ISBN13 978-605-316-317-6
13x19,5 cm, 200 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Siyasal İslamın İflası, 1994
Yeni Orta Asya ya da Ulusların İmal Edilişi, 2000
İran: Bir Devrimin Tükenişi, 2000
Küreselleşen İslam, 2003
Kayıp Şark'ın Peşinde, 2015
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Taylan Doğan, "Kültürün Krizi : İçselleşmiş Değerlerden Kodlar ve Normların Egemenliğine", art-izan.org, 23 Aralık 2024

Türkiyeli okurların daha çok siyasal İslam ve fundamentalizmler üzerine çalışmalarıyla tanıdığı Olivier Roy’nın yakınlarda yayımlanan Dünyanın Düzleşmesi: Kültürün Krizi ve Normların Tahakkümü [i] adlı kitabı, çağımızda nasıl büyük bir dönüşüm yaşadığımıza dair önemli veriler ve yaratıcı tespitler içeriyor. İzleyebildiğim kadarıyla neoliberalizmin ve küreselleşmenin yarattığı sosyo-ekonomik ve politik sonuçlar üzerine epeyce yazılıp çizildi. Buna karşın, söz konusu dönüşümlerin toplumsal doku üzerinde yarattığı etkiler henüz yeni yeni tartışılmaya başlanıyor.

Hepimiz yabancısı olduğumuz bir dünyada yaşıyor gibiyiz. Modern toplumlarda değişimler her zaman hızlı olmuştur, fakat çağımızda karşılaştığımız değişimler daha temel değişkenlerdeki bir kaymanın sonucu gibi görünüyor. Hemen herkes toplumsal ilişkilerin, hatta bizatihi toplumun kendisinin çözülmesinden, giderek toplum olma vasfını kaybetmesinden bahsediyor. Örneğin, aşırı sağcı güçlerin yükselmesiyle toplumsal çözülme arasında güçlü bağlar kuruluyor.

Olivier Roy, Dünyanın Düzleşmesi’nde, aralarında bir neden-sonuç ilişkisi kurmak gibi epeyce iddialı bir işe girişmeden şu faktörlerin geniş anlamıyla kültürü nasıl dönüşüme uğrattığını ve bir kültürsüzleşmeye [ii] yol açtığını ele alıyor: internetin yol açtığı sanal sosyalleşme, neoliberal finansal küreselleşme ve gerek küreselleşmenin gerekse ulus-devletlerin krizinin neden olduğu “yersiz/yurtsuzlaşma”.

Yazar kitapta Batılı toplumlardan örneklere yer veriyor. Bu eğilimleri kısmen Türkiye’de de gözlemlemek mümkün. Diğer yandan, tartışmayı buralara özgü dinamiklerle geliştirmek, bir anlamda yerelleştirmek, özellikle muhalif hareketlerin karşılaştıkları güçlüklerle baş edebilmeleri için özel bir önem taşıyor.

Kültürsüzleşmeden ne anlamalıyız: sanal sosyalleşme, küreselleşme ve ortak yurdun ortadan kalkması

Öncelikle kitapta “kültürsüzleşmenin” ne anlamda kullanıldığını açıklığa kavuşturmak gerek. Burada bahsedilen çeşitli külliyatlardan oluşan, mürekkep yalamışlara özgü “yüksek kültür” değil “antropolojik kültür”dür. Yani, “kültür, her şeyden önce iletişimi mümkün kılan bir tasavvurlar ve simgeler sistemidir”. İnsanlar birbirleriyle belirli bir kültürel bağlamda karşı karşıya gelirler. Yerelleştirmek gerekirse bu bağlam, büyük şehirlerde çoktan beri kaybolmaya yüz tutmuş mahalle kültürü olabilir, komşu ziyaretleri ve “günler” gibi pratiklerden oluşan ev kadınlarına özgü bir kadın kültürü olabilir, yerleşiklik kazanmış bir üniversite kültürü olabilir, uzun zamandır aynı yerleşim biriminde yaşamaktan, ortak sorunları ve ortak bir mücadele tarihini yaşamaktan kaynaklanan bir işçi sınıfı kültürü olabilir. Kuşkusuz bütün bu alanları egemenliği altına alan bir de egemen kültür söz konusudur. Fakat burada önemli olan şudur: İnsanlar bu yaşam alanlarında bir araya geldiklerinde nasıl davranacaklarına dair fikir edinmek için el kitapçıklarına bakmazlar; Olivier Roy’nın tanımlamasıyla “zımni”, yani dolaylı ve üstü kapalı şekilde paylaşılan öncüllerden, uzun süredir içselleşmiş bir davranışlar ve değerler sisteminden hareket ederler. Roy’nın “kültürsüzleşme”den kastettiği işte bu geniş anlamdaki kültürün krizidir.

