Bürkem Cevher, "Depresyona farklı bir bakış", Agos Kitap / Kirk, Eylül 2019
Hemen hepimiz ya ez an bir kere depresyona girmişizdir ya da yakınımızda depresyondan mustarip birileri vardır. Ben de ABD’de doktora yaptığım dönemde oldukça sarsıcı bir depresyon deneyimini tattım ki etkilerini hâlâ dönem dönem hissederim. Bu nedenle de Metis Yayınları’nın yayınladığı Barış Engin Aksoy’un Türkçeye çevirdiği Kaybolan Bağlar: Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler hemen ilgimi çekti. Johann Hari, depresyonun bilindik öyküsü olan beyin kimyasında dengesizlik veya genetik sebeplerden çok daha fazlasının rol oynadığını fark etmiş, bu bilgilerin ve çalışmaların peşine düşmüş. Kendisi de uzun yıllar antidepresan kullanmış ve çeşitli kereler majör depresyonun kucağına düşmüş biri olarak Kaybolan Bağlar’da hem kendi depresyon hikâyesini anlamaya hem de kimyasallar dışında olası çözüm yollarını bizzat deneyimlemeye çalışmış.
Klasik Hikâye
Hari uzun süre antidepresan tedavisi görmüş. Tedavisinin başında doktoru ona beynindeki kimyasal sistemde bir dengesizlik olduğunu ve beyninin yeterli serotonin salgılamadığını söylemiş. Eğer eksik olan serotonin bir şekilde yerine konursa iyileşeceğini söylemiş. Bu klasik hikaye bugün neredeyse tüm psikiyatristlerin biz hastalarına anlattığı klasik hikaye. Hari’nin durumunda ise ilaçlar bir süre iyi geldikten sonra Hari tekrar başladığı noktaya geri dönmüş. Doktoru da ilaç dozunu arttırmış. Ancak ilaç dozu gittikçe artsa da sık sık depresyon atakları devam etmiş.
Hari kitabına kendi hikayesi ile başlıyor ve antidepresan ilaçların belki de kaygı ve depresyona kesin cevap olamayabileceğini düşünüyor. Konu üzerinde bir süre araştırma yaptıkça aslında tüm psikiyatristlerin ilaç taraftarı olmadıklarını öğreniyor. Örneğin Irving Kirsch ve Guy Sapirstein isimli biliminsalarının antidepresanların gerçek etkilerini araştırdıkları çalışmaları aktarıyor Hari. Kirsch ve Sapirstein’ın çalışmalarında anlamaya çalıştıkları şey şu: Her ilaçta bulunan kimyasal etkilerin yanında belli bir miktarda da plasebo etkisi vardır. Antidepresanlar söz konusu olduğunda plasebo etkisi ne kadardır?
Antidepresanlar üzerine yapılan ve yayınlanan çalışmaları tarayan Kirsch ve Sapirstein şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşmışlar. “Rakamlara göre antidepresanların etkisinin yüzde 25’i kendiliğinden iyileşmeye, yüzde 50’si ilaçlar hakkında anlatılan hikayelere ve yalnızca yüzde 25’i kimyasallara bağlıydı.” Üstelik yayınlanan çalışmaların çok büyük çoğunluğunun ilaç şirketleri sponsorluğunda yapıldığı, ancak ilacın pozitif etkisi olan durumlarda bu çalışmaların yayınlandığı göz önüne alınmalıydı. Hari, “İlaç şirketlerinin gerçekleştirdiği çalışmaların yüzde 40’ı hiçbir zaman kamuya açıklanmıyor, çok daha fazlası ise seçilmiş parçalar halinde, olumsuz bulgular kurgu odasında bırakılarak açıklanıyor,” diyor.
