir gelişmedir. Ama gelin görün ki Şarkiyatçılık, Osmanlı İmparatorluğu diye bir şeyin varlığı fark edilmeksizin baştan sona okunabiliyor.
Eh, ne yapalım... Said tenis hakkında yazdığı zaman şarkiyatçılıktan hiç söz etmiyor, şarkiyatçılık hakkında yazdığı zaman da tenisten.