Roy’ya göre günümüzdeki kültür krizinin ayrıksı niteliği, daha önceki tarihsel dönemlerden farklı olarak, krizdeki kültürleri kendi içinde eritmek üzere yeni bir egemen kültürün inşa edilememiş olmasıdır; dolayısıyla süregiden bir kültür kriziyle karşı karşıya olduğumuzu öne sürer. Çağımıza özgü bu durum, Batılı ülkelerdeki Beyaz Hıristiyanlar gibi gerçekte daha egemen konumda olanların bile kendilerini derin bir kültürel emniyetsizlik içinde hissetmelerinde gözlemlenebilir. Bu nedenle kendi kültürlerini tanımlamakta güçlük çeken, cemaatlerini tehdit altında hissedenler yalnızca gerçekten azınlık olan göçmenler ve benzeri topluluklar değildir.

Olivier Roy’nın “kültürsüzleşme”yi açıklarken maddi gelişmelere dayandığı söylenebilir. İnternet teknolojisinin sanal olarak sosyalleştirdiği birey, “artık iş, eğlence, cinsellik, beslenme vs. faaliyetleri yapılandıran gerçek toplumsal ilişkiler örgüsünün parçası” değildir. Bu nedenle, birey, gerçek anlamda bir sosyallikten, yerleşik kültürel bağların kuşatıcılığından uzaklaşır. Sanal sosyalleşmenin yanı sıra “yörelerin ve ulus-devletlerin krizi” ve küreselleşme insanları bir zamanlar ait oldukları yaşam alanlarından, enformel kültür yapılarından, kısacası kültürün yeşerip geliştiği ve yeniden üretildiği biricik alan olan somut toplumsal ilişkilerden koparma eğilimdedir. Roy’nın “yurtsuzlaşma” dediği fenomen budur.

Yurtsuzlaşma sürecinde insanların, örneğin Batılı üniversitelerde oluşturulan güvenli alanlar (safe space) gibi kendilerini güvende hissettikleri veya sadece benzer yaklaşımlara, beğenilere sahip oldukları emsalleriyle bir araya geldikleri “alt-kültürlere” çekilmesi bu perspektiften bakıldığında tesadüf değildir. Roy’nın yurtsuzlaşmanın kültürel etkileri üzerine verdiği bir başka örnek ise Avrupa’daki göçmen işçilerdir. Kendi ülkelerindeki kültürel zeminden uzağa, bambaşka bir kültürel evrene taşınmış olan göçmen işçiler, farklı ve yeni bir kültür ya da bir sentez oluşturmaya girişmedikleri ölçüde “bazı kültür parçalarına indirgenmiş bir alt-kültüre hapsolurlar”. Bu kültür parçaları, bayramlarda, müzikte, giyinme tarzlarında vs. kendini açığa vuran simgeler ve kodlarda cisimleşir. Buradan da “yaşam tarzı”na indirgenmiş kimlikler ile gerçek, yaşayan kültürler üzerine temellenen kimlikler arasında verimli bir ayrım yapmak olasıdır. Ülkemizdeki gerek seküler gerekse muhafazakâr kesimlerde gözlemlenen, içi boşalmaya yüz tutan ve kendini, bir değerler sistemiyle değil ancak belirli simgelerle (giyim kuşam, alkol tüketimi vs.) ifade edebilen “kimliklere” de yine bu perspektiften bakılabilir.

Kültürün yerini kodların alması

Somut kültürel bağların gevşeyip zayıflaması, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen zımni öncüllerin ve değerlerin yerini kodlara bırakmasına neden olur. Eğer insanların davranışlarına yön veren kültürel referanslar zayıflamışsa, insanlar arası ilişkileri düzenlemek üzere her türlü kültürel referanstan soyutlanmış, zımniliğin aksine gayet sarih ve iyi tanımlanmış bir iletişim dili devreye girer.