Johann Hari buradan yola çıkarak depresyonun sebeplerine ve kimyasallar dışında ne gibi çözüm yolları bulunabileceğine dair kapsamlı bir araştırmaya girişiyor. Hem çok ciddi bir literatür taraması yapıyor hem de önemli bilim insanlarıyla görüşüyor. Hatta çözüm yollarını bizzat gözlemek üzere uzun seyahatlere çıkıyor. Tüm çalışmalarının sonucunda da depresyonun dokuz ana sebebi olduğuna karar veriyor. Bu dokuz ana nedenden sadece birinde beyinde meydana gelen bir sorun, diğerinde de genetik yatkınlık varken diğer yedi neden hayatta meydana gelen sorunlara işaret ediyor. Ancak bu nedenlerin hepsinin ortak bir noktası olduğuna işaret ediyor Hari. “Bunların hepsi kopukluk, bağlantısızlık biçimleriydi. Doğuştan ihtiyaç duyduğumuz ama anlaşılan bir noktada kaybettiğimiz bir şeyden uzak düşme biçimleriydi.”
Dokuz neden
Kaygı ve depresyonun birinci sebebini anlamlı çalışmadan kopuk olmak olarak nitelendiriyor Hari. Anlamlı çalışmadan kasıt yaptığınız iş üzerinde kontrolünüz olması, sürekli denetlenmemek, insanlar üzerinde fark yaratabilmek demek. Elbette Hari de herkesin böyle bir işte çalışmasının mümkün olmadığının farkında. Rutin işleri de birilerinin yapması gerekiyor sonuçta. Ancak ilerideki bölümlerde bu işlerin daha cazip hale getirilebileceğini söylüyor Hari. Gelecek korkusu olmadan, temel yaşam giderlerinin garanti altına alınabileceği bir sistemde, insanların kendilerini geliştirebileceğini, aileleri ve dostları ile daha iyi bağ kurabileceğini ve kendileri için anlamlı işlerde çalışabileceğini söylüyor. Bu durumda da daha sıkıcı ve rutin işlerin işverenler tarafından daha cazip hale getirileceğini savunuyor.
Kaygı ve depresyonun ikinci sebebi olarak diğer insanlardan kopuk olarak yaşamayı gösteriyor Hari. Yapılan araştırmalarda yalnız insanların kortizol seviyelerinin yükseldiği ortaya çıkmış. Kortizol hormonu stresli durumlarda yükselen bir hormondur. Hatta John Cacioppo ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada “kendini yalnız hissetmenin kortizol seviyelerinde, yaşayabileceğiniz en rahatsız edici olaylarla aynı ölçüde patlama yarattığı ortaya çıkmıştı. Deneye göre ciddi bir yalnızlık en az fiziksel bir saldırı kadar stres yaratıyordu.” Cacioppo’nun deneylerinden yola çıkan Hari yalnızlığı belirleyen şeyin bir günde kaç kişiyle ilişki kurduğunuzdan çok o kişilerle her iki taraf için de anlam taşıyan bir şey paylaştığınızı hissetmeniz olduğunu söylüyor. Yani diğer insanlarla bağ kurmanın önemine değiniyor.
Üçüncü neden ise anlamlı değerlerden kopuk olmak. Amerikalı psikolog Tim Kasser’in yaptığı bir çalışmada “mutluluğun yolunun bir şeyler biriktirmekten ve yüksek statüden geçtiğini düşünen materyalist insanlarda depresyon ve kaygı seviyeleri çok daha yüksekti.” Kasser’e göre materyalist düşünme tarzı diğer insanlarla ilişkimizi de zehirliyor. Araştırmalara göre “ne kadar materyalistseniz, ilişkileriniz de o kadar kısa süreli ve düşük nitelikli.” Hari hepimizin içinde diğer insanlarla bağ kurma, değer verildiğini ve dünyada bir fark yarattığını hissetme, özerk olma ve bir konuda iyi olduğumuzu hissetme ihtiyacı olduğunu söylüyor. Materyalist bir hayat tarzı sadece mal edinme ve statü göstergelerine odaklandığı için bu ihtiyacı karşılamıyor. Oysa içten gelen başka değerler var ve onlara derin bir ihtiyaç duyuyorsunuz. İşte materyalist yani dışa bağımlı değerlerden kurtulup sizin için anlamlı olan, sizi gerçekten mutlu eden değerlere yöneldikçe kaygı ve depresyondan da o oranda kurtuluyorsunuz.
