Giriş, s. 11-16
Bir aralık sabahı, günler gittikçe soğurken, dişi şempanze Franje’nin yatak odasındaki bütün samanları topladığını fark ettim. Koltuğunun altına aldıklarını (Hollanda’nın Arnhem kentinde bulunan Burgers Hayvanat Bahçesi’ndeki) büyük adaya götürdü. Bu davranışı beni şaşırtmıştı. Birincisi, ne Franje bunu daha önce yapmıştı ne de diğer şempanzelerin dışarıya saman taşıdığını görmüştük. İkincisi, eğer amacı bizim şüphelendiğimiz gibi gün boyunca sıcak kalmak olsaydı bile, saman toplama işini ısıtmalı binadaki sıcak ortamdayken yapmış olması hayret vericiydi. Soğuğa tepki vermekten ziyade, aslında hissetmediği bir hava sıcaklığı için hazırlanıyordu. En akla yatkın açıklama, bir önceki soğuk güne bakarak o gün beklenen havayı tahmin etmiş olmasıydı. Ne olursa olsun, daha sonrasında samandan yaptığı sıcacık yuvasında oğlu küçük Fons ile beraberdi.
Hayvanların hangi zihinsel seviyede işlediklerini merak etmekten bir türlü kendimi alamıyorum, her ne kadar tek bir hikâyenin sonuç çıkarmaya yetmeyeceğini pekâlâ bilsem de. Ama bu hikâyeler neler olup bittiğini anlamamızı sağlayacak gözlemlere ve deneylere ilham veriyor. Bilimkurgu yazarı Isaac Asimov bir zamanlar şöyle demişti: “Bilimde yeni keşifleri haber veren ve duyması en heyecan verici olan cümle ‘Evreka!’ değil, ‘Bu çok tuhaf’ cümlesidir.” Bu düşünceyi oldukça iyi bilirim. Biz, hayvanlarımızı izleme, onların eylemleri karşısında merak ve şaşkınlık duyma, hayvanlarla ilgili fikirlerimizi sistematik olarak test etme ve meslektaşlarımızla verilerin aslında ne anlama geldiği üzerine tartışma sürecinden geçeriz. Netice itibariyle, sonuçları kabullenirken biraz ağırdan alırız, anlaşmazlık ise her köşede pusuda bekler. İlk gözlem basit olduğunda bile (bir maymun saman yığını toplar), etkileri muazzam olabilir. Hayvanların geleceğe yönelik plan yapıp yapmadıkları sorusu –ki Franje bunu yapıyormuş gibi görünüyor– bilimi şu anda yoğun biçimde meşgul eden bir sorudur. Uzmanlar zihinsel zaman yolculuğu, kronestezi ve otonoesisten bahsediyorlar, ancak ben bu ağır terminolojiden kaçınıp bu gelişmeyi gündelik dile çevirmeye çalışacağım. Hayvan zekâsının gündelik kullanımına ilişkin hikâyelerden bahsedeceğim, aynı zamanda da kontrollü deneylerden güncel kanıtları sunacağım. Birincisi bize bilişsel kapasitelerin amacının ne olduğunu gösterirken, ikincisi alternatif açıklamaları elememizde bize yardım edecek. Her ne kadar hikâyelerin deneylere göre daha kolay okunduğunu bilsem de, ben her ikisine eşit ölçüde değer veriyorum.
“Hayvanlar tıpkı merhaba dedikleri gibi güle güle de diyorlar mı?” sorusunu düşünün. Birincisini anlamak zor değil. Selamlamak, tanıdık bir bireyin yokluğundan sonra yeniden görülmesine dönük bir tepkidir, tıpkı köpeğinizin siz kapıdan girer girmez üzerinize atlaması gibi. Yurtdışından dönen askerlerin evcil hayvanları tarafından karşılandığı internet videoları, ayrılığın uzunluğuyla karşılamanın yoğunluğu arasında bir bağlantı olduğunu düşündürüyor. Bize de uygulanabildiği için bu bağlantıyla ilişki kurabiliriz. Büyük bilişsel teorileri dikkate almanın gereği yok. Peki ya vedalaşmak?