Kitapta kodlamaya ilişkin verilen örneklerden biri, İngilizce’nin küresel bir dile evrilmesiyle ortaya çıkan, fakat yeni bir iletişim dili niteliği kazanan Globish’tir. Ticari yazışmalardan Avrupa Birliği bürokrasinin iç iletişimine kadar kullanılan Globish 1.500 civarında sözcükten oluşur. Bu dil, her türlü yan anlamdan ve muğlaklıktan arındırılmış, sözdizimi İngilizce’ye uygun, gelgelelim Britanya ya da Amerikan İngilizcesine özgü kültürel referansların budandığı yeni bir iletişim aracı olarak karşımıza çıkar. Fakat sonuçta ortaya çıkan, ana dili İngilizce olanlarla başka anadiller konuşanların birbirlerini anlamakta zorluk çektiği bir kodlama pratiğidir aslında. Bu kodlama pratiğinde iletişimin özü kısa mesajlardan oluşur ve duygular da önceden belirlenmiş işaretlerle, yani emojilerle dile getirilir. Olivier Roy bu durumu, insanlar arasında çeşitli faaliyet alanlarında meydana gelen görüşmelerin “düzleşmesi” ve “yavanlaşması” olarak tanımlar.

Bir kodlama ve norm koyma alanı olarak cinsellik

Yazarın tezlerini örneklemek üzere üzerinde durduğu ve genişçe işlediği alanların başında cinsellik alanı gelir. Olivier Roy’nın cinsel alana özgü çağdaş gelişmeleri tartışıp yorumlarken öne sürdüğü görüşler şöyle özetlenebilir: 68 Devrimi temelde arzunun, kısıtlayıcı olduğu düşünülen “kültüre” karşı özgürleşmesini, dolayısıyla kültürden özerkleşmesini sağlamıştır. Özellikle Batılı ülkelerde cinsel özgürlüğün kendine geniş bir alan açtığına kuşku yoktur. Fakat ortada, başlangıçta hiç öngörülmeyen bir gariplik de yok değildir: Bir yandan eşcinsel evlilikler, taşıyıcı annelik gibi üreme pratikleri veya akışkan cinsellik gibi tanımlar kabul görürken, eskisine göre çok daha görünür hale gelen, belki de artış gösteren bir cinsel şiddet söz konusudur. Görünüşe bakılırsa cinsel özgürlük, kültürel bir çerçeveye yedirilmediği veya bu alanda yeni bir kültürün inşasından yoksun kalındığı ölçüde daha hoyrat bir erkekliğin tahakküm kurmasına olanak sağlamıştır.

Hemen bütün kültürler cinselliği yapılandırır, belirli kanallara sokar ve bireylere belirli roller dayatır. Cinselliğin egemen kültür karşısında özerkleşmesi, cinsel pratiklerin kültürel sınırlarının da belirsizleşmesini beraberinde getirir. Örneğin artık “eskimiş” gözüyle bakılan kültürlerde “çapkınlığın” veya “kur yapmanın” kabul gören belirli sınırları vardır. Benzer bir durum Türkiye’de, özellikle büyük şehirlerde önemli ölçüde zayıflayan “delikanlılık kültürü” için de söylenebilir. “Delikanlılık kültürü”nün özünde ataerkiye hizmet ettiği öne sürülebilir; öte yandan bu kültür genç erkeklere, mahallelerindeki genç kadınlarla olan ilişkilerinde belirli sınırlar çizer ve mahalle sınırları içinde onları koruma yükümlülüğü de getirir. Günümüzde kültürel bağların çözülmesiyle birlikte bütün bu sınırlar ortadan kalkmış gibidir; nerede “durulacağı” belirsizleşmektedir. Öyleyse günümüzde giderek hoyratlaşan erkekliğin altında, başka yapısal faktörlerin yanı sıra, Olivier Roy’nın öne sürdüğü gibi bağlayıcı kültürel yapıların zayıflamasının yattığı pekâlâ söylenebilir.

Böyle bir durumda, yani kültür artık cinsel alanı düzenleyemiyorsa, o zaman cinsel şiddeti önlemenin tek yolu olarak geriye sıkı bir kodlama yapmak kalır. Zımni, yani içselleşmiş kültürel öncüller zayıflamışsa, söz konusu kodlamaya kaçınılmaz olarak bir dizi “norm”, hangi durumlarda yaptırım uygulanacağına dair ayrıntılı tarifler ve kurallar eşlik eder.

