Yaşar Güneş, "Yücel Kayıran’ın Şiiri: Öznenin Oluş Haline Sondaj Yapmak", Varlık, Eylül 2016
Son Akşam Yemeği, Yücel Kayıran’ın şiirlerinde ve şiirinin poetikasında önemli bir eşiği aştığını okur nezdinde tereddüde yer bırakmayacak şekilde belgeleyen bir kitap oldu. “Aşılan eşik” derken, başka bir şairin şiirini ve şiirinin poetikasını bir düzey olarak belirlemiyorum. Aşılan eşik doğrudan Kayıran’ın kendi şiiri ve şiir poetikası. Şairin bu kitaptan önceki üç şiir kitabıyla, Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu (Ekin Yayınları, 1997), Beni Hiç Göremezsin (Ekin Yayınları, 2004) ve Çalgın ile ulaştığı düzeyi bir veri olarak belirliyorum. Son Akşam Yemeği’ni oluşturan şiirlerde temalaştırılan problemler ve şiirin sözceleme öznesinin bu problemlere ilişkin gerçekleştirdiği refleksiyonun niteliği, diğer üç şiir kitabında yer alan şiirleri de poetik bir sürekliliğin ürünleri olarak son şiir kitabının oluşturduğu zincire eklemleyen, önceki kitapları birbirine perçinleyen önemli verilerdir. Kayıran’ın Son Akşam Yemeği ile kendi şiirini ve şiir poetikasını aşması, önceki şiirlerini olumsuzlayarak gerçekleşen bir aşma değil, onları içererek gerçekleşen ileriye doğru bir hamle niteliği taşıyor. Kayıran böylece bundan sonrasına, kendisi için de şiirsel çıtayı yükseltmiş bulunuyor.
Bu veri, aşılan eşiğin bir yönü. Diğer yönü ise, bir şair bazen kendi şiiri, temalaştırma ve şiirinin poetikasında derinleşip bunları sürdürmek isterken, yazılmakta olan şiir antolojisinin dışına düşme veya ondan kopma noktasına gelme ihtimalidir. Bir diğer ihtimal ise yazılmakta olan şiir antolojisinin dışına düşme riskinin, geçmişte olduğu gibi bugün de birçok şairde yüksek basınca yol açması ve yazdığı şiirde buna bağlı arazların ortaya çıkmasıdır. Bu arazların en belirgin olanı, başka şairlerin nasıl şiir yazdığını, ne türden temalaştırmalar yaptığını ve imgeler kullandığını kerteriz alıp buradan hareketle şiir yazmaya yönelmektir. Yani anlamak için değil, söylemsel takip yoluyla edebi ortamda gündemde kalmak için diğer şairleri ve onların şiirini izlemekten söz ediyorum. Kayıran, Son Akşam Yemeği ile birlikte, bir şair ve şiiri için benim “ölüm tuzağı” olarak adlandırmak istediğim, bu iki mayınlı araziyi geride bıraktığının, şiir antolojisinin dışına düşme riski ile mevcut yazılan şiire benzeyen şiirler yazma arazlarını Beni Hiç Göremezsin ve Çalgın yapıtlarıyla sergilediği aşma durumunun bir tesadüf olmadığının işaretlerini de güçlü şekilde verdi.
Şimdi Son Akşam Yemeği’ni oluşturan şiirlerde temalaştırılan problemler ve şiirin sözceleme öznesinin bu problemlere ilişkin gerçekleştirdiği refleksiyonun niteliğini göstermeye ve değerlendirmeye geçmek istiyorum. Kayıran’ın şiirleri ve şiirinin poetikası daha çok felsefi şiir mottosu ile telaffuz edildi. Felsefi şiir anlayışının açıklayıcı alt mottosu olan tinsel poetika ise neredeyse yok denecek kadar çok az işaret edildi veya sessizce üzerinden geçildi. Bu da meseleye hâkim olamayan okur/izler çevre nezdinde, Kayıran’ın şiirinin felsefenin sert kavramlarıyla yazıldığı, felsefi bir dizgenin şiirsel sunumu olduğu izlenimini bıraktı. Felsefe kavramlarla yapıldığına, şiir de imgelerle yazıldığına göre, kavramlar ile şiir yazılamayacağı, dolayısıyla felsefi şiir diye bir şeyin mümkün olmadığı sonucuna ulaşıldı. Bu akıl yürütme biçim olarak doğru gibiydi, ikna edici gibiydi. Fakat gerçekte mantıksal biçim olarak da yanlıştı. Bu yanlışlığa yol açan unsur ise, biçimsel mantığın kıyasa ilişkin belirlediği temel kural olan, tinsel poetikayı dikkate almamaktan kaynaklanan, bir orta terim yokluğu idi. Dolayısıyla Kayıran’ın şiirlerini ve şiirinin poetikasını değerlendirmek, gösterdiği problemlere işaret edebilmek için, şiirde konuşan sözceleme öznesinin tinsel zeminini her an dikkate almak gerekiyor.