Sevdiğimiz birine elveda derken çok zorlanırız. Örneğin her ikimiz de yokluğumun sonsuza dek sürmeyeceğinin farkında olsak da, Atlantik’in öte yakasına taşındığımda annem ağlamıştı. Veda etmek gelecekteki ayrılığın farkına varılmasını gerektirir, bu yüzden hayvanlarda az görülür. Ama bu konuyla ilgili de bir hikâyem var. Bir zamanlar Kuif adındaki bir dişi şempanzeye, kendi türünden evlat edindiği bir yavruyu biberonla beslemeyi öğretmiştim. Kuif her açıdan yavruya gerçek annesiymiş gibi davranıyordu ancak onu emzirecek kadar sütü yoktu. Ona ılık sütle dolu bir biberon verirdik, o da dikkatlice yavruyu beslerdi. Kuif bu işte o kadar ustalaşmıştı ki, bebeğin geğirmesi gerektiğinde bir süreliğine biberonu uzaklaştırabiliyordu. Bu proje, Kuif’in ve gece gündüz kucağında taşıdığı bebeğinin, gündüz vakti koloninin geri kalanı dışarıdayken besleme için içeriye çağrılmasını gerektiriyordu. Bir süre sonra Kuif’in hemen gelmek yerine yolu uzattığını fark ettik. Binaya yönelmeden önce adada tur atıyordu, alfa erkeğini, alfa dişiyi ve birkaç iyi arkadaşını ziyaret edip her birini öpüyordu. Eğer diğerleri uyuyorsa, veda etmek için onları uyandırıyordu. Yine, davranış oldukça basitti ancak koşullar altta yatan bilişsel süreçleri merak etmemize neden olmuştu. Tıpkı Franje gibi Kuif de görünüşe göre geleceği düşünüyordu.
Peki hayvanların şimdiki zamanda tutsak olduğunu ve yalnızca insanların geleceği tasavvur edebileceğini düşünen kuşkuculara ne demeli? Mantıklı bir varsayımda mı bulunuyorlar, yoksa hayvanların neler yapabileceğini görmezden mi geliyorlar? İnsanlar neden hayvan zekâsını küçümsemeye bu kadar hevesli? Kendimiz söz konusuyken hiç sorgulamadan kabul ettiğimiz becerileri hayvanlar söz konusu olduğunda sürekli reddediyoruz. Bunun ardında ne var? Diğer türlerin hangi zihinsel seviyede işlediğini bulmaya çalışırken, asıl zorluk sadece hayvanlardan değil aynı zamanda bizim kendimizden de kaynaklanıyor. İnsanların tutumları, yaratıcılığı ve hayal gücü de hikâyenin bir parçası. Hayvanların belli bir tür zekâya, özellikle de kendimizde takdir ettiğimiz türden bir zekâya sahip olup olmadıklarını sormadan önce üstesinden gelmemiz gereken, bu olasılığı düşünmemize bile karşı çıkan içsel direncimizdir. Dolayısıyla bu kitabın merkezi sorusu şu: “Hayvanların ne kadar zeki olduğunu anlayacak kadar zeki miyiz?”
Kısa yanıt: “Evet, ama ilk bakışta öyle demezdiniz.” Geçen yüzyılın büyük bir kısmında, bilim hayvan zekâsı konusunda gereğinden fazla temkinli ve kuşkucuydu. Hayvanlara niyetler ve duygular atfetmek naif “halk” saçmalıkları olarak görülüyordu. Biz biliminsanları en iyisini bilirdik! Hayvanların geçmiş üzerine düşünebilmesi veya başkasının acılarını hissedebilmesi gibi karmaşık konular şöyle dursun, “Köpeğim çok kıskanç” veya “Kedim ne istediğini iyi biliyor” gibi yorumları bile hiç kaale almazdık. Hayvan davranışını araştıranlar ya bilişi umursamıyor ya da bu kavrama bilfiil karşı çıkıyordu. Çoğunluk bu konu evlerden ırak olsun diyordu. Ne mutlu ki bazı istisnalar da vardı –alanımın tarihini sevdiğim için bunlardan tabii ki bahsedeceğim– ancak iki baskın düşünce okulu da hayvanları ya ödüle ulaşmaya ya da cezadan kaçınmaya çalışan uyarı-tepki makineleri veya genetik olarak faydalı içgüdülerle donanmış robotlar gibi görüyordu. Her iki okul da diğeriyle mücadele edip karşı tarafı çok dar görüşlü olmakla suçlasa da temel olarak mekanikçi bakış açısını paylaşıyorlardı; hayvanların içsel yaşamı hakkında endişelenmeye gerek yoktu, bunu yapanlar ya insanbiçimci, ya romantik ya da bilimdışıydı.
Bu karanlık dönemden geçmek zorunda mıydık? Önceki dönemlerde düşünceler bariz biçimde çok daha özgürlükçüydü. Charles Darwin insan ve hayvan duyguları üzerine çokça yazdı, on dokuzuncu yüzyıldaki pek çok biliminsanıysa hayvanlarda ileri seviyede zekâ keşfetmeye hayli hevesliydi. Bu çabaların neden geçici bir süre askıya alındığı veya neden biyolojinin yoluna bile isteye taş koyduğumuz –büyük evrimci Ernst Mayr, kartezyen bir bakış açısıyla hayvanları aptal otomatlar olarak görmeyi böyle nitelemiştir– bugün hâlâ gizemini koruyor. Ancak devir değişiyor. Son yirmi-otuz yılda ortaya çıkan ve internet vasıtasıyla hızla yayılan büyük bilgi yığınını herkes fark etmiş olmalı. Neredeyse her hafta, karmaşık hayvan bilişiyle ilgili yeni bir bulguyla karşılaşıyoruz, çoğunlukla da çalışmaları destekleyen videolarla beraber. Sıçanların kararlarından pişman olduğunu, kuzgunların alet yaptığını, ahtapotların insan yüzlerini tanıdığını ve özel nöronlar sayesinde maymunların diğerlerinin hatalarından ders aldığını duyuyoruz. Hayvanlarda kültür, empati ve arkadaşlık hakkında açık açık konuşuyoruz. Hiçbir şey sınırların ötesinde değil artık, bir zamanlar insanlığın alametifarikası sayılan akılcılık bile.
