Can Çukurova, "Lordon üzerine: Kapitalizm ve değerin tözselliği", Başlangıç Dergi, 29 Eylül 2017
Frédéric Lordon’un kitabı Kapitalizm, Arzu ve Kölelik, kapitalizmin Spinoza’dan hareketle yorumlanmasını oldukça başarılı bir şekilde yapıyor.
Yazar kapitalizmi; arzunun dinamiği, belirleyiciliği ve duyguların sömürülmesi çerçevesinde okuyor. Kapitalistin sömürdüğü işçide yarattığı duygunun salt keder değil, çoğu zaman da “neşe” olduğunu vurguluyor; birçok Spinoza yorumcusu tarafından pozitif biçimde ele alınan ve örtük olarak bir “iyi” anlamı yüklenen conatus kavramına her tekil oluş gibi kapitalistin ya da sermayenin de sahip olduğunu çarpıcı bir dille ortaya koyuyor. Kitabın alt başlığı Marx ve Spinoza’nın İşbirliği olsa da, yazar Marx’ın açık anti-kapitalizmini bir önkoşul olarak varsaymaktan başka Marx’tan neredeyse hiçbir şey almıyor ya da doğrudan Marx’a dayandırmıyor: Yine de, kapitalizmin duygusal sistematiğini ortaya koyarken yaptığı analizlerin birçoğu Marx’ı doğruluyor.
Kitap, Marx’la doğrudan bağlantılı olan ve belki de onun kapitalizm analizinin belkemiğini oluşturan sömürü ve artık-değer kavramlarına özellikle eleştirel biçimde yaklaşıyor. Hatta eleştirel yaklaşmanın ötesinde bu kavramları astlaştırıp, değiştirip, dönüştürüyor: Onların yerine, “duyguların sömürülmesi” fikrini merkeze koyuyor. Lordon’a göre bu noktada Spinoza, tutkuların yaratılması ve duygusal bağımlılık ilişkilerinin açıklanmasında bulunmaz nimet sayılacak bir teori sunuyor.
Lordon’un bu fikirlerini oldukça kompakt bir biçimde ortaya koyduğu Duyguların Sömürülmesi bölümü (Lordon, s. 146-155) bazı açılardan başarılı olduğu gibi, aslında Lordon’un “hokkabazlığını / el çabukluğunu” gördüğümüz kısımdır da. Burada Lordon’un eleştirisini, artık-değer kavramı üzerinden “değer” kavramsallaştırmasına, ve artık-değer sömürüsü üzerinden “sömürü” kavramsallaştırmasına yönelttiğini söyleyebiliriz: Bu iki tema, bölümün ana gövdesini oluşturuyor. Pekiyi, Lordon, Marx’ın “artık-değer” ve “sömürü” kavramlarını geçersiz kılabiliyor mu? Şimdi bunun için uğraştığı kısımları sırasıyla ele alalım.
Kapitalizmin normları ve yarattığı değerin niteliği
Öncelikle Lordon şöyle söyler: “Marksist düşüncede sömürü kavramı, ancak emek-değere dayalı tözcü (substantialist) bir teorinin parçası olduğu takdirde bir anlama sahiptir (…) Marx’ın sömürü tanımının peşinden gidecek olursak, önce tözcü bir değer teorisine girmeyi kabul etmemiz gerekir –buradaki töz de soyut emeğe ilişkin zamandır.” (Lordon, s. 146) Lordon bu noktaya, emek-gücünün yeniden üretilmesinin değeriyle ilgili tanımın kimi belirsizlikler ve bir döngüsellik içerdiğini gerekçe göstererek varıyor.[5] Lordon’un değer ile ilgili eleştirisinin kökeni, bir anlamda, Marx’ı eleştirmekten ziyade Spinoza’yı olumlamaktır. Çünkü yazar, “içkinliğin adeta kalbine usulca vazedilmiş bir aşkınlık figürü olan tözsel değerin, nesnel formları bütünüyle tesis edebiliyor olmasına ve şeylerdeki farklılığın bu normlara göre kötü ve kusurlu kılınmasına Spinoza karşı çıkmıştır,” (Lordon, s. 146-147) der: Burada Spinoza’nın gerçeklik-tamlık özdeşliğinin şeylerde, tözün farklı kiplerinde bir eksikliğe cevaz vermeyeceğini vurgulamak ister.