Cinsel sözleşme

Son dönemde cinsel taciz ve tecavüz şikayetlerinin artması veya #MeToo ve benzeri inisiyatifler sayesinde daha görünür hale gelmesi, Batılı ülkelerde “rıza”yı cinsel alanın merkezi konusu haline getirir. Üniversitelere, farklı kurumlarda ve nihayet mahkemelerde cinsel rıza koşulları gitgide daha açık şekilde tanımlanmaya başlanır. Konuyla ilgili olarak kitapta, 2014’te Kaliforniya Eyalet Senatosu’ndan geçen bir yasanın 1. maddesinde yer alan “olumlu rıza” (affirmative consent) tanımı örnek verilir: “[…] ‘Olumlu rıza’ bir cinsel fiile dahil olmaya yönelik olumlu, bilinçli ve gönüllü uzlaşıyı belirtir. Cinsel ilişkinin her müdahilinin, bu ilişkiye girmek için diğer kişi ya da kişilerin olumlu rızasının bulunduğundan emin olma sorumluluğu vardır. İtiraz edilmemesi ya da direnilmemesi razı olmak anlamına gelmez; sessiz kalmak da razı olmak anlamına gelmez. Olumlu rıza bir cinsel fiilin tamamı boyunca sürekli olmalıdır ve her an geri alınabilir. Müdahil kişiler arasında bir sevgililik ilişkisi olması ya da bu kişilerin daha önce cinsel ilişkide bulunmuş olmaları, hiçbir zaman başlı başına bir rıza göstergesi telakki edilmemelidir.” [iii]

Roy kitabında bu kadar uzun bir alıntıya, insanlar arası ilişkilerin kodlarla düzenlenmesine dair çarpıcı bir örnek oluşturduğu için yer verir. Roy’nın burada dikkat çektiği husus, diğer kodlama örneklerinde olduğu gibi, cinsel birlikteliğin kesitlere ayrılması, her bir kesitinin kabul ya da reddedilmeye elverecek şekilde açıkça tasvir edilebilir bir eylemler dizisi gibi görülmesidir. Böylece cinsel alan bir tür sözleşmeye bağlanmış olur.

Cinsel ilişkinin böyle açıkça tasvir edilebilecek, her aşamada belirli koşulların yerine getirilip getirilmediğinin denetlenebileceği sarih ve rasyonel bir süreç olmadığı açıktır. Bütün bu aşamalar cinsel ilişkinin bütününden soyutlanamayacağı gibi partnerlerin duygusal ilişkisinden de soyutlanamaz.

Burada sorgulanması gereken hoyrat bir erkekliğin yükselişi karşısında kadın hareketlerinin açık rıza tanımları ve buna bağlı idari/yasal yaptırımlar talep etmesi değildir. Mevcut koşullarda son derece haklı taleplerdir bunlar. Daha temelde tartışılması gereken, yaşanagelen bu çok genel anlamdaki kültürsüzleşmenin üstesinden bir kodlar/normlar silsilesi yaratarak gelip gelemeyeceğimizdir. Yazar bu soruyu açıkça sormaz. Daha ziyade, bir kültür krizine işaret eden kodlama/normlara bağlama pratiğini açığa çıkarmakla ilgilenir. Bana kalırsa, muhalif hareketler örgütlenme ve toplumsal yaşama müdahale etme hedefine sahiplerse, çözülen kültürel yapıların yerine yeni kültürleri/kültürel kimlikleri nasıl yaratılabileceklerini gündemlerine almak durumdalar. Günümüzde genç kuşaklarda görülen aşırı bireyselleşme, birlikte hareket etmekten kaçınma, yaşamlarına ilişkin olumlu önerileri “güvenli kişisel alanlara” müdahale olarak algılama eğilimleri kendi başlarına birer sorun olarak görülebilir ya da daha temeldeki kültürsüzleşmenin semptomları olarak ele alınabilir. İkinci seçeneğin daha üretken ve sonuç alıcı olacağını düşünüyorum.