Burada, özellikle şiir eleştirmeninin, doğal olarak benim de karşı karşıya kaldığım bir çıkmazdan söz etmem gerekecek. Soren Kierkegaard bunu işaret edip, eleştirmenin durumunu “Phalaris’in kurbanları” meseliyle dile getirmişti. Eleştirmen bir yönüyle, kalbinin derinliklerinde büyük ıstıraplar ve keder taşıyan şairin acı dolu iniltileri ve çığlıkları arasından tatlı nağmeler duyan biri gibidir. “Ne güzel söylemişsin, bir daha söyle” diyen; tatlı nağmeler duymak için, şairi daha büyük ıstıraplar ve keder yaşamaya davet eden bir zevzektir. Şiirde tatlı nağmeler aramak, yani estetiğin kurallarını aramak böyle bir densizliktir. Kierkegaard’ın bu uyarısının rehberliğinde ben bu yazıda da şiirde estetik olana değil, poetik olana eğileceğim. Çünkü şiirde tinsel olan doğası gereği estetik değil, poetiktir. Bu nedenle de şiirde konuşan sözceleme öznesini ve onun şiirin işaret ettiği problemler üzerinde nasıl bir refleksiyon gerçekleştirdiğini merkez edinerek şiirlere yaklaşmayı deneyeceğim.
Son Akşam Yemeği’ni oluşturan şiirlerde benim en çok dikkatimi çeken, mevcut Türk şiirinde henüz dile getirilmemiş bir varoluş durumunu ifade eden “eksiksizlik” ve “eksiklik” temalaştırması ve buna bağlı olarak açılıp gelişen diğer varyasyonlar oldu. Bu temalaştırmayı daha iyi anlayabilmek için, bu sözcüklerin Kayıran’ın şiirlerine hangi kaynaklardan geldiğine bakmak gerekiyor. Kayıran, “ ben Spinozacı bir şairim” diye kendini tanımlayan bir şairdir. Bu bir veri. Diğer bir veri ise, Son Akşam Yemeği’nde “Spinoza Okumaları’ndan” ana başlıklı dört şiirin bulunmasıdır. Demek ki Spinoza’nın felsefesine bakmakta fayda var.
“Perfectio” kavramı, Spinoza’nın felsefesine dâhil ettiği merkezi bir kavram. Spinoza’nın Etika yapıtının Hilmi Ziya Ülken çevirisinde “yetkinlik” (MEB Yayınları, 1965), Aziz Yardımlı çevirisinde ise “eksiksizlik” olarak çevrilmiştir (İdea Yayınları, 1996). “Yetkinlik” bir olup bitme durumunu içerdiğinden, “eksiksizlik” de varoluşun belirlenmemiş sürekliliğini daha güçlü şekilde verdiğinden, Spinoza’nın meramını Türkçede daha uygun ifade eden sözcüğün “eksiksizlik” olduğu söylenebilir. Spinoza’ya göre, “eksiksizlik” ve “eksiklik” düşünme tarzlarından ibarettir, aynı türden ve cinsten şeylerin karşılaştırılmasından hareketle oluşturulan kavramlardır. İnsanın varoluşu açısından özneye “eksiksizlik” ve “eksiklik” atfetmek ise, onunu kendi doğasının zorunluluğu ile hareket edip etmediğinin tasarlanması ile ilgilidir. İnsan doğası deyince de onun etki yapma veya işleme gücü olarak tasarlanan özü kast edilmektedir.
Bir şairin şiir poetikasına içkin olan sözcükler, hazır ol vaziyette şiire katılmazlar. Yoğrulmayı ve uzun bir zaman da mayalanmayı beklerler. Bu nedenle sözcüklerin kimi çok geç kalır, kimileri de başka sözcüklerin üniformasını giyerek ödünç aldıkları elbiselerle şiirin yürüyüşüne katılırlar. Kayıran’ın daha önceki kitaplarında yer alan şiirlerde, merkezi bir temalaştırma olan ve “negatif varoluş” olarak dile getirilen durumun, bir yoğrulma ve mayalanma sürecinden geçerek, Son Akşam Yemeği’ni oluşturan şiirlerde “eksiksizlik” ve “eksiklik” sözcükleri ile telaffuz edildiği görülmektedir.