Spinoza’ya göre, bir şeyin değeri onda önceden bulunan bir özellik değildir ve bir şey ancak arzunun nesnesi olduğu ölçüde değerlidir; dolayısıyla bir şeyde değerin tözsel içeriği, yani değerin dayandığı -ama kendisi başka şeylere dayanmayan- bir töz, bulunmaz. Marksizmin kapitalizm analizinde, metanın değerinin emek-zamanla belirlenmesi ve emek-zamanın ölçülebilir, nesnel ve nicel bir form oluşturması, emek-değere bir töz atfedildiğini söylememizi sağlar. Marx da bir bakıma Lordon ile hemfikirdir aslında. Lordon gibi, “nesnel olarak norm oluşturabilen ve bölüşüm tartışmalarına su götürmez nirengi noktaları sunabilen bir tözsel değer olamaz,” (Lordon, s. 148) diye düşünür. Ancak Lordon bundan bahsetmek yerine Marksist emek-değer teorisinin tözcü olduğunu beyan edip, onu tasfiye etmeye çalışır. Burada önce emek-değer teorisine ilişkin kısa bir açıklama yapıp, ardından Marx’ın değer teorisinin emeği bir töz olarak ele almadığını göstermeye çalışacağım.[1]
Marx için emeğin indirgenemez ve soyutlanamaz değeri
Politik ekonomi, bir bilim (pozitivist kavranışından farklı) olarak, bir sistemin işlerliğini sağlayan kuralları ortaya koymaya çalışır. Kuralların dayandığı temelleri ve ölçümde kullanılan birimleri ortaya koymak tözcülük değildir. Marx, emek-değere ya da artık-değere tözsel bir değer atfetmez; kapitalist üretim biçiminin yasalarını ve ilişkilerinde nesnelerine (işçi ya da meta) atfettiği değerleri ortaya koyar. Yani emek-zaman, metalar arasındaki ilişkiyi kuran ortak unsur olarak töz niteliğini kazanır, ki burada metalardan bahsederken kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu ekonomilerden bahsediyoruz.
Nitekim Marx, “sermayenin bizzat kendisi (…) emek-zamanını zenginliğin tek ölçütü ve kaynağı olarak tesis eder…” (Marx 2013, s. 426) derken, tözsel olanın sermayenin bizzat kendisi tarafından belirlendiğini söylemektedir. “Niçin ve ne adına talepte bulunuyorsunuz?” sorusuna verilen cevap son kertede hep “Ben” ve conatus’un faydası (Lordon, s. 148) olduğu sürece, kapitalizm bir ilişkiler ağı ve bir beden olduğuna göre, kapitalizm de kendi conatus’u uyarınca hareket eder. Sermayenin kişileşmiş biçimi olarak tekil kapitalistin conatus’u, kendi varlıkta kalma çabası ölçüsündedir ve atılımı bu yöndedir: Zira “kapitalizmin de varlığını sürdürme yönünde bir eğilim gösterdiğini söyleyebiliriz bir bakıma…” (Lordon, s. 49).
Sermaye, bir bütün olarak varlıkta kalmaya çabaladığı sürece conatus’unun yönelimi emek sömürüsüdür. Sonuç olarak emek-zamanı tözleştiren, onu kapitalist birikimin temeline koyan, nesnelleştiren ve ölçülebilir kılan Marx değil, kapitalizmin kendisidir. Marx sadece kapitalizmin işlerlik yasalarındaki bu tözleştirmeyi “eleştirel” bir biçimde emek-değer teorisinde analiz etmiştir. Pekiyi Marx’ın bu tözsel değere ilişkin yaklaşımı nedir?
Marx’ın tözsel bir değer anlayışına yaklaşımını üç nokta ile ortaya koyacağım. İlk olarak ele alacağım nokta Marx’ta “Metalarda Cisimleşmiş Emeğin İki Yönlü Niteliği” (Marx 2013, s. 55-59) olarak belirtilen “soyut emek” ve “somut emek” karşıtlığıdır. “Soyut emek”, emek-gücünü, harcandığı emek-zamanı toplumsal ölçeğinde soyutlar ve onu ölçülebilir kılar. Somut emek biçimlerinin arasındaki nitel farkları ortadan kaldırır, emek-zamanı, değeri belirleyen töz kılar. Soyut emek rejimi toplumsalı kuşatır ve kapitalizmi kurar. Soyut emek, aynı zamanda meta fetişizminin de önkoşuludur.[2] Böylece metaların değeri, tözsel emek-zaman ile belirlenir. Meta fetişizmi, metalar arasındaki ilişkilerin hakiki toplumsal ilişkiler olarak görülmesi yanılgısı olduğu müddetçe, toplumsal değerler ve onların üretim dinamikleri ve yasaları da bu töze dayalı görünür. Marx, bu tözcülüğe alenen karşıdır.
