Ali Bulunmaz, "Tarumar edilen ‘alışıldık dünya’", Bianet, 16 Haziran 2025
Bugün çoğu insanın dillendirdiği bir soru, dile getirmese de düşündüğü bir konu var: 1930’ların politik ve ekonomik ortamının bir benzerini yaşar mıyız?
Zamanın ruhu bize bunu düşündürüp sorduruyor elbette; yaşanan ve yaşanması olası ekonomik krizler, yükselişe geçen aşırı sağ, her yanı saran popülizm, otokratik liderlerin varlığı, gemi azıya alan kapitalizm ve nefesini ensemizde hissettiren savaş ihtimalleri 1930’ları hatırlatıyor bir yönüyle.
Nasyonal Sosyalizmin gölgesinde var olma mücadelesi vermiş, ülkesi Almanya’dan ayrılmak zorunda kalmış; kültür, kapitalizm ve politika üzerine kalem oynatmış, Frankfurt Okulu’nun kurucularından Max Horkheimer, 1930’ları bizzat yaşayarak küçük notlar şeklinde kaleme aldığı Alacakaranlık’ta zamanın ruhunu anlatıyor. Burjuva demokrasisi ile faşizmin dirsek temasından çok öteye geçen ilişkisi, dönemin kültür politikaları, felsefi tartışmalar, o günlerin edebî çekişmeleri, politik gerilimleri ve Nasyonal Sosyalizmin mutlak iktidarının arifesindeki gergin bekleyiş, Horkheimer’ın yorumlarında karşımıza çıkıyor.
‘Dehşet verici olan gündelik hâle geldi’
Çalışmalarından fırsat buldukça tuttuğu notlarında, 1926-1931 arası döneme “alışıldık dünya” diyen Horkheimer, bunu kitabın yayımlandığı 1933’te Nazilerin iktidara gelmesinin tarumar ettiğini söylüyor.
Safların sıklaştırıldığı, bir yanda sosyalist devrim taraftarlarının diğerinde ise onları yok etmeye yeminli grupların bulunduğu, akademilerin dağılmaya yüz tuttuğu zaman diliminin tartışmalarına dair kalem oynatan Horkheimer, uzak saydığımız geçmişten günümüze sesleniyor âdeta: “Gerek duyulan ideolojiler ne denli sallantılıysa o denli vahşice yöntemlerle korunması gerekir. Sallanan putların korunmasındaki çabanın ve dehşetin düzeyi, alacakaranlığın ne ölçüde bastırıldığının göstergesidir. Avrupa’da endüstrinin gelişimiyle birlikte kitlelerin kavrayışı öylesine gelişmiştir ki en kutsal mülklerin bundan korunması gerekir. (...) Genel, sistemli aptallaştırmanın yanı sıra ekonomik yıkım, toplumsal dışlanma, hapis ve ölüm tehdidi bu kavrayışın temel kavramsal iktidar araçlarına erişmesini engelleyecektir.”
Çağrışımlarla, felsefi temellendirmelerle ve eleştirilerle yol alan Horkheimer, imza attığı kültürel ve politik metninde, 1920’lerde ve 1930’larda Avrupa’nın ortak ıstıraplarından dem vurup farklı sosyalizm yorumlarının bir kavgaya dönüştürülmesinden söz ederken “sınırsız imkânlar çağı olan yirminci yüzyıl”ı çözümleyerek “dehşet verici olan gündelik hâle geldi” demekle kalmıyor, emperyalizmin ve kapitalizmin bunu nasıl körüklediğini anlatıyor. Verdiği örnekler ve yaptığı yorumlar da ahlaki çürümenin aşamalarını gösteriyor: “İçinde yaşadığımız toplumda berbat insanların üst katmanlarda yer aldığını çoğumuz fark ederiz. Tam da kendi var oluşlarının ürünü sefalet içinde sürekli çürüyen ve boğulan sayısız insan materyali karşısında sığ bir yalana, bitmek bilmeyen sefaletin ‘gerekliliğine’ ilişkin ikiyüzlü bir gerekçelendirmeye neredeyse gerek bile duymayan bir tabakanın üste çıktığı aşikârdır. Başarılı olanların böyle nitelikler sergilediği bir yarışmada hangi insani nitelikler önem taşıyabilir? Ancak toplumsal hiyerarşinin en üst basamaklarındaki ilişkileri ayırt edebilen gözün keskinliği, kendi çerçevesine yöneldiğinde azalır. Servetin niceliği azaldıkça bunun uğruna mücadele verenlerin ahlaki niteliğinin arttığı ya da en azından vicdansızlıklarının azaldığı kabul edilir. Hâlbuki kapitalist ekonomi, hangi toplumsal basamakta olursa olsun, doruktakilerin ruh hâline yakınlığın başarı ihtimalini kesin olarak artıracağı şekilde örgütlenmiştir.”