Son Akşam Yemeği’ni oluşturan şiirlerde eksiksizlik durumu çocuğa ait olan bir varoluş durumu olarak verilmektedir. Çocuğun kendini tasarımlaması ve bu tasarımın henüz yıkıma uğramamış olması, çocuk için kendi istemesinin veya çabasının etki yapma veya işleme gücünün varlıkta engelsiz şekilde işleyeceğinin hayali içinde olmasını getirmektedir. Çocuğun doğası bu zorunlulukla işlemektedir. Çocuğun doğası bu şekilde işlediğinden, çocuk en özgür varlıktır. “Çocukluk”u yalnızca insan türünü gözeterek değil, bir başlangıca sahip her oluşun ilk dönemleri olarak da okumak gerekir. Özgür ve eşit bir dünya talebinin başlangıç dönemleri de dünyanın çocukluk çağını oluşturur. Örneğin “Taun’a Zeyl” şiirinde dünyanın çocukluğu ile özgürlük arasındaki ilinti şöyle dile getirilmektedir:
“takipsizdim.. sabit değil.. yerim yok.. sanki larva
özgürlük dünyanın çocukluk döneminde kaldı
babamın elimden tutarak çarşıya götürmesi gibi
aklım taun değil idi gövdeme henüz dardı”
Fakat çocuğun oluş haline geçmesiyle birlikte, çocuk varoluşta eksikliğe doğru geçiş yapacaktır. Bu eksiksizlikten eksikliğe geçişin özbilinci çocuğa ait olmayıp ki çocuk bunu başka şekillerde yaşamaktadır, çocukluğu üzerine refleksiyon yapan şiirin sözceleme öznesine ait olan bir özbilinçtir. Örneğin altı uzun bölümden oluşan “Yıkım” şiirinin temel anlamlandırma ekseni bu problem üzerinde hareket etmektedir. Öyle ki şiirin adı dahi eksiksizlik ve eksiklik temalaştırmasının bir varyasyonu olarak etkili bir başlıktır. Bu şiirin birinci bölümden alıntılıyorum:
“metin gibiydi yüzüm öğelerine ayrılmış değil iken
henüz kendim değil idim bir kurmaca iken
imgeden olma bir jest mimiklerimde
aklım doğal ışık, sürüklenirdim yetişmek için peşinde
mermerdendi sesim.. terk edilmiş değildi içimdeki kale..
pencereden dışarı bakardım başlamamış başlangıcıma bakardım
zihnimde büyümekte olan bir final.. güneşi zapt etmek için bakardım”
Bu şiirde sözceleme öznesi “içindeki oğlanı” şimdi bulunduğu varlıksal düzlem üzerinden okuyup kavrama yönünde bir refleksiyon geliştirerek, böylece kişinin kendi oluş sürecinde hangi varoluşsal olanakların yıkıma uğradığını göstermeye çalışmaktadır. Bu cümleyi tesadüfen kurmuyorum. Dile getirdiğim şiirsel işleyiş, Kayıran’ın şiirlerinin özgül karakterini oluşturan en önemli ayrımlardan birini oluşturuyor. Kayıran otobiyografik bir şiir yazmıyor, yaptığı bu değil. Kendi hikâyesine içkin olan bir durum üzerinde refleksiyon yapıyor.
Türk şiirinde giderek şairlerin birçoğunda görmeye başladığımız “annem şöyle söylerdi”, “babam şöyle söylerdi” vb. türünden bir şiir söyleme tarzı belirmeye başladı. Fakat bu türden şiirlerde, ebeveynlerin söylediklerinin şiirin sözceleme öznesinde hangi durumlara yol açtığının, onun varoluşunda nasıl bir belirlenme oluşturduğunun yer almadığı bir tarz. Adeta ebeveynlerini şiirin kayıt altına alması için onlara yapılan bir selam seslenişi gibi duruyorlar.
Fakat Kayıran’ın şiirlerinde yaptığı bu değil. Ebeveynlerinin söylediklerinin çocuk üzerinde, yani eksiksizlik üzerinde hangi varlıksal belirlenmelere yol açtığını, dışsal bir etkinin içsel bir etki haline gelerek, kişinin eksiklik durumu yaşantılamasına yol açmasında nasıl bir önemi olduğunun işaret edilmesinde poetik işlev kazanıyorlar. Bu poetik işlevin asli niteliklerinden biri de aile denilen birliğin “çocuk” için, kişinin sonraki geldiği varlıksal düzlemden baktığında görülebildiği, nasıl bir oluşturucu dinamikler taşıdığıdır.
Örneğin Çalgın kitabını oluşturan şiirlerde olduğu gibi önceki iki şiir kitabını oluşturan şiirlerde de “aile meselesi” hemen hemen her şiirin merkezinde veya ufkundadır. Kayıran’ın şiirlerinin sözceleme öznesinin niçin “negatif varoluş” halinde (Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu, Beni Hiç Göremezsin) veya “çalgın” olma halinde (Çalgın) veya “yıkım”a uğrayan bir oğlan olma halinde olduğunun (Son Akşam Yemeği) göndermesi de burada yatmaktadır. Bu gönderme alanı da dört kitabı birbirine bağlayan bir süreklilik sağlamaktadır. Kayıran’ın şiirlerinde aile yaşantılarının ve tasavvurunun poetik bir işlev kazanması da bu süreklilik ile ilgilidir.