Kimlikler mücadelesi: ıstırabın tanınması talebi

Dünyanın Düzleşmesi’nin en önemli temalarından biri, günümüzde ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına, hatta şiddete ve sert normatif yargılamalara, örneğin “iptal kültürü”ne (cancel culture) konu olduğunu gözlemlediğimiz “kimlik savaşları”dır. Bu “kimlik savaşları”, geçmişteki “kimlik” mücadelelerinden bir hayli farklılaşır. Olivier Roy kitabının temel tezi çerçevesinde bu şiddetli kimlik kavgalarını da kültürsüzleşmenin ya da dünyanın “yavanlaşması”nın göstergeleri olarak ele alır.

Bu temanın ele alındığı “Irk Bakımından Trans Olunabilir mi?” alt-başlığını taşıyan bölümde son derece ilgi çekici bir örnekle karşılaşırız. ABD’de yaşayan Rachel Dolezal isimli bir kadın, Beyaz olmayanların haklarını savunan bir örgütün temsilcisidir. Ailesinin evlat edindiği Siyah erkek kardeşinin vasisi olur. Bir Afro-Amerikalı’yla evlenir, Siyah çocukları olur. Bir üniversitede “Siyah Kadınların Mücadelesi”, “Afrika Kökenli Amerikan Kültürü” gibi dersler verir. Koyu bir teni, rasta örgülü saçları vardır. Sonuç olarak kendini Siyah olarak takdim eder. Daha sonraları erkek kardeşi Dolezal’ın Beyaz olduğunu, bir sarışın olarak Beyaz bir ailede doğduğunu ifşa eder. Olay tam bir skandala dönüşür. Dolezal temsilciliğini yaptığı örgütten çıkarılır, Siyah dernekleri ve ilerici hareketler tarafından kınanır. [iv]

Kimlik mücadelelerinde kültürsüzleşmenin yol açtığı dönüşümü anlamak açısından Rachel Dolezal’ın savunusu oldukça ilginçtir. Başkalarının cinsiyet bakımından trans olması gibi, o da özgür seçimiyle kendini Siyah ırkla özdeşleştirmiştir. Cinsiyet biyolojik temelli değilse ırk neden biyolojik temelli olarak algılanmaktadır?

Buradaki çelişkiyi anlamak, yani Siyah kadın örgütlerinin Dolezal’ı “ırk sahtekârı” olarak ilan etmesinin nedenlerine eğilmek için Roy, Dolezal’la röportaj yapan ABD’li Siyah bir kadın yazarın, Ijeoma Oluo’nun düşüncelerine yer verir. Oluo, Dolezal’ın kendini Siyah olarak takdim etmesini eleştirirken onun Siyahların yaşadığı deneyimleri yaşamamış, örneğin atalarının kölecilerin zalimliklerine maruz kalmamış olmasını vurgular. Bu yüzden Dolezal’ın kendini Siyah olarak tanıtması, geçmişteki acı dolu tecrübeleri paylaşan Siyah kadınları incitmekte, onlara acı vermektedir.

Bu durumda Siyah kimliği geçmişte çekilen ıstıraplarla tanımlanmış olur. Dolaysıyla Dolezal’a gösterilen fazlasıyla şiddetli tepki, gerçekte, Siyah kimliğini temellük etmeye, yani kendine mal etmeye çalışmasından kaynaklanmaktadır, ki bu da geçmişteki acıları yok saymakla eşdeğerdir.

Bu çerçeveden baktığımızda günümüzde kimlik kavgalarında görülen şiddetin, saldırganlığın ve yaptırım taleplerinin nedenlerini de daha iyi analiz edebiliriz. Dolezal ile onunla röportaj yapan Siyah yazar Oluo arasındaki çekişmede kişilerden biri diğerini, kimliğini elinden almakla suçlamaktadır; birisi ıstıraplarla dolu bir geçmişin, diğeri ise seçme özgürlüğünün elinden alınması adına yapar bunu.

