Kemalizm, Türk Aydınlanması mı?, s. 17-22
“Kemalizmden başka izm yoktur; öteki bütün izm’ler yabancı ve zararlıdır.”
Bu kısa yazıda sınırlı bir konu üzerinde duracağım. Yukarıdaki Atatürkçü önermenin anlamını ve açılımlarını irdeleyeceğim. Tek bir cümle olmakla birlikte, içeriği, kapsamı ve sonuçları bakımından fevkalade önemli bulduğum, Kemalizme ve onun toplumdaki etkilerine muazzam bir projektör tuttuğunu düşündüğüm için.
Bu cümle tam bu biçimiyle birçok devlet belgesinde, resmi dokümanda, ders kitabında yer alır. Daha yumuşak ve esnek biçim ve dozları birçok bürokratik (sivil ve askeri) direktifte, siyasal yayın ve söylemde, akademik ve eğitsel metinde, başta milli eğitim mevzuatı olmak üzere yasa, tüzük ve yönetmelikte bulunur. Yazıyı şişirmemek için örnekler, belgesel kanıtlar vermeyeceğim (Milli Eğitim Temel Kanunu’nun ve Yüksek Öğretim Kanunu’nun ilke maddelerine bakılsın yeter). İspat külfeti bende değil. Deliller her tarafta. Daha önemlisi, bu önermenin binlerce türevinin, aldıkları biçim ve taşıdıkları doz ne olursa olsun, içerik ve öz olarak, hem resmi söylemin hem kamu felsefesinin hem de toplumsal ve bireysel psikolojinin dokusuna sinmiş olmasıdır. Daha da önemlisi, bir bölümünü saydığımız çok çeşitli düzlemde düşünceye ve eyleme rehberlik etmesidir.
Analitik felsefenin ve yorumbilimin yaptığı işler bence yeterli değildir ama asgari düzeyde gereklidir. Bundan hareketle, önce yukarıdaki önermenin içeriğini saptayalım. “Kemalizmden başka izm yoktur” ne demektir? Başka izm’ler –büyük, orta, küçük boy ideolojiler ve teoriler olarak– dünyada elbette var olduğuna göre, Kemalizmden başka izm’ler, bizim için, biz Türkler için yoktur; yani olmamalıdır, bunlara izin verilmemelidir. Devam ediyoruz: “[Çünkü] öteki bütün izm’ler yabancı ve zararlıdır” – yani bize, biz Türkler’e.
“Kemalizm”in ne olduğunu burada tartışmayacağım. 1920’ler-1930’larda formüle edilmiş bir ideoloji olduğunu hatırlatmakla yetinelim. Şu anda bizi ilgilendiren, bu ideolojinin 1960’larda da, 1990’larda da yeterli, 2000’lerde de yeterli, daha doğrusu tek yeterli ideoloji, hatta dünya görüşü, düşünce biçimi, değerler sistemi, kimlik modeli olarak görülmüş ve diyelim ki 2020’lerde de böyle görülecek olmasıdır.
“Öteki” izm’ler ne veya hangileri? Çeşitli türevleri, biçimleri, dozlarıyla liberalizm, sosyalizm, Marksizm. (Kastedilenin bunlar olduğunu başka yerlerde belirtmiş olduğum için, açmayacağım.) Yani Batı’nın en önemli gelenekleri, Batı Aydınlanması’nın asıl temsilcileri / ürünleri. Orta boy bir “üçüncü yol” (yani ne sosyalist-Marksist, ne de liberal-kapitalist ve fakat solidarist ve faşist alt türleriyle korporatist-kapitalist yol) ideolojisi olan ilk kuşak Kemalizmin böyle bir dışlamayı seçmiş olduğunu saptamak kolay. Kemalistler nasıl Osmanlı mirasının bir bölümünü tutup kullandılar ve bir bölümünü iradi olarak terk ettilerse, Batı’yı da aynı şekilde seçip ayıklayarak örnek aldılar. Asıl önemli nokta sonraki Kemalistler’in / Atatürkçüler’in öncekilere, onların amaçlamadıkları şeyleri yakıştırmaları ve Batı’nın iki büyük özgürleştirici ve evrenselci geleneğinden yoksun bırakılmış olduklarını anlamamaları. Aksi takdirde bunları dışlamayı bizzat ve bilfiil sürdürdüklerini teslim etmek durumunda kalırlar.