Beşinci ve altıncı nedenler zaten hepimizin anlayabileceği bariz nedenler. Çocukluk travması ile baş edememek, o travmanın hasır altı edilmesi nedenlerden birisi. İkincisi ise statü ve saygıdan uzak olmak. Statünün yitirilmesi ya da toplumsal ve sosyal hiyerarşide en altta yer almanın, başkalarından saygı görmemenin en büyük depresyon nedenlerinden biri olduğu bilimsel araştırmalarla kanıtlanan bir gerçek. Üstelik bu sadece insanlarda değil hayvanlarda da kaygı ve depresyona neden olan bir durum. Bonoboları inceleyen biliminsanları bonobolar arasında çok ciddi bir hiyerarşi olduğunu ve bu hiyerarşinin en alt kademesindeki bonobolarda tüy dökülmesi, kalp çarpıntısı ve sağlık sorunlarının çok yaygın olduğunu görmüşler.
Kaygı ve depresyonun ana nedenlerinden bir diğeri de doğal dünyadan kopuk olmak. Ruh sağlığı sorunları şehirlerde kırsal bölgelere nazaran çok daha ciddi boyutta. Essex Üniversitesinden bazı biliminsanları İngiltere’de “şehir merkezinde yoksulların oturduğu, bir parça yeşil alan içeren bölgeleri yine yoksulların oturduğu ama yeşil alan içermeyen benzer bölgelerle karşılaştırdılar. Diğer her şey – mesela toplumsal bağ düzeyleri – aynıydı. Ama daha yeşil mahallelerde stres ve umutsuzluğun daha az olduğu ortaya çıktı.”
Son olarak da umutlu ya da güvenli bir gelecekten kopuk olmanın da kaygı ve depresyon nedenlerinden biri olduğunu söylüyor Hari. Gelecekle ilgili umudu olmayan insanın hayata tutunmak için de bir umudu kalmıyor. Psikiyatri birimine yatırılmış iki ergen grubu üzerinde çalışma yapan Michael Chandler isimli bir psikoloji profesörü ağır depresyon yaşayan çocukların gelecekte ne olacağına ilişkin sorular karşısında afallamış göründüğünü, okudukları çizgi romanlardaki karakterlerin gelecekleri hakkında yanıt veremediklerini görmüş. Gelecekle ilgili sorular dışında diğer tüm soruları iki grup da normal bir şekilde yanıtlayabilmiş.
Yas ve çözüm
Tüm bu bilgilerin ışığında psikiyatride biyo-psiko-toplumsal modeli uygulamanın önemi de açığa çıkıyor, diyor Hari. Biyolojik, psikolojik ve toplumsal etkiler depresyon ve kaygıya neden oluyor. Ama çözümü sadece biyolojik yollarda yani antidepresan ilaçlarda aramak sadece semptomlara geçici bir çözüm sağlıyor. Oysa psikolojik ve toplumsal nedenleri çözmeden depresyon ve kaygıyı tamamen iyileştirmenin imkansız olduğunu söylüyor yazar.
Hari antidepresan ilaçlara ihtiyacı olabilecek hastalar olabileceğini kabul ediyor ama onun için asıl önemli olan hastaların yaşadıklarının ana nedenlerinin psikolojik ve toplumsal olduğunun bilinmesi. Ancak hastalığın sebebinin beyin kimyası değil de toplumsal olduğunu öğrenmenin depresyondan mustarip kişi üzerinde çok da büyük etkisi olacağını düşünmüyorum. Depresyonun bir tür yas olduğunu ve yas gibi yaşanması gerektiğini söylüyor bir yerde Hari. Oysa depresyonun ne kadar büyük bir acı verdiğini, kişiyi ölümün eşiğine getirdiğini kendisi de biliyor. Kaygı ve depresyon yaşayan bir kişi ne olursa olsun o acının geçmesini ister. İster plasebo olsun ister olmasın yeter ki bitsin, dersiniz. Hatta antidepresanların tüm yan etkilerine bile razı olacak hale gelirsiniz. İşte Hari’ye bu noktada katılmasam da depresyon ve kaygının nedenlerini ve olası tedavileri daha iyi anlayabilmek için Kaybolan Bağlar’ı şiddetle tavsiye ederim. Hem akıcı ve anlaşılır hem de bilimsel verilere dayalı oldukça iyi yazılmış bir kitap okuyacak, depresyon ve kaygının nedenlerini çok daha iyi anlayacaksınız.