Tüm bu durumlarda, kendimizi mihenk taşı belirleyerek insan zekâsıyla hayvan zekâsını karşılaştırmayı ve karşıtlıklarını vurgulamayı seviyoruz. Ancak bunun modası geçmiş bir yaklaşım olduğunun farkına varsak iyi olur. Karşılaştırma insanlarla hayvanlar arasında değil, bir hayvan türüyle –bizimle– büyük çeşitlilikteki başka türler arasındadır. İki ayrı zekâ kategorisini karşılaştırmıyoruz, bunun yerine tek bir kategorideki varyasyonları değerlendiriyoruz. Ben insan bilişini hayvan bilişinin bir çeşidi olarak görüyorum. Birbirinden bağımsız hareket eden, her birinin kendine ait sinirsel yapısı olan sekiz kola dağıtılmış bir biliş veya uçan bir canlının kendi çığlıklarının yankısını kullanarak hareket halindeki avını yakalamasını sağlayan bir biliş ile karşılaştırıldığında, bizim bilişimizin ne kadar özel olduğu çok da belirgin değildir.
Tabii ki soyut düşünce ve dile büyük önem atfediyoruz (bir kitap yazıyorken alaya alamayacağım bir eğilim!), ancak geniş bir çerçeveden bakılınca, bu yeti hayatta kalma sorunuyla yüzleşme yollarından sadece biridir. Bireysel düşünce yerine koloni üyeleri arasındaki sıkı koordinasyona odaklanan termitler, sayılarının ve biyokütlelerinin devasa büyüklüğüne bakılırsa bizden daha iyi bir iş başarmış olabilirler. Her toplum kendi kendini organize eden bir zihin gibi işler, binlerce minik ayak üzerinde pıtır pıtır dolaşanlar bile. Bilgiyi işlemenin, organize etmenin ve yaymanın pek çok yolu vardır, bilimin tüm bu yöntemlere küçümseme ve reddetme ile değil de merak ve hayranlıkla yaklaşacak kadar açık fikirli hale gelmesiyse ancak yakın zamanlarda mümkün olabildi.
Evet, diğer türleri takdir edecek kadar akıllıyız, ancak bunun için ilk başta bilim tarafından tükaka denmiş yüzlerce hakikatin kalın kafalarımıza sokulması gerekti. Nasıl ve neden daha az insanmerkezci ve önyargılı hale geldiğimiz düşünmeye değer bir konu; aynı zamanda bu süre zarfında öğrendiklerimizi de gözden geçirmemiz gerekiyor. Bu gelişmelerden bahsederken, geleneksel ikilikler yerine evrimsel sürekliliği vurgulayan kendi görüşümü de katmam elbette kaçınılmaz. Beden ve zihin, insan ve hayvan ya da mantık ve duygu ikilikleri faydalı görünseler de dikkatimizi büyük resimden uzaklaştırıyorlar. Biyolog ve etolog olarak eğitildiğim için, geçmişin felç edici kuşkuculuğuna çok az tahammülüm var. Ben dahil birçok biliminsanının bu konuya harcadığı bunca mürekkebin bir işe yaradığından şüphe duyuyorum.
Bu kitabı yazarken evrimsel biliş alanının sistematik ve kapsayıcı bir değerlendirmesini sunma amacında değilim. Okurlar bu tip değerlendirmeleri daha teknik diğer kitaplarda bulabilirler. Bunun yerine, pek çok keşif, tür ve biliminsanı arasından bazılarını seçip geçtiğimiz yirmi yılda yaşanan heyecanı aktarmayı amaçlıyorum. Uzmanlık alanım primat davranışı ve bilişi. Keşiflerin ön saflarında bulunan bu alan diğer alanları da büyük ölçüde etkiledi. 1970’lerden beri bu alanın parçası olarak, sahnedeki pek çok aktörü –insanların yanı sıra hayvanları– ilk elden tanıyorum, bu da bana kişisel bir katkıda bulunma fırsatı sunuyor. Bahsedilecek koca bir tarih var. Bu alanın gelişimi bir serüvendi –bazılarının dediği gibi, inişli çıkışlı bir yolculuktu– ancak hâlâ büyüleyici olmayı sürdürüyor, çünkü Avusturyalı etolog Konrad Lorenz’in de dediği gibi, davranış tüm yaşayanların en canlı yönüdür.