“Biz” kimiz? Hiçbir siyasal ve kültürel topluluk monolitik ve mutlak türdeş olmadığına göre, “biz Türkler”i “bazı Türkler”, “diğer bazı Türkler”, “diğer diğer bazı Türkler” diye ayrıştırmak lazım. (Ve bunu, etnik çoğulluğun olmadığı ulus-devletler ve kabileler için de yapmak lazım.) Ve bütün işlevselcilere sorulması gereken bir soruyu Kemalistler’e / Atatürkçüler’e de sormak lazım: Ne bakımdan işlevsel ve kimler için işlevsel? Fevkalade işlevsel bir ideoloji olduğunu uzun ömrü, kalıcılığı, kolayca yeniden üretilebilirliği açısından göstermiş olan Kemalizmin bu bakımdan çözümlemesini yapmak bu kısa denemenin amacına dahil olmadığı için şuna işaret etmekle yetinebiliriz: Liberalizm ve sosyalizm bütün Türkler için zararlı olamayacağı halde, öyle gösterilmiştir. (Batı’nın bu iki büyük geleneğini idealize etmiyorum; göreli konuşuyorum.)
Ama yukarıdaki yaklaşımın burada sorunsallaştırmak istediğim yanları bunlar değil. Bu cümlenin yansıttığı zihniyetin ilkesel sorunluluğu, bu zihniyetin doğası ve mantığı gereği yol açmak zorunda olduğu toplumsal ve bireysel sonuçlar. Özellikle de, toplumun düşünsel gelişimi ve bireyin kişiliğinin, kimliğinin, siyasal bilincinin biçimlenişi açısından. Burada bunun gerçeklikte yol açtığı sonuçların somut çözümlemesinden söz etmiyorum; teorik olarak, ancak ve ancak neye yol açabileceğine işaret etmek istiyorum.
Önce ilkesel sorun ya da sorunluluk. Bence aydınlanmanın (postmodernistler kaş kaldırmasınlar: kendilerinin yererek, Kemalistler dahil bazılarının överek, pozitivist toplum mühendisliğine indirgedikleri büyük harfli Aydınlanma’dan söz etmiyorum) çeşitli evreleri ve kanatları vardır, Comte da, Kant da, Marx da aydınlanmadır; en temel özelliklerinden biri, dışarıdan sorgulanmaya açık ve daha güçlü karşı-kanıt ve savlar karşısında pozisyonunu gözden geçirmeye hazır olmanın da ötesinde, kendi kendini sürekli sorgulama kuralını içinde barındırmasıdır. Kemalizm ve Atatürkçüler bu iki ölçütün ikincisine de birincisine de cevap veremiyorlar: Kendilerini içeriden sorgulamak şöyle dursun, dışarıdan sorgulanmaya da kapalılar. Bununla da yetinmeyip farklı görüşleri yabancı, zararlı ilan edip bâb-ı içtihatı kapatıyorlar; gayrısını maddi, manevi, toplumsal ve yasal yaptırımlara uğratıyorlar. (Tabii, dinler de böyle yapıyor.)