Roy’ya göre bu “kimlik kavgalarını” geçmişte, örneğin 1960’larda Siyahların kimlik hareketlerinden ayırt eden asli unsur, adına mücadele edilen kimliklerin artık gerçek/yaşayan kültürler üzerinde yükselmemesidir: “Bir dil, din ya da ortak kültürün birleştirdiği ‘topluluklarla’ değildir işimiz. Toplumun arta kalanıyla etkileşime girdiğinde anlam oluşturan muayyen sayıda işaret etrafındaki gruplaşmalarla karşı karşıyayızdır.” [v] Kimlikler, onları var eden kültürel bağların çözülmesine paralel olarak bazı kimlik parçalarına, bir dizi işarete indirgendiği içindir ki onların temellük edilmesi bu kadar gürültü koparmaktadır. Söz konusu kimliklerin bir işaretler dizisine indirgenmesi, bu kimliklerin sahiplerini de tedirgin eder, onları emniyetsiz bir statüye yerleştirir. Kimliklerinin başkaları tarafından temellük edileceği korkusunun altında kayganlaşan bu kültürel zemin yatar. Aynı zamanda günümüzde kimlik mücadelelerinin geleceğe değil geçmişe dönük olmasına, ortak muhayyileye dayanan bir ütopyaya değil tarihte yaşadıkları ıstırapların tanınmasına odaklanmasına yol açmaktadır bu durum.

Bugün kimlik mücadelelerinin, ayrımcılıklara yol açan toplumsal yapıların değiştirilmesi talebi yerine geçmişteki ıstırapların kamusal alanda tanınması talebini öne çıkarması bu şekilde daha iyi anlaşılabilir. Muhtemelen bu “tanınma”, söz konusu cemaatlerin artık belirli simgelere indirgenmiş “kimlikler” etrafında daha sıkıca kenetlenmesini sağlayacaktır.

Toplumsal kesimlerin haklarından “benim haklarıma”

Yaşanan “kültürsüzleşmenin” muhalif hareketler açısından yol açtığı en önemli temalar, bir önceki bölümle bağlantılı olarak, “Istırap ve Telafi: Devrimden İnsan Haklarına” başlıklı bölümde tartışılıyor.

Olivier Roy’yı izleyerek çağdaş kimlik mücadeleleri ile 1960-1980 döneminde benzer kimlik taleplerini öne çıkaran hareketler arasındaki en önemli farklılığı şöyle formüle edebiliriz: 1960-80 döneminde belirli toplumsal kesimlerin, örneğin kadınların, LGBT bireylerin, Siyahların vs. talepleri dile getirilir ve bunların birer “hak” olarak kazanılması için iktidarlarla mücadele edilirken şimdi durum oldukça farklıdır. Günümüzdeki kimlik aktivistleri çoğunlukla, bireylerin özgül gereksinmelerinin daha fazla göz önüne alınmasını savunmaktadır. Örneğin, interseksüel kişiler biyolojik cinsiyeti ile toplumsal cinsiyeti aynı olan cis-cinsiyetli kişilerle aynı gereksinmeleri duymazlar. Bu farklılıklar dikkate alınmalı, diğerleriyle “basit bir eşitlik” sağlamakla yetinmek yerine her kişinin özgüllüğü ve tekilliği tanınıp hassasiyetine saygı gösterilmelidir. Roy’ya göre, toplulukların temel taleplerinin yerini bireylerin özgül gereksinmelerinin alması, haliyle, kimliği kişi-merkezli bir kategori olarak tanımlama eğilimine yol açar. Artık üzerinde durulan egemen yapıların belirli toplumsal gruplar açısından yarattığı eşitsizlikler değil bu yapıların bireyler açısından doğurduğu ıstıraplar ve mağduriyetlerdir. Böyle olunca da kolektif bir iktidarın, farklı bir kolektif yaşamın inşası değil “bölük pörçük öznel duruşlar kümesinden gelen bir bireysel talepler politikasıyla” karşılaşırız.

