Güney Mengen, "Çalınan Dikkat, İrade Felci ve Toplumsal Özne", elyazmalari.com, 13 Ocak 2023
Şimdiye kadar, içinde yaşadığımız topluma dair birçok tanımlama yapıldı. Gözetim, tüketim, denetim, performans, yorgunluk toplumu; palyatif, McDonald’slaşmış, kuşatılmış, yabancılaşmış, uykusuz toplum…
Felaketler, belirsizlik, dijital ve canavarlar çağı vd. Bu tanımlamalar dahi çok boyutlu ve karmaşık bir çağda ve toplumda yaşadığımıza işaret. Evet, devletler, şirketler ve erkekler tarafından gözetleniyoruz, yönlendiriliyoruz, yorgunlaştırılıyoruz, iradesizleştiriliyoruz…
Bunlardan yakınmanın bir anlamı var mı?
Kendimizin dışında bir şeyler gelişiyor ve elimizden bir şey gelmiyor gibi hissediyoruz.Egemenler, bu faaliyetleri yalnızca kendileri olarak ve yalnızca kendi aygıtlarıyla yapsalardı bu kadar başarılı olamazlardı. Günümüzdeki piyasa odaklı toplumsallığın özelliği, egemenlerin kuşatma faaliyetlerini bizi de birer öznesi haline getirerek gerçekleştirmesi. Biz de işin içindeyiz, failiz, özneyiz; çevremizdeki insanları hatta tanımadığımız insanları bile gözetliyoruz, denetliyoruz, rasyonelleştiriyoruz. Bir başkasının denetimi, gözetimi, yorgunluğu vd. bizim bu toplumsallığı yeniden üretmemizden geçiyor. Bunu dışarıdan yapamayız, biz de içerideyiz.
Eğer insan doğası denilen şey, içinde bulunduğumuz “toplumsal ilişkilerin bütünü” değil de tek tek bireylere özgü ve statik bir şey olsaydı böyle bir çağda ve toplumda yaşadığımız için oldukça kaygı duyabilirdik, kaygı duymakta da haklı olurduk.
Oysa söz konusu kuşatmalara rağmen ya da bizzat bu kuşatmaların bir sonucu olarak sadece “fail” değil aynı zamanda bu sürecin “yıkıcı” öznesiyizdir. Üretken etkinliklerimiz, doğayı ve toplumsal ilişkilerimizi olduğu gibi kendi doğamızı da değiştirip dönüştürmemize neden olur. Bunu, kapitalist toplumsal ilişkilerin bir sonucu olarak kimi kapasitelerimizi kaybetmenin yanı sıra kimi yeni kapasiteler kazanarak yaparız.
Bu yüzden, sözgelimi 500 sene evvelki toplumsal ilişkilerin içinde şekillenen bir insanın günümüz kapitalist toplumsallığına uyum sağlaması beklenemez.
Yine bu yüzden, bir tarihsel-toplumsal bağlama oturtmadan, bugünün insanını önceki çağların insanları ile karşılaştıran kimi psikolojik, nörolojik ve fizyolojik değerlendirmelere mesafeli olmalıyız. Kaybettiğimiz, kaybetmemek için direndiğimiz ya da kazandığımız kapasitelerimizi ancak böyle bir tarihsellik ve toplumsallık bağlamında ele alabiliriz.
Dijital Kompleks
Birçok kapasitemiz tarih boyunca rıza ya da zor yoluyla çalındı. Geniş yığınları ikna etmek, toplumsal rıza üretmek için birçok araç geliştirildiyse de tarihin her döneminde olduğu gibi bu döneminde de bunların yeterli olmadığı durumlarda zor aygıtlar devreye girdi. İnternet kompleksi bu ikisini de içeren ama ikisinden farklı da olan özelliğe sahip.
Dijital platformlarda her hareketimiz data olarak kaydedilir, bu bir gözetim sürecidir. Daha sonra yapılandırılmış dataların depolandığı veri tabanları çeşitli algoritmalarla eşgüdümlü hale getirilerek birer tüketici ya da potansiyel tüketici “etiketimiz” oluşturulur.