Çocuklukta, çocuk kendisi ve gelecek ile ilgili bir imgelem oluşturur. Bu onun varlıkta açılma ve genişleme yönünde yaptığı çabanın idealidir. “Eksiksizlikten olma idi içimdeki isteme”. Çocuk bu ideali bir idea haline getirecek anlaksal beslemeler peşindedir. Gördüklerini, okuduklarını, duyduklarını, tebarüz ettiği her şeyi bu anlaksal beslemede işlevsel kılmaktadır. Çocuğun edindiği, yaptığı ve yöneldiği şeylerin toplamı bu eksen üzerinde anlam ve bağdaşıklık kazanır. Fakat eksiksizlik isteminin ve idealinin çarptığı bir duvar vardır. Kayıran’ın şiirlerinde öznenin çarptığı bu duvar üç katmandan oluşuyor. Bu katmanların özne açısından nasıl tahayyül edildiğine ilişkin (elbette ki bu dizeleri kendi şiirsel bağlamları içinde yeniden ele alıp değerlendirmek, bu şiirlerde üstlendiği işlevlere de bakmak gerekir. Fakat bu özet kataloglamanın da bu yazı sınırları içinde konu hakkında bir fikir oluşturacağı kanısındayım) bazı dizeler alıntılıyorum:
1- Anlaklara değil, imgelemlere çarpma (aile ve yakın çevrenin olup biten veya olması muhtemel şeyler ile ilgili tasavvur ve beklentilerinin oluşturduğu tinsel yükler): “belleğin ilk çağında dağlandı gözdağı ile gözlerimin içi”, “dışlanmışlık hep aynı yerde yaşamakla alakalı”, “ ‘anam bu oğlan okuyamaz’ / an’nan’nemdi beni ilk keşfeden”, “dünyanın fazlalığı dendi bana”, “gittiğin yeri kurutuyorsun, demişti bir keresinde babam / konuşmamak mümkün değil senin ardından”, “suçlamayla ölebilir insan, ilga edilir ise öz savunma”...
2- Olgusallığa çarpma (tarihsel düzlemin taşıdığı olanaklar, olanaksızlıklar): “ peşinden gidilen yenilince yeniliyor insanın finali de”, “olmayacak, barbarlık bizim elimizden olmayacak”, “ yenilgi düzenlenebilir değil”, “devrim istikbalde kalmadan önce”, “gün geçti.. geçti geleceği dünyanın”, “yitirdi dünya bana vaat ettiği tarifi”, “kimsesizdir.. sahibi yok yenilginin”, “Allah sanki tauna döndü / onu yeryüzüne indirmek isteyenlerin zihninde / politik suç.. adi suç olmadı bu denli”…
3- İstemenin (niyetin) içeriğine çarpma (etik değerlere bağlılığın kişinin eylemini durdurması): “ insan itikat ettiği değerler var ise ikileme sürüklenir”, “dua edemem, dua etmek hile yapmak anlamına gelir”, “günahım açığa çıkabilir fakat inancımı gösteremem / tanrının derisinden nikap yapmaya benzer bu”, “hakikat / kendimi sadık hissetmem içindi”, “eskiden iyi hissederdim kendimi günahı hissetmeden önce”…
Kayıran’ın şiirlerinin sözceleme öznesinin eksiksizlik durumundan eksiklik durumuna doğru yaşadığı tecrübede bu üç katmanın birlikte işlediği, öznenin varoluşunda birlikte etker nedenler olduğu görülmektedir. Öznenin varoluşu üzerinde etker nedenler olarak işleyen bu üç katmanın ise öznenin doğasını baskılayan, onun doğasını bozan, onun doğasının açılıp genişlemesini önleyen güçler olarak kavrandığını belirtmek gerekiyor. Çünkü “varoluş, varolmak değil kalandır varolamamaktan geriye”. “Varolamamaktan” ve onun farklı varyasyonlarından geriye kalanlar ise eksiklik temalaştırması merkezinde toplanmışlardır. Akış halinden akışın olmadığı bir hale geçmek de denilebilir buna: “eskiden dereydim, nehir.. deniz akmıyor bir yere”.
