M. Taha Tunç, "Filozofun Futbolu", kitapeki.com, 9 Mayıs 2018
Daha önce İmansızların İmanı, Bellek Tiyatrosu, İntihar Üzerine Notlar (Pharmakon, 2016) gibi kitaplarını keyifli ve titiz çevirileriyle okuduğumuz İngiltere doğumlu filozof Simon Critchley Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz? kitabında oldukça tehlikeli bir bölgeye, “futbol sahası”na adım atıyor.
Yazar, yaptığı şeyin tehlikesinin farkında tabii. Belki de yapmak istediği, futbola dair –savunulamayacak kadar– yaygın eleştirilerle birlikte, onlara rağmen okura futboldaki güzelliği ve futbolun güzelliğini göstermek. Marcelo Bielsa’nın dediği gibi “Futbolun özü güzelliğe hizmet eden bir jesttir” (s. 26). Yazar da bu ikiliğin farkında olarak bir yandan futbolun (Marksist veya Foucaultcu) eleştirisi yapmak gerektiğini söylerken, öte yandan kendisi bu kitapta fenomenolojiyi kullanarak futbolda “örtük olanı açık seçik hale getirme”ye çalışıyor. Bunu yaparken de Merleau-Ponty, Sartre, hatta Heidegger gibi fenomenologların, kimi zaman Gadamer ve Nietzsche gibi farklı filozofların görüşlerinden faydalanıyor.
Critchley bu küçük kitapta görünürün ötesine geçerek futbolun aslında biçimi olan kolektif ve işbirlikçi yönünü derinleştiriyor. Futbolu milliyetçi, eril, kapitalist, (çevirmenin yerinde çevirisiyle) “dini imanı para olmuş bir gösteri” olarak görmek mümkün – hatta, evet öyle aslında. Futbol dünyasının içine girdiğinizde bu yönünün baskısına maruz kalıyorsunuz. Özellikle Türkiye’de, televizyonda izlediğimiz yüzeysel futbol yorumları, maçların seremonisi, futbolcuların bazı gol sevinçleri (!), taraftarların sahaya girmesi, (dünyada ise) reklam panolarının hatta formaların üzerindeki reklamların işgali, her şeyden öte, FIFA’nın yönetim biçimi bizi bunu düşünmeye itiyor, futboldan tiksinmemize sebep oluyor. Fakat Critchley’ye göre yine de futbolun bir güzelliği var. Futbol sadece bunlardan ibaret olamaz, değildir de.
Taraftarlığı düşünelim: her taraftar elbette aynı değil. İngiltere Premier Ligi’ndeki maçlar hemen aklımıza gelecektir. Genellikle yerinde oturan, sadece gol sevincinde ayaklanan (onu da basit bir el hareketiyle kutlayan), kimi zaman kendi bestelerini yapıp söyleyen, kimi zaman öylece oturup sakız çiğneyen taraftar biçimi mevcut. Bir de ekran başındakiler var elbette. Critchley’nin taraftar olmakla ilgili ne kadar hassas olduğunu görebiliyoruz. Bunun yanı sıra, izlerken tefekküre dalmak dediği şeyi çok iyi anlıyoruz.
Taraftarlık –sahip olunan ve olunmayan fırsatlardan iyi faydalanılırsa– bir nevi teorisyenliktir aslında – belki de futbolculuk hatta teknik direktörlük de pratisyenliktir. Taraftar sahayı, o beyaz çizgilerin simetrik ve ayrımsal güzelliği içindeki ayrı varoluş biçimini düşünür: oyuncuların nerede durup topa nasıl vurmaları gerektiğini, hangi oyuncunun girip hangisinin çıkacağını, boş alana kimin kaçacağını düşünür. Hem de bunu ilginç bir zamansal deneyim içinde gerçekleştirir.
Her maç “dışarı”daki, sahanın (dolayısıyla ekranın) dışındaki hayattan kopuk (ama yine de dışarıya bağlı, onun izlerini taşıyan) 90 dakikalık, ikiye bölünen, her bölümün sonuna üç beş dakikalık eklemeler yapılabilen bir süreden oluşur. Bu garip zaman anlayışı taraftarlarda bütünsel düşünme becerisini gerektirir. Taraftarlık yetenek işidir dolayısıyla. Hatta futbolun içinden gelen taraftar mevzuya daha farklı yaklaşacaktır, oyunu farklı okuyacaktır. Taraftarın sahada olması, futbol düşüncesini bozguna uğratan bir görüntü; ikisi (taraftar ve saha) ayrı ayrı güzel.
Yazar kitabın başından itibaren futbolun bu biçimsel yönüne, –medyanın ve otoritelerin bütün “bireyci” baskılarına (“Messi mi, Ronaldo mu?”) rağmen– kolektif, işbirliği gerektiren, evrensel yönüne odaklanıyor. Bunu, nesnellik kaygısına düşmeden ve öznelliğin oltasına gelmeden sıkı bir Liverpool taraftarı olarak yapıyor. Bizler de çok keyifli bir çeviriyle kitabı okuyor, futbol üzerine, klişelerin ötesinde yeniden (bu sefer derinlemesine ve filozofların eşliğinde) düşünme imkanı buluyoruz.