Bu basit bir “beğendiğimiz, beğenebileceğimiz şeyler” etiketinin çok ötesinde ve iki yönlü bir etikettir. Sadece görünen değil, güçlenip zenginleşmesi istenen potansiyeldir aynı zamanda. Etiketlerimize uygun veriler, reklamlar sistematik bir şekilde karşımıza çıkartılarak o potansiyel gerçekleştirilir. Zamanla bizi biz yapan şey o etiket olur ve o etiket yeni bir biz yaratır.Egemenler, üzerimizdeki gözetim ve yönlendirme faaliyetlerini büyük oranda tek merkezden (örneğin, silikon vadisinden) yapılabiliyor artık. Seçimlerde kazanması istenilen aday öne çıkarılabiliyor, reklam şirketleri belirli araçlarla, belirli bir süre, belirli bir hedef kitleye yapılan reklam sonucu piyasaya sürülen ürünün ne kadar satılacağını çok az sapmalarla hesaplayabiliyor, greenwashing gibi yöntemlerle geniş kitleler manipüle edilebiliyor.
Dijital platformlarda bu kadar vakit öldürmeye kimse bizi “zorlamıyor” ama tam anlamıyla rızamız olduğunu da söyleyemeyiz; bu platformlarda nasıl olduğunu anlamadan saatlerimizi geçirdikten hemen sonra bir pişmanlık duygusuyla baş başa kalıyoruz. Neyse ki pek uzun sürmüyor bu duygu! Rızayı da zoru da içeren, tam da bugüne özgü işlevselliği olan bir mekanizma.
Çalınan Dikkat
Johann Hari’nin Çalınan Dikkat: Neden Odaklanamıyoruz? kitabı toplumun dikkat ve odaklanma kapasitesindeki büyük düşüşün nedenleri ve olası sonuçları üzerine çok çarpıcı bir içeriğe sahip.
Hari, kitabı yazarken, Slikon Vadisi’nde bir milyar insanın yaşam tarzını, neleri göreceğini, neleri görmeyeceğini, duygu ve düşüncelerini belirleyen, insanları sosyal medya platformlarında daha fazla “meşgul etmek” için çalışanlardan Tristan ve Aza Raskin ile buluşuyor.Tristan, “Kullanıcı ne kadar uzun süre meşgul edilirse o kadar iyi. Bunun basit bir nedeni var. İnsanların telefonlara baktığı süre arttıkça gördükleri reklam sayısı ve böylece Google’ın kazandığı para artıyor.” derken bu platformların amaçlarının “dünyayı birbirine bağlamak” kadar masum olmadığını ortaya koyuyordu.
Hari, “Alt tarafı bir butona basacaksınız” ve istediğiniz zaman telefonu ya da bildirimleri kapatabileceksiniz diyenlere de bunun bir “zalim iyimserlik” olduğunu belirterek; Tristan’ın “Kendinize hâkim olmayı deneyebilirsiniz, ama ekranın diğer tarafında size karşı çalışan bin tane mühendis var.” sözlerini hatırlatıyor.
Dünyanın dikkatini dağıtmaktan büyük bir sorumluluk hisseden, endişelenen Tristan ve Aza bunu değiştirmek için çabalasalar da sonunda bu şirketlerin kendilerini hiçbir zaman sınırlandırmayacaklarını anladıklarında büyük bir çaresizlik hissediyorlar.
Zaman zaman internetin daha özgürlükçü düşüncelerin yayılması hatta bu fikirler etrafında örgütlenilmesi yönündeki imkânlar öne sürülse de Jonathan Crary internetin bir örgütlenme aracı olarak çuvalladığını söylerken haklıydı.
“Gerçekten de internet kompleksi hiçbir zaman kapitalizm veya savaş karşıtı gündemleri büyütmekte ve sürdürmekte en ufak bir başarı sağlayamadı. Gücünü kaybetmiş insanlara farklı kimliklerin, mezheplerin ve çıkarların bulunduğu seçenekler sundu, özellikle gerici grup oluşumlarını tahkim etmede etkili oldu.
İnternetin ürettiği bu dar görüşlülük, tikelciliğin, ırkçılığın ve neo-faşizmin kuluçka makinesine dönüştü.” (vesaire.org)
İnternetin sağladığı imkânlar var ve taşıdığı potansiyel bunun çok ötesinde, evet.