Şimdi burada okurdan bir dikkat bekliyorum: Öznenin artık akmayan bir yere gelmiş olması ilk bakışta negatif bir görünüş arz eder gibidir. Gibidir diyorum, çünkü Kayıran’ın “ben Spinozacı bir şairim” dediğini unutmamak gerekiyor. “Denizin akmaması”, denizin doğası gereğidir. Denizin doğasına ait olan yetkinlik ya da eksiksizlik, zaten denizin akan bir şey olmamasında gizlidir. Ben buna “Spinozacı şaka” diyorum. Çünkü şiirin sözceleme öznesi “her bireyin içerdiği doğa, / onu götürdüğü yere kadar yetkinlik içerir..” özbilincine sahiptir. Meğerki varılacak yer olmamış olsun. Öznenin bu nokta da geliştirdiği refleksiyonda, örneğin “Aforoz” şiirinde Spinozacı şakanın kurbanı olarak, Spinoza’ya karşı Platon’u çağırdığı görülmektedir:
“sırlar dolduruyor düşen harfin yerini
ola ola varolmayanla sürekli birlikte..
vazgeçebilir kendini devamlı kılmaktan varlıkta kalma çabası da..
geldim sanki romanda hikâyenin anlaşıldığı yere
korku terk etti yüzümü, harfin yerine dökülmüş tuz
eskiden dereydim, nehir.. deniz akmıyor bir yere
varolmayan diye bir kelime var ise varolmayan vardır..”
Ki aslında Kayıran’ın şiirinin sözceleme öznesinin öyle ketum ve sert göründüğüne aldanmayın, bu da Spinozacı bir şair olmanın doğasında olan bir şakadır. Çünkü “dünyaya Nisan’ı görmeye geldim” diyen bir özne varlıkta kalma çabasından vazgeçebilir değildir. Evet, insan tahayyül ettiği yerde olmayabilir. Fakat insanın fiili özü, kendini ortadan kaldırabilecek dış nedenler karşısında da hep kendi varlığında devam etme, kendi doğasına karşıt olan şeyleri ortadan kaldırabildiği derecede de eksiksizlik çabası yönündedir. Çünkü Spinozacı felsefede, bedenimizden varoluşu uzaklaştıran fikir ruhumuzda bulunamaz ve ona aykırıdır.
Kayıran’ın şiirlerinde sorunsallaştırdığı “başkaldırı” temalaştırmasının da, şimdi söz konusu ettiğim “insanın fiili özü” ile ilgili bir fenomen olarak işaret edildiği görülmektedir. “dünyaya başkaldırmak bir hikaye değildir / hikaye, neden başkaldırdığındır dünyaya”. Kişinin fiili özünden neşet etmeyen, kaynağı bu fiili öz olamayan, kendi fiili özü ile determine olmayan “başkaldırı”nın iğretiliği, “yenilgi” durumunda sanki ortada hiçbir şey olmamış gibi davrananların yaşantılarında kendini ele vermektedir. Son Akşam Yemeğinin “Ronin” bölümünün temel anlamlandırma ekseni bu sorunu gösteren şiirlerden oluşuyor: “ ben yakıştıramadım kendime / yağdan kıl çeker gibi kendimi temize çekmesini”. “Ronin”de yer alan şiirler, öznenin kendini temize çekememesinin içsel nedenleri ile birlikte öznenin kendi ben-imgesinin ve idealinin yenilgi durumunda neye dönüştüğüne, bunlara neler olduğuna spot ışıklar tutuyor:
“evet, ben de, ‘ben’ diye konuştum daima
ama benlik denilen şeyi getirmedim ortaya hiç
bakmadım beni yağmalamak isteyen harâma
ve gitmedi hayatım muhacir olandan öteye hiç
kendimden başka mücavir alan yoktu kendime”
Öznenin kendinden başka bir mücavir alana sahip olamaması Çalgın kitabında “ruhluk” olarak telaffuz edilmişti. Son Akşam Yemeği’nde ise mücavir alan olarak yeni bir içsel mekânın daha şiirin söz dağarına katıldığı görülmektedir: “günahlık”. “Günahlık”, belki ayrı bir mekân olarak değil de, ruhluğun bir odası, kuzeyde serinde kalan bir odası olarak düşünülebilir. Çünkü Kayıran’ın şiirlerinin sözceleme öznesi sokağa değil eve ait olan ve serinliği, serinliğe çekilmeyi seven bir özne. “Günahlık”ın ateşi çağrıştıran imlemi ile serinliğin ferahlatıcı imlemi arasındaki karşıtlık, öznenin oluş halini harekete geçiren nedenler olarak da okunabilir.