Gelişmelere açık ve dolayısıyla kendi de gelişmeye açık hiçbir düşünsel veya siyasal yaklaşım kendini bu denli yeterli, hep ve tek yeterli, görmez. Gördüğü anda tarihi, toplumu, düşünceyi, bireyin gelişmesini durdurur. Kendini belli ölçüde doğru bulan bir yaklaşımın, kendinden belli ölçüde hoşnut olmasından, kendini gerekçelerle anlatmasından ve savunmasından söz etmiyorum. Mutlak hoşnutluktan, gerekçe gösterme zahmetine katlanmamaktan, farklı görüşleri daha baştan “idraksizlik”ten “vatan hainliği”ne uzanan bir tavırla dışlamaktan, yasaklamaktan, mahkûm etmekten söz ediyorum. Bu da aydınlanmanın ruhuna, rasyonel tartışmanın söylem adap ve ahlakına aykırıdır. Bu, ilkesel sorun.
Sonuçların sorunluluğuna gelince. Sorgulamayan, seçenekleri tartışmayan ve tartmayan bir toplumda ve onun böylesi bir milli eğitim ideolojisi ve toplumsallaşma süreciyle eğittiği bireylerde aydınlanma olmaz, iman tazeleme olur.
Aydınlanmanın yukarıda belirttiğim özelliğini öğretim / öğrenime, ya da en geniş anlamıyla öğrenmeye uyarlarsak şöyle bir tanım elde edebiliriz: Öğrenme, o anda mevcut bilgilere özgürce ulaşıp doğru muhakeme yürüterek seçenekler arasında karşılaştırmalı değerlendirme yaptıktan sonra yargıya varmak; ancak bu yargıyı, karşı-kanıtlar çıktığı takdirde veya daha güçlü karşı-savlar karşısında, rasyonel tartışma kurallarına uygun olarak gözden geçirmeye, kısmen veya tamamen değiştirmeye açık olmaktır. Bu esas, beşeri ve sosyal bilimlerde, felsefede, siyasal yaşamda, düşünce hayatında geçerlidir. Bu tutum benimsenmedikçe, (doğal ve sosyal) bilimler de, düşünce de, toplum da, birey de ilerlemez. Hele bunun tam tersi, bir milli eğitim ideolojisi haline getirilmişse.
Bir ideoloji / düşünce sistemi ve bir düzen / eylemler bütünü olarak Kemalizmi, Türk aydınlanması, hümanizmi ve rasyonalizmi kabul eden görüş ve bu ana tema etrafındaki varyasyonlar egemenliğini ve yaygınlığını korumaktadır. Türk siyasi sınıfında, devlette, ailede, milli eğitimde, akademyada, medyada, yeniden üretilmekte, içeriği, törenleri ve yaptırımlarıyla uygulanmaktadır. Bazı kurumsal ve biçimsel değişiklikler dışında, tek-parti dönemi ideolojisi ve rejiminin, egemen ideoloji ve kamu felsefesi olarak, 1945 sonrası için de, bugün için de, gelecek için de (kimilerine göre ebediyyen) doğruluğu ve geçerliliği bir aksiyom statüsündedir. Kemalizm / Atatürkçülük’ün, kavram ve olay düzleminde, Türk aydınlanması, hümanizmi, rasyonalizmi olduğu, bunu başlattığı, sürdürdüğü görüşü / inancı neredeyse sorgulanamaz niteliktedir.
Sorgulamanın ve kuşkunun ölçülü ve makul olanı hangisidir gibi bir konuya burada girecek değilim. Ama mutlak sorgulanamazlığın makul ve ölçülü olmadığı açıktır. Söz konusu düşüncenin ve onun hakkındaki inancın, içeriği ve sonuçları itibariyle sorgulanarak yeniden değerlendirilmesi gerekiyor. Özellikle de burada üzerinde durduğumuz, kendisi ve ötekiler hakkındaki tutumunun.