İkinci olarak, yukarıda belirttiğim gibi “nesnel olarak norm oluşturabilen ve bölüşüm tartışmalarına su götürmez nirengi noktaları sunabilen bir tözsel değer olamaz” (Lordon, s. 148) ve “bölüşümün adaletsizliğine[!][3] karşı çıkmak için, ille de nesnel ve tözcü bir artık-değer teorisine başvurmak, bu adaletsizliği öne süren bakış açısının kurucu tarafgirliğini kabul etmek gerekmez” (Lordon, s. 149).
Buradan hareketle Marx’ın sömürü kavramını “artık-değer sömürüsü” olarak tanımlarsak ve artık-değer sömürüsünü ortadan kaldırarak adaleti sağlayıp, tözcü dayanaklarından hareketle herkese emeğinin tam karşılığını verirsek Lordon’un sorduğu soruya varırız: “Pekiyi artık-değer kapitaliste değil de bütünüyle demokratik bir ücret sistemine tabi olan şirkete, daha doğrusu ücretli emekçilere kalsa, bu kişiler ‘sömürü’den bahsetmeye devam etmeyecek midir?” (Lordon, s. 150) Lordon sorusuna şu cevabı verir: “Dolayısıyla ‘nesnel [tözcü]’ emek-değer denklemi korunacak, gelgelelim bu denklem sömürü diye bir şeyin olduğu sonucuna ulaştırmayacaktır.”
Lordon’un tasavvur ettiği demokratik şirkette dağıtım biçimi, Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi'nde ele aldığı komünizmin ilk aşaması ile benzer bir dağıtım sistemine sahiptir. Artık-değer sömürüsü ortadan kalkmıştır ve işçiler, çalışmalarının emek-zaman cinsinden karşılıklarını tam olarak alıyorlardır. “Açıktır ki burada da metaların mübadelesini düzenleyen ilkenin aynısı, eşit değerler mübadelesi olduğu ölçüde, geçerlidir.” (Marx 2017, s.608) Yani sömürü (Lordon’un deyimiyle sömürü, Marx’ın deyimiyle artık-değer sömürüsü) ortadan kalkmış ve yine Lordon’un Marx’a atfettiği gibi tözsel bir değer ile dağıtım belirlenmektedir.
Bu koşulda Lordon gibi düşünecek olursak Marx için her şeyin mükemmel olması gerekirken Marx şöyle der: “Demek ki, burada hâlâ eşit haklar -burjuva hukuku- ilkesi geçerlidir, her ne kadar ilke ile pratik çatışma halinde olmasa da ve meta mübadelesinde eşdeğerlerin mübadelesi bireysel vakada değil, yalnızca ortalama üzerinden olsa da.” (Marx 2017, s.608) Dolayısıyla Lordon’un Marx’a atfettiği şey, Marx tarafından eleştirilmekte ve tamamlanmamış bir sürecin erken bir aşaması olarak görülmektedir. Bu durumda “sömürü” kavramı halen değerini korumaktadır ve yetersiz olduğu söylenemez. Bu konuyu aşağıda ayrıca ele alacağım.
Üçüncü olarak, dağıtımda ölçülemezlik ve tözsel olmama durumunu ele alalım. İkinci argümanda Marx’ın kendisine atfedilen tözcülüğe dayanan bir üretimi ve dağıtımı onaylamaması üzerinden tözcü olmadığına ilişkin bir fikir elde edilebilse de bu argüman kanıtlanamaz. Dolayısıyla, eğer Marx kendisine atfedilen tözcülüğün, artık-emeğin ölçülebilir (mutlak, zamanı kateden biçimde) olduğu tezini reddediyor, ancak başka bir biçimini mi olumluyordur? Yoksa tözselliği tamamen mi reddediyordur? “Bu ilerlemeye [artık-değer sömürüsünün son bulmasına] rağmen, bu eşit hak hâlâ bir burjuva sınırlamanın lekesini taşır. Üreticilerin hakkı, sağladıkları emekle orantılıdır; eşitlik, ölçümün eşit bir standartla, yani emekle yapılmasından ibarettir.”(agy) Demek ki Lordon’un Marx’ta olduğunu iddia ettiği “bu (emek-değer) denklemin(in) sömürüyü kaçınılmaz olarak belirleyeceği” (s. 150) gibi bir gerekliliği Marx’ta bulamayız.