Günahlık temalaştırmasının en belirgin özelliklerinden birini, “sırrın ifşası” oluşturuyor. Türk şiirinde şimdiye kadar şiirin sözceleme öznesinin kendi oluş halini anlamaya yönelik geliştirdiği refleksiyonda, aileye ilişkin sırların ifşa edilmesi yoktur. Türk şiir antolojisinde en çok ebeveynlere yapılan güzellemeler, belki bir parça veya tekil şiirlerde ebeveyn ile yaşanan çatışmalar şiirin merkezinde yer almıştır. Fakat aile içi sırların şiirde ifşa edilip, bu sırların özneyi nasıl bir oluş haline yönelttiği meselesinden hep uzak durulmuştur. Aile içi sırlar başkalarının sırları olarak veya özne kendisini askıya alarak, bunlar kendi gerçekliğini oluşturan sırlar değilmiş gibi yaparak şiire kaydedilmiştir. Örneğin mevcut Türk şiirine baktığımızda babası çok eşli olan, annesinin veya babasının eşini aldattığa, başkalarıyla gönül ilişkisi olduğuna, başkalarıyla cilveleştiğine, anne veya babanın birbirinden başkası için vazgeçtiğine tanık olan bir şair yok mudur ki bu durum şiirde dile getirilmemiş bir sorun-tema olarak öylece üzerinden geçilmiştir? Bu olgusallığın öznenin oluş halinde hiç mi etkisi veya izi yoktur ki şiirin eli buraya geldiğinde, şairler “pas” diyerek masadan kalkmıştır? Çocuk için kutsal varlıklar olan anne-baba imgesinin darmadağın olduğu bu ve benzeri ontik durumlar şiirde kendine neden yer bulamamıştır? Bu duruma, “ontik olandan korku” demek istiyorum.
Kayıran’ın şiirleri ontik olandan korku halinde değil. Çocuğu bir özne olma yoluna götüren veya ona tin kazandıran oluş durumlarını güzelleme tekniğine başvurmadan, metonomik imgeler üretmeden (örneğin Ece Ayhan’ın şiirlerinde böyledir) vermektedir. Öznenin kendi oluş haline etki eden nedenler üzerine refleksiyon yapması, aynı zamanda aile ve aile yaşantılarıyla oluşan ideoloji ile hesaplaşmasının momentini oluşturur. Özneye nelerden utanması, nelerden kaçınması, bir yaşantıyı nasıl imgeleyip kodlaması gerektiği vb. aile içinde öğretilir. Bu öğrenmelerin neliği üzerinde refleksiyon yapılmaksızın, şiirde de ezbere ideolojik değerlendirmeler yapıyor olmaktan sıyrılmak mümkün değildir. Bu açıdan Kayıran’ın şiirlerinde şiirin sözceleme öznesinin ailenin öğrettikleri ve öğrendiklerinin onda oluşturduğu imgelem ile hesaplaşabilmesi için “sırrın ifşası” kaçınılmaz bir zorunluluk olarak beliriyor. Çünkü “sırrın sır olarak” kalması ve bunun üzerine refleksiyon yapıp kelama getirememenin oluşturduğu basınç, kişinin hem bedenin hem de tinselliğin kimyasını bozup dağıtan yaşantılarla sonuçlanmaktadır. Öznenin çocuklukta beliren çekingenliği, yalnızlığı, başkasından duyduğu kuşku ve korku, önüne bakan ve konuşmayan bir oğlan olması vb. durumlar onun taşıdığı sırların bedende ve tinde açığa çıkan görünüşleridir. Dolayısıyla asıl olan beden ve tin değil, sırrın kendisidir, sırrın beden ve tine ne yaptığıdır. Bu yüzden Kayıran’ın şiirlerinde sırrın ifşası temalaştırmasının arızi olmadığını, boşluk doldurmaya yönelik bir şiir girişimi olmadığını söylemek gerekiyor. Çünkü ontik olana, tinsel poetikaya başka türlü varmanın da zaten olanağı bulunmuyor.
Spinozacı zorunluluk tahayyülü, öznenin hakikate tutulmasının yol açtığı doğruyu söyleme fiilini, yani ifşa edimini de kaçınılmaz olarak, bir skandal olarak deneyimlemesini de beraberinde getirdiği görülmektedir. “ bir kez algılanmaya görülsün, vazgeçilmezdir hakikat”. Çünkü sırrın sır olarak tutulması kişiyi varlıkta sebat etme çabasında eksiklik durumuna geçmesine yol açmaktadır ve özne de bu durumda “ne yapmalıyım” problemi ile yüz yüze gelmektedir. Örneğin Son Akşam Yemeği’nin oldukça dikkat çeken şiirlerinden biri olan “Beni Terk Eden Organ” şiiri bu problemin merkez edinildiği bir şiirdir. Sırrın sır olarak tutulması ile sırrın ifşa edilmesi probleminin yarattığı varoluşsal yükleri daha açık şekilde izlemek isteyenler için, “Beni Terk Eden Organ” ile “Yıkım” şiirinin birlikte okunması gerektiğini işaret etmek istiyorum.