Yakın bir zamana kadar Kemalizmin demokratik, bilemediniz vesayetçi demokratik olduğu söylenebiliyordu. (27 Mayıs 1960 sonrası sol-Kemalizm, sosyalist-Kemalizm alaşımlarının üzerinde bile durmayacağım. Şimdi, burada durmayacağım demek istiyorum, yoksa tartışma kapısını kapatmıyorum.) Artık pek söylenemiyor. Otoriterliği, hatta bazı bakımlardan totaliterliği yadsınamıyor; ama bu hâlâ bir siyasi metot sorununa indirgenip, ilerici eylemleri gerçekleştirebilmek için gerici güçlerin direnişini böyle kırmak gerekliydi denerek, kimilerince bir reelpolitik erdemi olarak görülüyor, kimilerince iyi amaç için mübah araç apolojisi yapılıyor. Yakında bu tutumların isabetsizliği de ister istemez daha iyi ortaya çıkacaktır.
Ne var ki siyasal Kemalizmin rasyonalizasyonunda verilmek zorunda kalınan bu ödünlere koşut bir “ayarlık” (“aymazlık” karşıtı olarak kullanıyorum) kültürel Kemalizmin değerlendirilişinde henüz pek görülmüyor. Yalnız militan resmi savunucuları değil, siyasal doğrucu, kolaycı kritikleri de hâlâ Kemalizmin Türk aydınlanması, hümanizmi ve rasyonalizmi olduğuna –çoğu zaman da içtenlikle– inanmaya devam ediyor. Evet, Kemalizm siyaseten modern ve demokrat olmayabilir, ama bize Batı’yı / çağdaşlığı, bilimi, laikliği / sekülerliği, hatta Türk rönesansını ve reformasyonunu getirmedi mi diye, yanıtı da baştan içinde bulunacak biçimde soruyorlar. Bu da çok ikna edici ve kendi içinde apaçık sayılıyor ve kabul ediliyor.
Bu, Kemalistler’in / Atatürkçüler’in son çekilme çizgisi, son hattı müdafaasıdır. Ve benim burada sorgulamaya çalıştığım tam da budur. Daha doğrusu, bir üstteki paragrafta sıraladığım listenin yalnızca “aydınlanma” ve “rasyonalizm” terimleri. Yoksa diğer terimlerinin de yeniden değerlendirilmesi gerekiyor. Herhalde önümüzdeki çeyrek yüzyılda bu da yapılacak. Çok kısa birkaç ön soruyu kayda geçireyim.
Hangi Batı? Liberal ve sosyalist Batı değilse, hangi çağdaş uygarlık? Fen ve teknolojisiyle değil de, siyaseti ve kültürüyle mi? Bilim mi, yoksa belli bir tür siyaset ve kalkınma anlayışının emrine verilmiş bir “bilimselcilik” mi? İleri bir sekülerliğe doğru atılmış yüksek dozda bir laiklik adımı mı, yoksa anti-klerikalizmde kalan, sınırlı ve ikircikli bir laiklik dozu ve biçimi mi? İnsanı araç değil amaç gören bir hümanizm mi, yoksa insanları bir ulusal organizmanın organları, türdeş bir kitlenin şeflerce seferber edilecek parçaları, Hegel’in piyonları olarak gören bir milliyetçilik-devletçilik mi? “Biz bize benzeriz” derken hem kendini iyi kötü evrenselleşmiş normlarla bağlı saymaktan sıyrılmaya çalışan, hem de biricikliğini ve üstünlüğünü söyleyen ve “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” diyen bir milliyetçilik, evrenselci bir hümanizmle ne kadar bağdaşır? Yurttaşları uyruk ve nefer mertebesine indirirken, şefleri, tarihte bilinen kişi kültlerinin çok ötesinde tanrılaştıran bir ideoloji ve psikoloji, iç toplumsal ve düşünsel yaşamda insancıl ve insana saygılı olabilir mi? Ego-ideal fikir(ler) değil kişi(ler) olunca, bireylerde özgüven ve içsaygı, bireylerarası ilişkilerde demokratik normlar, eşitlik ve karşılıklı saygı yeşerebilir mi, yerleşebilir mi?
Bütün bu soruların, burada üzerinde durduğumuz aydınlanma ve rasyonalizm karşıtı tutumla ilişkilendirilerek sorulması gerektiğini düşünüyorum.
25 Haziran 1998