Ali Bulunmaz, "Futbolun fenomenolojisi", K24, 22 Mart 2018
Futbolun, sahada 22 kişiyle oynanan bir oyundan fazlası olduğu defalarca anlatıldı. Tarihle, mekânla, toplumsal sınıflarla, aidiyetlerle, siyasetle ve hatta sanatla ilintisiyle birlikte, Simon Critchley’nin de dediği gibi, futbol, her şeyden evvel bir olgu. Klasik bir felsefeci olmayan Critchley, tam da bu nedenle Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz? isimli kitabında, bir futbol felsefesi kotarmak yerine, onun geçmişte ve günümüzde nasıl bir olgu olduğunu anlayıp anlatmaya çalışıyor.
“Her şeyin askıya alındığı bir şimdi”
Fena hâlde hayata benzeyişi, Critchley’nin gözünden kaçmadığı gibi, sahanın sınırlarına rağmen futbolun etkisinin tahminlerin ötesine geçmesi ona daha dikkatli bakmayı gerektiriyor. Critchley’nin, futbolu insanın hayatına anlam katan bir olgu biçiminde değerlendirmesinin nedenlerinin başında bu geliyor. Cruyff’un “basit oyun” deyip “basit oynamak en zor şeydir” diye tamamladığı cümle ya da Belfast’taki “George Best’i sevenler, hayatı sever” şeklindeki duvar yazısı bile oyunun hayatla bağlantısını açıklamaya yetiyor aslında ama yazar bununla yetinmiyor. Kahramanca mağlubiyetlerin ve bazen sadece kazanmanın oyunu futbolda, hangi sonuç alınırsa alınsın bundan takım sorumlu; bazıları ısrarla reddetse de sahaya sosyalist bir hava hâkim. Critchley’ye göre futbol, örgütlenmenin çimlere bir yansıması; kolektif bir eylem ve dil…
Sosyalizmi “bir yaşam biçimi ve insanlık” biçiminde ifade eden isimleri de anıyor yazar: Liverpool’un efsane menajeri Bill Shanky, Paul Breitner, Javier Zanetti… Sponsorların dediğinin olduğu ve şirketleşmenin esas sayıldığı günümüzde, hem bu isimler hem de mevcut düşünce kimilerince modası geçmiş diye nitelenirken bir çelişki gibi görünüyor.
Critchley; futbolun tarihselliğini, uyandırdığı duyguları, güzelliğini, yalınlığını ve günümüzdeki endüstriyel yapısını ele alırken tıpkı fenomenolojideki gibi gündelik var oluşumuzda bize kendini gösteren şeylerin tasvir edilişi güzergâhına girerek izleme deneyiminden hareketle eleştirel bir bakış açısı getirip oyunun keyfini sürüyor. “Futbol bir tartışmadır” dedikten sonra, kitabıyla bu tartışmayı tasvir ve teşvik ediyor.
Futbol maçının, “her şeyin askıya alındığı bir şimdi” olduğu düşünülürse bir ânın ardında belirsizliklerin bulunduğunu kabul etmemiz gerekir. Critchley, öncelikle bu noktaya odaklanıyor. Taraftar, oynayan ve gözü kimi zaman tribünlere takılan oyuncu için de durum böyle. Yazarın deyişiyle konsantre bir “tefekkür hâli.”
Sahanın dışında da devam eden futbolun, sadece futbol ve gol demek olmadığını da anlatmaya yardım ediyor bu hâl, elbette izleneni sözcüklere dökmeye de… Cümlelere dönüşen futbol deneyimi ise oyunun kendisi olan ve aklını başka hiçbir şeye vermeyen oyuncuyu ya da futbolun psikanalitik babda fantezi âleminde ete kemiğe büründüğünü; sahada tam olarak ne nesnenin ne de öznenin bulunduğunu, öznemsiler ve nesnemsilerin yer aldığını anlatıyor. Critchley, “futbolun, her maçta kendini yeniden üreten daimî bir mimesis, taklit ve drama olduğunu anımsatıyor.
Antik tiyatrodaki drama misali
Critchley’nin bahsettiği drama, başlama düdüğünün çalmasıyla taktiklerin, bitiş düdüğünden sonra düzenlenen basın toplantılarının ve televizyon programlarının anlamsızlaşması demek biraz da. Asıl olan maçın kendisi ve futbolcunun oyuna dönüşmesi.
Tribünleri dolduranlar ya da Gadamer’in deyişiyle “orada mevcut bulunan,” “mutlak mesafe”den sahada olup biteni izleyenler için de benzer bir durum söz konusu. Seyirci, maç sırasında bir arınma da yaşayabiliyor aptalca bir kutsallaştırma ve adanmışlıkların pençesine de düşebiliyor. Yazarın da hatırlattığı gibi, maç bittiğinde hayat devam ediyor ve sonra başka bir maç başlıyor.
Gadamer’in dediği gibi “trajik tefekkür” hâlinde; sahaya “teorik ya da estetik bir mesafede” yer alan tribündeki seyirci, Critchley’ye göre antik bir tiyatroda drama izleyenler gibi güzel aptallığa kapılıyor. Seyircinin gözleri; elinde deri kaplı taktik defterleriyle oyunculara direktifler veren Van Gaal’e, maçın gürültüsünde boğuluyormuş hissi uyandıran “tehlikeli gülüşlü” Zidane’a, ütopyaların peşinden giden 1970’lerin efsane menajeri Brian Clough’a, “mesiyanik figür” Jose Mourinho’ya, “profesör” Arsene Wenger’e, “filozof” Pep Guardiola’ya, Bob Paisley’e, Jürgen Klopp’a vd. takılıyor bir anlığına. Sonra bir kez daha... Critchley’nin hatırlattığı “tekrar,” bu şekilde defalarca harekete geçiyor.
Girişimciler, kara para aklamaya çalışanlar, zengin oligarklar, sponsor firmaların yöneticileri de sahaya ve saha kenarına bakıyor elbette. Takımlar, çimlerdeki bir şirkete dönüşünce eski ruh ve basit oyun sekteye uğrayıp sadece kazanmayı görkemli sayanlar boy gösteriyor. Hatta her ne pahasına olursa olsun galip gelme düsturu, Critchley’nin kitap boyunca bahsettiği coşkuyu ve keyfi zorunluluk kıskacına alıyor.
Critchley, Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz’de coşku-keyif ile endüstriyellik-maçı kazanma zorunluluğu arasına sıkıştırılan oyuna, oyunculara, teknik direktörlere ve taraftarlara bakıp meselenin güzel ve iğrenç yanlarına yoğunlaşıyor kısacası.