Kayıran’ın şiirlerinde kişi nasıl ki tahayyül ettiği yerde değil ise, tahayyül edilen dünya da tahayyül edilen yerde değildir. Dünya da eksiksizlikten eksikliğe geçmiştir. Bu geçişin Kayıran’ın şiirlerinde verilme tarzı, mevcut toplumsal-siyasal olayların sayılıp dökülmesiyle aktarılan bir netice değildir. Mevcut toplumsal-siyasal olaylar, yukarıda “olgusallığa çarpma” maddesinde alıntıladığım, “Taun” şiiri ayrı olmak üzere, spot birkaç dizeden fazlasıyla verilmez. Fakat dünyanın eksiklik durumunda olmasına ilişkin imgelem, neredeyse her şiirin ayrılmaz bir bileşeni durumundadır. Pekiyi Son Akşam Yemeği’ni oluşturan şiirlerin hemen hemen hepsinde dünyanın eksiklik durumunda olduğu imgelemi nasıl oluyor da çok az sayıda spot birkaç dize ile sağlanabiliyor?Bu imgelemi devindiren poetik öğe nedir?
Ben bu imgelemi devindiren poetik öğenin, “ifşa” temalaştırması ile ilgili olduğu savını ileri süreceğim. Dünyanın geldiği tarihsel düzleme ilişkin oluşturulan imgelemin verilmesi, dünyaya ilişkin bir sırrın ifşası şeklinde gerçekleşiyor. Öncelikli olarak dünyaya ilişkin sırrın ifşasında kullanılan söz dağarı dikkat çekiyor. Dünyaya ilişkin sırrın ifşasında kullanılan söz dağarının, şimdiye kadar kendilerini sosyalist olarak adlandıran şairlerin şiirlerinde uzak durduğu, dinsel ve tasavvuf kökenli yazında geçen sözcüklerden oluştuğu görülüyor. Bu sözcüklerin kullanımında en dikkat çeken özelliklerden biri, sözcüklerin içerdiği anlamsal yüklerin muhafaza edilerek, onların bu dünyaya dönüklük imlemi içinde yeni anlamsal yüklere doğru genişletilmesidir. Örneğin “biri sildi içimden Allah’ın izini”, “Allah sanki tauna döndü / onu yeryüzüne indirmek isteyenlerin zihninde”, “ çocukluk Allah’ın evidir insanda”, “Allah’ın olmadığı bir dünya için büyümüş değil idim”, “tanrı tarafından takip edilen bir oğlan” gibi dizelerde hem “Allah” sözcüğünün dinsel kullanımı muhafaza edilmekte hem de ona yeni anlamsal yükler kazandırılmaktadır. Misal, “Allah’ın olduğu bir dünyadan, Allah’ın dünyada olmadığı bir zamana gelmek” ne demektir?
Burada sorun kayıran’ın şiirlerinin sözceleme öznesinin Allah’ın var olup olmadığına inanıp inanmadığı sorunu değildir. Refleksiyonu yapılan durum ne teizm, deizm veya ateizm öğretilerinin mutat doğruları ve savları ne de bunlardan herhangi birinin eleştirisi. Ki yüzeysel bir okumanın sorunu bu şekilde algılamaya dönüşebileceğini tahmin ediyorum ve bunun da oldukça yanıltıcı olacağını düşünüyorum. Kayıran’ın şiirlerinde “Allah” sözcüğüne yüklenen anlamı veya bu fikir ile neyin imgelendiğini kavramadan doğru bir neticeye ulaşılabileceğini sanmıyorum. Kayıran’ın şiirlerinde “Allah” göstereninin işaret ettiği durum, kişiye ait olanın ona verilmesi tahayyülü ile birlikte bulunuyor: “tanrı, her kişiye ait olanın o kişiye verilmesi demektir”. Bu tanımlama, Platon’un Devlet adlı kitabında yaptığı “adalet”in tanımı, aynı zamanda Marx’ın tanımladığı anlamda “eşitlik” talebinin temellendiği referans noktası da budur. Bir erdem olarak “adil olma” denilen şey de bunu sağlayacak kişisel niteliklere sahip olmak demektir. Bu ise olgusallaşmış eksiksizlik durumudur ki Spinoza felsefesinde olgusallık ile eksiksizliğin bir ve aynı şey olduğunu hatırlatmak isterim. Nitekim Kayıran’ın şiirinde de bu durum “tanrı, tinsel-töredir.. söz ile özün birliği..”dir diye dile getirilmiştir.