Yazara göre buradan birkaç önemli sonuç çıkarmak mümkündür. Öncelikle katılımcıların, bireysel yaşamöyküleri boyunca yaşadığı ıstıraplar temelinde bir araya geldiği bu gruplar “büyük bir ortak öyküden” yoksundur; dolayısıyla ortak bir muhayyileye sahip olmadıkları gibi ortak bir ütopya da inşa edemezler. Oysa, Roy’ya göre, “kültürü oluşturan yegâne şey bu büyük ortak öykülerdir”. Bu gruplar, örneğin ülkemizde Kürt halkının mücadelesi gibi, yaşayan kültürleriyle donanmış şekilde siyaset sahnesine çıkan ve taleplerinin karşılanmasını isteyen kolektifler olmaktan uzaktır. [vi] Istıraplarının kamusal alanda tanınmasını ve toplumsal yapıyı değiştirmekten ziyade geçmişteki acılarının telafi edilmesini talep eden bu yeni gruplar, belirli bir kıstaslar kümesinden (Siyah olmanın, interseksüel birey olmanın vs. kıstasları) hareketle oluşturulmuştur. Kimliğin bu şekilde tanımlanmasının nedeni ise, “artık onun hissedilen ve bir kültüre, topluma ve tarihe anlam katan bir vakıa olmamasından” kaynaklanır. [vii] Bu tespit bizi kitabın ana tezine götürür: Kimlikler kültürsüzleşmektedir, çünkü kültürel değerler üzerine değil bireysel özgül ihtiyaçlar üzerine kurulmaktadır. Eğer böyleyse, yani kimlikler kuşatıcı olmaktan çıkmış, geniş kolektifler oluşturmak üzere insanları bir araya getiren bir değerler kümesi olma özelliğini kaybetmişse, o zaman toplumu bütünleştiren müşterek bir siyasi alan nasıl kurulabilir? Müşterek siyasi alan, nihayetinde, kuşatıcı kimlikler etrafında bütünleşmiş farklı kolektiflerin birbirleriyle mücadele ettikleri evrendir.

Roy’nın ikinci önemli sonucu ise daha doğrudan örgütlenme sorunuyla ilgilidir. Belirli bir kategoriyle, örneğin cinsiyet kimliğiyle ilgili belirli farklara bu denli önem atfedilecekse (yazar burada LGBT ifadesine çok sayıda “+” eklenmesi olasılığına gönderme yapar), örgütlenme için zorunlu koşul olan asgari bir kitlenin bir araya gelmesi nasıl mümkün olacaktır? Karşımıza çıkacak olan, özgül talepleri ve hassasiyetleriyle istikrarsız gruplaşmalar oluşturma eğiliminde olan bir bireyler derlemesi olmayacak mıdır?

Yeni değerlere dayalı muhalif hareketler yaratabilmek…

Beni Dünyanın Düzleşmesi kitabını çevreme tavsiye etmeye ve bu yazıyı yazmaya iten temel motivasyon, geniş anlamıyla kültürel erozyon (kültürsüzleşme) ile toplumsal hareketlerin yaşadığı sorunlar arasındaki yakın ilişkiyi günümüz itibarıyla tartışma imkânı sunmasıydı.

Dünyanın Düzleşmesi’nin oluşturmaya çalıştığı perspektiften ve önceki bilgi ve deneyimlerimizden yola çıkarak şu tespitlerin yapılabileceğini ve belirli öneriler geliştirilebileceğini düşünüyorum.

Öncelikle, Roy’nın bahsettiği antropolojik anlamdaki kültürel dönüşümler ile siyasal iktidarlar arasında genellikle düşündüğümüzden farklı bir bağlantı olduğu pekâlâ öne sürebilir. Günümüzdeki baskıcı-faşizan siyasi yönetimler ile toplumsal bağların çözülmesi, hatta “toplumsal çürüme” dediğimiz fenomen arasındaki bağlantıyı bu bağlamda yeniden düşünmek faydalı olacaktır. Örneğin, Türkiye’de seküler muhalefetin ezici çoğunluğu bu bağlantının yukarıdan aşağıya doğru işlediğini, yani mevcut AKP-MHP iktidarının toplumsal çürümeye yol açtığını düşünme eğilimindedir. Siyasal yönetimler kökleri derinlerde yatan kültürel bağları bu ölçüde dönüşüme uğratabilirler mi? Mevcut iktidarın oluşturduğu yaygın rant yapısı ve kurumların içini boşaltmasıyla toplumsal çürümeye ciddi bir katkı sunduğundan kuşku duyamayız. Bununla birlikte, Dünyanın Düzleşmesi’nde bahsedilen küresel düzeydeki dönüşümlerin baskıcı-faşizan iktidarların üzerinde yükseldiği zemini çoktan oluşturduğu, hatta söz konusu yönetimlerin bu şekilde oluşan toplumsal zemin üzerinde “sörf” yaptığı da doğrudur; hatta bu “altyapısal” dönüşümün daha belirleyici olduğu öne sürülebilir. Bu durum muhalif hareketleri toplumsal-kültürel bağlar üzerine daha fazla düşünme, alternatif kültür politikaları ve pratikleri geliştirme sorumluluğuyla karşı karşıya bırakıyor.