Bireyler, kolektifler ve yığınlar tarafından bu imkânlar zorlanarak pek çok şey yapıldığını da biliyoruz. Fakat egemenlerce bu imkânların sınırları çizilmiş durumda.
İnsanların dikkatini dağıtmaya özel olarak kurgulanmış algoritmalarından, zihin akışının ketlenmesine, bilişim teknolojisinin tetiklediği hızın ve geçişlerin bir sonucu olarak birbirinden farklı hatta tam zıttı konulara verdiğimiz tepkilerin aynılaşmasına, özellikle çocukluktan başlayarak yaygınlaşan DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) vakalarına, beslenme alışkanlıklarının bozulmasına, kirliliğe, odaklanma kapasitesini azaltmasına kadar birçok yönüyle interneti kontrolünde olduğu güçlerden bağımsız, kendisi olarak ele alamayız.
Bu nedenle internet bugün dikkatimizle birlikte birçok kapasitemizin, birçok şeyi deneyimleme imkânımızın, ilgimizin ve merakımızın çalınmasına yol açıyor, tahayyül ettiğimizin tam zıttı yönde bir kültür inşa ediyor, irademizi felç ediyor.
Dikkatimizi çalanlara karşı kolektif bir karşı çıkışı nasıl yaratabiliriz?
Bunu telefonlarımızın bildirimlerini kapatarak ya da çok çalışıp Slikon Vadisi’nde bir mühendis olup “sistemi içeriden değiştirmek” gibi parlak fikirlerle yapamayacağımız çok açık.
Kapitalizm, erken döneminde büyük işçi yığınlarını kentlere toplayıp zamanlarını çalışma koşullarına uygun biçimde organize etmeleri için kent meydanlarına saatler yerleştirdi.
Zamanlarının çalındığını söyleyerek Fransız Devrimi’nde olduğu gibi saatleri parçalamak işçilerin zamanının çalınmasına engel olmadı. Bugün de telefonlarımızı parçalamak ya da en azından bir kenara bırakmak bu sorunu çözmeyecek. Bu sistemde, çalınmaya yazgılı bir zamanımız olduğu gibi çalınmaya yazgılı bir dikkatimiz var.
Daha Korkunç Olan
Aslında birçoğumuz daha büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz ama onu yıkma, değiştirme kudretini hatta bazen cüretini kendimize yakıştıramıyoruz. Bunlar genelde başkalarının yapması gereken ya da ancak başkalarının yapabileceği “büyük işler” gibi geliyor.
Yalnız ve güçsüz hissettiriliyoruz; ne yapacağız, nasıl yapacağız kimlerle yapacağız bu büyük şeyi? Hem ne gerek var şimdi, nasılsa öyle ya da böyle yaşamıyor muyuz?
Ama her sorunun altında aynı şey yatıyorsa ve bu sorunları çözemiyorsa bu büyük şey, büyük olmasının yanı sıra sandığımız kadar güçlü olmayabilir mi?
Dev şirketlerin devletlerle iş birliği içinde milyarlarca insanın ne düşüneceğini, neyi satın alacağını, nereye gideceğini, neleri seveceğini, hangi siyasi figürü destekleyeceğini belirlemesi, buna karşı mücadele etmekten daha korkutucu gelmiyor mu?
Ya da insanlık tarihi düşünülünce, insanın şu kısacık ömründe bile, kolektif deneyimin ve birikimin sonucu olarak birçok konuda uzmanlaşabilecek, yaşamla çok yönlü bağlar kurabilecek kapasiteye sahipken, 40 sene, üzerinde hiçbir söz hakkı olmadan, aynı basit hareketleri yaparak, belki bulunduğu ilden hatta ilçeden çıkmadan ömrünü geçirmesi…
Yine insanlığın ve doğanın binlerce yıllık birikimi sonucu birçok hastalığın tedavisi bulunmuş olmasına rağmen ilaç şirketlerinin binlerce insanın hasta olarak yaşayıp hasta olarak ölmesine seyirci kalması…
Binlerce evsiz sokakta yaşarken, milyonlarca insan kiralarını ödeyemezken birilerinin onlarca evinin olması…
Doğanın, şirketlere bahşedilip pervasızca yağmalanması, kadınların sokak ortasında öylece öldürülmesi, neden, nereden çıktığını bilmediğimiz yeni bir dünya savaşı…
Kabul edelim bunlar büyük meseleler, öyle ha deyince çözülebilecek gibi de değil ama nereye kadar bu şekilde sürebilir; mücadele etmekten başka bir çaremiz var mı?