Faşizm ve kendisini koruyup kollayarak şiddet uygulayacak başka sistemler ile kapitalizmin işbirliği (ya da suç ortaklığı) yaptığını hatırlatan Horkheimer, bu durumun hayatı değersizleştirdiğini, daha doğrusu ona farklı “değerler” biçilmesine yol açtığını söylüyor. Bu yeni “değerler”, sermayenin sürdürülebilirliği uğruna kitlelerin yeni savaşlara sürüklenmesine yol açıyor.
‘Çoğu insan bir hapishaneye doğar’
Olayların yorumlanış tarzının ve bilindik dünyanın değişimiyle ilgilenen Horkheimer, işin içine felsefeyi, ideolojiyi ve ekonomiyi de katıyor. Dolayısıyla ahlakın yapıbozumuna kafa yoruyor. Yaşadığı dünyaya bakarken dönemin ruhunu ortaya koyan “her şey yapılabilir” şiarıyla özetlenebilecek ve zamanımızın da sorunu olan sınırsızlığı (ya da fütursuzluğu) anımsatıyor. Sermayenin korunması için eylemde serbestliğin savunulduğu bir ortamda, bireyin kısıtlanmasına denk gelen bu duruma dair bir not düşüyor: “Çoğu insan bir hapishaneye doğar. Tam da bu nedenle günümüzün ‘bireycilik’ adı verilen toplum biçimi, aslında standartlaştırıcı bir kitle kültürü toplumudur. Kolektivizm denen sosyalizm ise aksine bireysel potansiyellerin ve farkların gelişmesi demektir.”
Horkheimer’ın yorumları ve çözümlemeleri yalnızca bunlarla sınırlı değil elbette; 1930’ların ulus kavrayışı, kitlelerin ve politikacıların dine bakışı, inançların ve siyasi teorilerin itinayla bulandırılışı ile amaca giden yolda kullanılışı da Alacakaranlık’ta öne çıkıyor.
Psikoloji, iktisat ve felsefe uzmanlığını bir araya getiren Horkheimer’ın aklına takılan bir başka konu ise insanın değeri. Değişen zamana ve yargılara göre farklılaşan bu durum, kapitalist toplumun adaletine ve otoriterliğe göre şekilleniyor. Dolayısıyla insanı ve yaşamı içine alan bir zihniyet meydana getiren zamanın ruhunun özünde ise sistemin devamlılığını sağlayan başarı ve üretkenlik yer alıyor. Güç, hukuk ve adalet de buna göre belirleniyor: “Gücün hakkı vardır, güçsüzlüğünse hakka ihtiyacı. Güç, bir hakkı teslim etmeye ya da tanımlamaya muktedir değilse sınırlanmış demektir ama bu sınır, kesinlikle kanun tarafından çekilmez, diğer güçlerin zoruyla oluşur.”
Alacakaranlık’ta çağının tanığı olan Horkheimer’la karşılaşıyoruz. Umut ve eleştiri, sorgulama ve çözümlemenin yanı sıra geçmiş ile 1920’leri ve 1930’ları karşılaştırma da geleceğe dair öngörüler de bu tanıklığın merkezinde. Güç ve iktidar ilişkileri, ekonomik çıkarlar ve çıkar çatışmalarından doğan savaşlar, politik kaygılarla dökülen kanlar, kültürel ve siyasi mühendislikler, insanların birbiriyle iletişimi ve iletişimsizliği, hâkim sınıfların küçük dertleri ve ezilenlerin devasa sorunları gibi meseleler üzerine düşünüp kalem oynatan yazar; hatırlamadan, eleştiriden ve hakikatten yana zar atarak yakın geçmişten bugüne sesleniyor: “Yalanların, ortaya çıkmasına karşı koyamadığı gerçekdışı imajı bir gün hakikat karşısında yok olacak, düşünceleri ve amaçları tıpkı son dönemlerinde çektiği acı ve uğradığı haksızlık gibi gün yüzüne çıkacaktır. Anlaşılmamış bir şekilde karanlıkta ölmek acıdır. Böylesi karanlıkları aydınlatmak, tarih araştırmaları için şereftir. Tarihçilerin bunu günümüzdeki bir zamanların hâkim sınıflarına ve onların cellatlarına tarihi ‘anlayış’ gösterme çabasında sergiledikleri derecede kararlı bir şekilde unutmaları pek ender rastlanan bir olaydır.”