Yazar “Sonuç Niyetine: İnsanca, Yeterince İnsanca Değil” alt-başlığını taşıyan sonsözde “Kültürü nasıl yaratmalı? Müşterek bir muhayyile üzerine kurulu bir toplumsal bağı nasıl yeniden inşa etmeli?” sorularını sorar. [viii] Bu soruları yanıtlamak kolay değildir; yazar da zaten böyle bir çabaya girişmez. Yine de ufukta görünen tek alternatif budur: Kodlamalar/norm silsileleri, yazarın otoriter pedagoji adını verdiği yönetmelikler ve söylemlerle, gerçekte bir konformizm türü olan “siyaseten doğruculuğun” sınırlarını aşıp içselleştirilmiş değerler yaratamazlar. Sonuçta, insanların belirli normlara değer verip uyar göründüğü, gerçekte ise birbirlerine karşı daha da fazla kayıtsızlaştığı bir toplumsal iklimin ortaya çıkması daha güçlü bir olasılık. Öte yandan muhalif hareketlerin kendi başlarına yeni bir kültür yaratabilmesi de pek olası değildir. Reel sosyalizmin “yeni bir insan yaratma” iddiasının retorikten ibaret kaldığını biliyoruz. Fakat muhalif hareketlerin farklı tarihsel dönemlerde dayanışma gibi, bireyin çıkar gözetmeden başkaları için çaba göstermesi gibi, birbirini gözetmek ve kritik dönemeçlerde yapıcı müdahalelerde bulunmak gibi toplumsal kültürün olumlu değerlerini öne çıkardığı da bir gerçektir. Radikal bir duruş iddiasındaki muhalif çevrelerin ürün merkezli bir bakışla faaliyetlerini bir “işler” veya “projeler” dizisinden ibaret görmemesi, nitelikli üretimle etik değerlerin, bir yaşam tarzının, bir değerler kümesinin birlikte örülmesine, gerçekten esin kaynağı olabilecek kimliklerin inşa edilmesine özen göstermesi günümüzdeki büyük kültürel erozyon karşısında etkili bir yol olarak önümüzde duruyor.

Dipnotlar


[i] Çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, Nisan 2024. Kitabın çevirisinin Türkiye’de sosyal bilimler alanında eşine az rastlanır derecede iyi olduğunu belirtmeliyim. Haldun Bayrı’nın çevirisi, tercih ettiği bazı Türkçe karşılıklara biraz alıştıktan sonra, yazarın görüşlerini ve verdiği örnekleri “Türkçe düşünme” imkânı veriyor, ki bu da okura böyle bir kitabın içinden çıkabilmek için önemli bir kolaylık sağlıyor.

[ii] “Kültürsüzleşme” olarak çevrilen kavramın Fransızca orijinal karşılığı “déculturation”dur.

[iii] A.g.e. s. 141-42.

[iv] A.g.e. s.147-48.

[v] A.g.e. s.151.

[vi] Bu çerçeveden hareketle ülkemizde 90’lı yıllarda milyonlarca Kürt vatandaşın köylerinden büyük şehirlere sürülmesinin, kültürel kimliğin her yönüyle yeniden üretildiği somut zeminden kopartılarak zayıflatılmasına nasıl hizmet ettiği, asimilasyonun dil-kırımı da içeren bir kültür-kırıma nasıl dönüştüğü, söz konusu devlet politikalarının etkisinin zayıflatılması için ne tür kültür politikaları izlenmesi gerektiği gibi sorun alanlarının önemini bir kez daha vurgulayabiliriz. Öyle görünüyor ki bu politikalar Kürtlerin kitlesel şekilde göç ettirilmesinin ötesinde mücadeleyle öne sürülen kimlik taleplerini, bu taleplerin üzerinde yükseldiği yaşayan, canlı kültürel altyapıdan yoksun bırakmayı amaçlıyordu. Son zamanlarda öne çıkan “yaşam tarzı Kürtçülük” tartışması bu durumla yakından ilgili olsa gerek.

[vii] A.g.e. s. 157.

[viii] A.g.e. s. 194.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2025. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X