Tüm bunların tanrının bir buyruğu ya da birilerinin daha fazla, birilerinin daha az çalıştığı için böyle olduğuna bizi inandırabilirler mi?
Johann Hari anneannesi ve babaannesiyle yeğeninin yaşamları arasındaki farktan bahsederken şöyle diyor; “… muazzam bir başarı ve bunun gerçekleşmesinin tek bir nedeni var. Sıradan kadınların bir araya gelip örgütlü bir hareket oluşturmuş ve bunun için savaş vermiş, işler zora girdiğinde bile savaşmaya devam etmiş olması.…Dikkatimizi bizden çalan devasa kuvvetleri düşünürken bugün pek çok insan böyle düşünmeye itiliyor ama güçsüz olduğumuz, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimiz şeklindeki kötümser inanç yanlış aslında.”
Çalınanı Geri Alma
Şimdi “bizden çalınanları geri almak” gibi bir derdimiz var. Dünyayı anlama ve değiştirme iddiası taşıyan siyasal özneler açısından bu daha da önemli bir konu. Odaklanma kapasitesindeki daralma devrimci eylemin harekete geçme, yıkıcı ve yaratıcı bir güce sahip olma özelliğini doğrudan etkiliyor. Zaman zaman bizi derinden etkileyen, bizzat deneyimlediğimiz, “yaramızın kanadığı” ya da büyük anlamlar atfettiğimiz konularda dahi çiğ bir yüzeyselliğin hâkim olmasının bir nedeni de bu olabilir. Doruklara sevdalanıyoruz ama yüzeyde geziniyoruz. Derinlere inme, doruklara çıkma işine felç olan iradelerimizi kazanmaya çalışmakla başlayabilir miyiz?
İrade dediğimiz şey biraz da yaşama müdahale etme gücü ve cüreti değil midir? Normal olan buymuş gibi tümüyle belirlenen yaşamlarımızda adım adım belirleyen olma süreci değil midir? Öyleyse bu, gündelik yaşamlarımızdan başlayarak, yaşadığımız mahallelere, kentlere, üniversitelerimize, işyerlerimize, gezegenimize, zamanımıza, örgütümüze müdahil olmaktan geçiyor.
Yaşamımıza dair belirleyici kararları bir kenara bırakalım, gündelik yaşamımıza dahi müdahalemiz çok sınırlı. Çalıştığımız yerlerde hangi bütünün parçasını ürettiğimiz bizi ilgilendirmiyor artık. “Just do it!” amentümüz oldu. Kimseyle büyük bir tutkuyla özgürlükçü bir ilişki kuramıyoruz. Geleceğe dair büyük fikirleri, bir kenara bırakalım, gündelik düşünsel faaliyetlerimiz belli temel ihtiyaçların giderilmesi ve belki birkaç kalıp cümleyi ifade etmekle geçiyor. 300 kelimeyi aşmayan gündelik konuşmalarımız “abuklama” değil de ne?
Bu kadar edilgen olduğumuz bir yaşamda her şeyin bizim etrafımızda döndüğünü düşünmek ancak bizi de içine alan bir sis makinesinin yapabileceği bir şey olmalı.
Dikkatimizin çalınmasına karşı, bu durumdan şikâyet etmekle yetinmeyerek, devletlerce ve şirketlerce sosyal medya denetiminin ve data satışının yasaklanması talebini yükseltebiliriz. Çalışma saatleri, ücretler, sosyal haklar kadar önemli olan bu talep bugün çocuklardan yetişkinlere kadar hepimiz için öne çıkarılması, sendikaların, özellikle sağlık, psikoloji meslek örgütlerinin gündemine alması gereken bir konu. Teknoloji karşıtlığı yapan ya da bu durumdan sürekli yakınan “boomerlar” olmak istemiyorsak, sermaye ilişkilerinden koparılmış dijital tasarımların peşine düşebilir, bu çabaları destekleyebiliriz. Bunlarla birlikte yaşamın her alanında özneleşme pratikleri üzerine düşünmemiz, eylememiz gerekiyor.