Emekçilerin tekil farklarından dolayı emek sürecine kattıkları emek miktarı/yoğunluğu farklılaşabileceği gibi özel durumlarından ötürü ihtiyaçları da farklılaşacaktır. Bu ihtiyaçları giderecek ya da bölüşümü sağlayacak yöntem, “tözsel” olarak addedilen eşit hak yerine “eşitsiz olmalıydı” (agy). Böylece kendisine atfedildiği biçimde bir tözsellik Marx tarafından reddedilmiş, genel olarak tözselliğe bakışı ise “hukuk hiçbir zaman toplumun ekonomik yapısından ve onun koşullandırdığı kültürel gelişiminden yukarıda olamaz,” (agy) deyişiyle tescillenmiştir. Eğer hukuk, dağıtım ya da bu kurallara kaynaklık eden bir ölçüm, koşullara ve gelişim düzeyine bağlı olarak değişiklik gösteriyorsa, burada bir tözün varlığından söz edilemez. Dolayısıyla bu hususta Spinoza ve Marx’ın düşünceleri, Lordon’un ifade ettiği biçimde birbirine karşıt değil, paraleldir.
Sömürünün tek boyutlu olmayan biçimi
Emek-değer teorisi dışında Lordon tarafından eleştirilen bir diğer husus, sömürünün tek boyutlu biçimidir: “Marksist teoride sömürü kavramı, ancak emek-değere dayalı tözcü bir teorinin parçası olduğu takdirde anlama sahiptir,” der Lordon (s. 149). Bu daha önce belirttiğim gibi, Lordon’a göre, Marx’ta sömürünün tek biçiminin, tek boyutunun, artık-değer sömürüsü olduğu anlamına gelir. Ancak “[sömürü] sözcüğü Marx tarafından iki anlamda kullanılmıştır. İlki daha geniş bir içeriğe sahip olup bir nesnenin, sağlayacağı yarar dolayısıyla kullanımına ilişkindir. Bu durumda örneğin doğal kaynakların, siyasal bir durumun ya da […] ahlaki anlamda bir ikiyüzlülüğün belirli amaçlarla sömürülmesi de bu kapsama girer.” (Bottomore, s. 530). Sömürünün ikinci anlamı olan “Artık-değer sömürüsü”, kapitalist üretim altındaki sömürü biçimlerinden yalnızca biridir. Birinci anlamıyla sömürü, tarih aşırı ve emekten bağımsız bir sömürüye gönderme yaparken, “artık-değer sömürüsü” tarihin belli bir aşamasındaki sömürü biçimini belirtir.
Lordon gibi “Şayet sömürü diye bir şey varsa, ekonomik değer teorisinden ziyade, siyasal bir esir alma teorisinin alanına girer. (…) Artık-değer ekonomisinden esir alma siyasetine geçebilmek için, esir alınan şeyin mahiyetini tam olarak belirlemek gerekir” (Lordon, s. 150-151) demek, tarihsel bir dönemdeki özel sömürü biçiminden çıkıp genel sömürü biçimine bakmak demektir -ki bu da, kelimenin ikinci anlamını birincinin içinde eritmek anlamına gelir. Spinoza’nın felsefesini kullanarak bu alana geçen Lordon, “Efendi-arzu, çalışanların etkime gücünü esir alır,” der (Lordon, s. 151). Böylece kapitalist üretim biçimi altındaki emek sömürüsünün üzerini örterek, odağı bu özel sömürü biçiminden uzaklaştırır. Kölelikte efendi-arzu, kölenin etkime gücünü esir alır; feodalizmde lord-arzu, serfin etkime gücünü esir alır; kapitalizmde patron/kapitalist-arzu, işçinin/çalışanın etkime gücünü esir alır. Daha da genişletecek olursak evde erkek, kadının; orduda üst, astın; okulda öğretmen, öğrencinin etkime gücünü esir alır. Böylece tüm toplumsal ve tarihsel tabiiyet biçimleri aynı formül ile gösterilebilir.
Bu genel biçim elbette ki tarihsel ve toplumsal ilişkileri anlamada çok önemlidir, ancak Lordon iki hususta hata yapar: (i) Marx’ın bunu görmediğini ve tek boyutlu bir sömürü kavramına sahip olduğunu söylerken yanılır, (ii) artık-değer sömürüsünden (özel olandan) etkime gücünün esir alınması yoluyla duygu sömürüsüne (genel olana) geçerken, artık-değer sömürüsünün tekilliğinde barındırdığı özellikleri, kapitalist birikimin esaslarını ortadan kaldırır. Duygu zemininde patron-arzunun, çalışanların arzusunu kendi arzusuna sabitlediğini ve böylece takdir kazandığını söyler. Patronun conatus’unun yöneliminin, takdir toplayarak sevinçle duygulanmak olduğunu belirtir. Ancak bu duygusal ilişkilerin devamlılık koşulu, maddi üretim ve paylaşım ilişkileridir. Bu duyguların devamlılık koşulları her üretim biçiminde birbirinden farklıdır. Bu biçimlerin tekil özellikleri, özgürleşmenin koşullarını belirler. Bundan dolayı kadınların ya da proletaryanın özgürleşmesinin maddi koşulları, kölelerin özgürleşmesinin ve serflerin özgürleşmesinin maddi koşullarından farklıdır.
Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Marx’ın özgürleşme teorisi salt artık-değer sömürüsünün ortadan kaldırılmasına dayanmaz. Aksi takdirde özgürleşmenin koşulu olarak komünizmin üst aşamasını tözsel belirlemenin ortadan kalktığı durum olarak belirtmez, alt aşamada özgürleşmenin tamamlandığını belirtirdi. Özgürleşme diğer toplumsal tabiyet biçimlerinin ya da sömürü biçimlerinin ortadan kaldırılmasını da gerektirir –ki Yahudi Sorunu Üzerine’de belirttiği gibi bu özgürleşme, “politik özgürleşme”den farklı olarak “insan özgürleşmesi”dir ve dine tabiyetten[4] ve toplumdan ayrışmış bir devlete bürokratik tabiyetten kurtulmayı gerektirir.
Kaynaklar
Bottomore, T. (1993). Marksist Düşünce Sözlüğü. İstanbul: İletişim Yayınları.
Lordon, F. (2014). Kapitalizm, Arzu ve Kölelik: Marx ve Spinoza’nın İşbirliği. İstanbul: Metis Yayınları.
Marx, K. (2013). Kapital (c. I). İstanbul: Yordam Kitap.
Marx, K. (2017). Hayalet: Seçme Yazılar. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Simmel, G. (2014). Paranın Felsefesi. İstanbul: İthaki Yayınları
Notlar
[1] Bunun erken bir örneği, Gotha Programı’nın Eleştirisi‘ndeki “Emek, bütün zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da [...] emek gibi kullanım değerlerinin […] kaynağıdır” ifadesinde görülebilir. Metne dön.
[2] Bu konuda ayrıntılı bir analizi, John Holloway’in Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak kitabı üzerine yazmıştım. Bkz: http://baslangicdergi.org/nereye-alice/ Metne dön.
[3] Köşeli parantezler içindeki notlar bana ait. Metne dön.
[4] Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi Üzerine: Giriş”te insanın dini yaptığını, dinin insanı yapmadığını ve insanın tek başına soyut insan değil, insanın dünyası, toplumu ve devleti içinde insan olduğunu belirtir (Marx 2017, s. 94) . Bunun bir sömürü biçimi haline gelmesi için dışsallaşan dinin insan üzerinde bir baskı kurması gerekir ancak bu, bu dışsallaşan biçimin bir baskı aracı olarak herhangi bir iktidar tarafından kullanılmayacağı ya da kullanılmıyor olduğu anlamına gelmez. Metne dön.
[5] Lordon, burada belirsizlik ve döngüsellikten bahsederken şöyle bir açıklama yapar: “Emekgücünün yeniden üretilmesinden önce nesnel olarak hesaplanmış bir değer ücreti belirlemez, aslında ücret emekgücünün yeniden üretilmesine fiilen hasredilen değeri belirtiyordur.” (Lordon, s. 146) Devamında Ethica’ya referansla şöyle der: “Önceden mevcut ve nesnel olarak tesis edilmiş değer arzuyu kendine çekmez, bilakis arzu, nesneleri donatarak, onlara değer kazandırır.” (Lordon, s. 147) Georg Simmel, Paranın Felsefesi’nde şöyle der: “Nesneleri ancak kullanmamız ve hoşlanmamız için doğrudan bize verilmedikleri takdirde, yani arzumuza direndikleri ölçüde arzularız. […] Nesneleri elde etmenin zorluğu, değerli olmalarından kaynaklanmaz; fakat biz sahip olma arzumuza direnen nesnelere değerli deriz.” (Simmel, s. 31) Simmel ile Lordon, nesnelerin değerini belirlemede arzu ile ilişkisini temel almaktadırlar. Pekiyi kapitalist üretim biçimini ve meta ekonomisini açıklamak için bu kavramsallaştırma bize ne kadar yardımcı olur? Bunu da başka bir yazıda ele almayı düşünüyorum.Metne dön.