Öğrencilerin derslerine ilgisiz olmasının nedeni, sahiden de o bilgilerin “gerçek hayatta ne işe yarayacağından” koparılmış olması olabilir mi?
Öğrencilerin üniversite yönetimine katılmayı talep etmesi; göreceği dersleri belirlemeye talip olması, kim için, ne için, nasıl bir bilim üreteceğine karar vermek istemesi işte böylesi bir çalınanı geri alma tarihselliği ve bilinciyle donatılmalı.
Doğanın, şirketlere sınırsız bir sömürü alanı olarak sunulmasına, gezegenin neresinde olursa olsun, burjuva hukukunun sınırlarına takılmadan gösterilen karşı duruşa, özel mülkiyeti, ulusal sınırları tehdit eden bir “yeryüzü yurttaşlığı” inşa etme anlamı yüklenmeli.
Yaşadığımız mahalle ve kentlerin, ulaşımdan barınmaya kadar nasıl olacağına dair kararların yalnızca belediye meclislerince, ya da aslında esas karar verici olan valiler ve kaymakamlarca veya daha yüksek makamlarca alınmasına itiraz edip, içerisinde bizim yer alacağımız mekanizmalar inşa etmemiz gerekiyor.
Böylesi yönelimler, kapitalist toplumsallığın nesnesi olmaya karşı kendi yaşamlarımızın öznesi olma cüretidir. Bu cüret, özneleşmenin ve özgürleşmenin kapısını aralayan özgürlükçü-devrimci iradenin kendisidir.
Devrimcilerin arasında bile, hem böylesi bir özneleşmenin coşkunluğunu, enerjisini, neşesini, yaratıcılığını taşıyanları, hem de ne yazık ki bir edilgenlik halinde Godot’yu bekleyenleri görürüz.
Yaşamın her yanı ve her anı iradeleşmenin, özneleşmenin, güçlenmenin bir savaş alanı olabilir. Eğer “belirlenen” durumundaysak yapıp ettiklerimiz kimi tahakküm ilişkilerini yeniden üreten bir “özneleşmenin” de bir aracı olabilir.
Devrimci Örgütlerimiz
Devrimci örgütlerimiz, özneleşmenin biçiminin ve içeriğinin sistemin kendiliğinden akışının nesnelliğine ya da kişinin kendiliğindenliğine bırakmadan belirleneceği mekanizmalardır.
Öyle ki, kişinin kendisiyle, kendi nesnelliğiyle, içinde bulunduğu nesnellikle ve toplumsallıkla savaşıma girecek, bu savaşımı kazanımlarla sürekli kılacak, her aşamasında yaratıcı bir enerji ile yeni bir nesnellik ve toplumsallık ürettiğinin bilinciyle donatacak yönde ön açması gerekir.
Etkimizin ve aynı zamanda etkilenebilme fırsatımızın olduğu alanlara, konulara, mekanizmalara kendimizi daha çok veririz, daha sıkı sarılırız, “militanlaşırız”.
Spinoza’da bu neşe olarak karşımıza çıkar:
“…dahası, Spinoza’da neşe bir duygu değil, birinin etkileme ve etkilenebilme gücünün artışıdır. Bir şey yapabilme ve hissedebilme kapasitesinin artışıdır. Bu nedenle yaratıcılıkla ilişkilidir ve belirsizliği kucaklar.” (Neşeli Militanlık)
Örgütlerimiz, dünyayı anlamayı ve değiştirmeyi işte bu etkileme ve etkilenme diyalektiğinin (bazıları için özne-yapı) yanı sıra kişilerin bir şey yapabilme, hissedebilme ve anlamlandırabilme kapasitelerini artırarak ve artırdığı oranda yapabilir. Yapı dediğimiz şeyi oluşturan da tek başına değil ama tek tek özneler ise, birbirimizin etkilenmesinden, dönüşmesinden, yeni kapasiteler kazanmasından kendimizi sorumlu hissetmeli, buna uygun bir yapının özneleri olmayı titizce seçerken aynı zamanda o yapının bu yöndeki kapasitesinin güçlenmesine katkıda bulunmalıyız.