Şimdi, “Allah’ın olduğu bir dünyadan, Allah’ın dünyada olmadığı bir zamana gelmek”in neyi işaret ettiği, okur için, daha açık hale geliyor. Şiirin sözceleme öznesinin çocukluktan başlayarak oluşturduğu dünya tahayyülü, adalet veya eşitlik imgesi üzerine kurulmuş bir dünya imgesidir. Fakat adalet veya eşitlik talebi yenilmiştir. Dünya bu nedenle de barbarlık dönemini yaşamaktadır:
“keçi yüzünden bir nikap.. Altın Buzağı derisinden
“Allahu eakbar! Allahu eakbar!” nidasında tekbir
oğlak boğazlar gibi boğazlıyorlar genç erkekleri
sonra yemek yemeğe gidiyorlar “Allah hâkim” diye”
Eşitlik veya adaletin dünyaya hâkim olduğunu temellendirebilecek bir zavallı var mı acaba? Alıntıladığım dörtlükte gönderme müthiş, kendini dindar zanneden yoldan çıkmışlar ve kendilerine yeni putlar dikenler aracılığıyla nasıl bir azgınlık ve sapkınlık oluşmuş ise, şimdi de bizzat benzer şekilde “Allah hâkim” diyenler aracılığıyla Allah’ın hâkimiyeti, yani eşitlik/adalet değerleri ve talebi “tauna” dönüşmüş durumdadır.
Kayıran’ın şiirlerinde dünyanın tahayyül edilen yerde olmamasının nasıl bir ifşa tematikleştirilmesiyle işaret edildiğine yeniden dönelim. Kayıran’ın şiirinin sözceleme öznesi neden ifşa halindedir sorusunu soralım. Bu öznenin kıyamet düzleminden konuştuğu ve karşı karşıya kaldığı problemler üzerine kıyamet düzleminden refleksiyon yaptığı görülmektedir. Teoloji yazınında da, bilindiği üzere, kıyamet bir “final” değildir. Kıyamet bir başlangıçtır. Kuran-ı Kerim’de “Fatiha Suresi”nde geçen “din günü” ibaresi bu başlangıcı imler. “Din günü”, adaletin dağıtıldığı gün olmaktan önce, ilkin sırların ifşa olduğu/olunduğu bir gündür. İfşa ile skandal arasındaki ilgi de burada aranmalıdır. İfşa, başkalarının sırrını açıklamak demek değildir. Din gününde sırrın ifşası önce öznenin kendi sırlarını ifşa edişi ile açılacaktır. Özne önce kendisinin sırlarını kendisine ifşa ederek kendi skandalını dile getirecektir: “sarıldım.. öperek ele verdim babamı..” Öznenin kendi kıyametinden konuşma halini, ben, öznenin varoluş düzleminden, yani burada ve şimdideki oluş halinden, kendisi ile ilgili öz tahayyülünü teşrih masasına yatırması olarak değerlendiriyorum. “Öz” kavramını burada, “bir varlığın yapısını kuran şey” olarak anladığımı belirtmeliyim. Dolayısıyla öznenin kendi kıyametinden konuşması, kendini dağıtan, kendi varlıksal yapısını bozan durumlar üzerine konuşması, onlar üzerine refleksiyon yapması demektir. Bu noktada Kayıran’ın şiirlerinin sözceleme öznesinin başkalarının sırrını ifşa etme veya başkalarının sırrı üzerine bir refleksiyon yapma gibi bir niyet içinde olmadığını özellikle belirtmek gerekiyor. Çünkü başkalarının sırrına vakıf olmayı istemek, “sıradanlık” olarak şiire kaydediliyor:
“ama nerede bırakır sandığı kişi olmayı insan
ve yorgun, başkasının kendini övdüğünü hayal etmekten
lakin vazgeçmeyecektir başkasının sırrına vakıf olma emelinden
azmine yol arayan conatus diyeceklerdir buna
fakat azmine yol arayan conatus değil
azmine yol arayan kösnü bu
düşüş de denilebilir buna
bir tür yanılsama da
veya ötekinde kendi varlığı ile vuruşma
yani öncüllerinden yoksun vargı
fakat sıradanlık diye geçecektir tarihe eski kitaplar
ilgileri belirsizleşmiş yen, diye belki de
belki de sesim hiç duyulmayacaktır..”
Dolayısıyla bu özneyi başkasının sırlarına vakıf olmayı isteyen bir özne olarak değerlendirmek mümkün değil. Kendi sırlarının, bir güç, etki veya çaba odağı olan bedenine ve tinine ne yaptığını, eksiklik durumuna geçmesinde nasıl bir etker neden olduğunu göstermeye çalışan bir öznedir.
Kayıran’ın son şiir kitabının adının, problem edindiği konularla bağdaşık olan bir göndermeye sahip olduğunu teslim etmek gerekiyor. Son Akşam Yemeği'nin göndermesinin sır ve sırrın ifşası sorunu olduğu dikkate alıp, bu kitabı oluşturan tekil şiirlerin de bu sorun etrafında yeni bir anlamlandırma ekseni kazandığını düşünüyorum. Nitekim kitaba adını veren girizgâh niteliğindeki şiirin de bu noktadan açılıp, diğer şiirlerin gönderme evrenini de genişleterek, onları ana gövdeye bağlayan bir işlev üstlendiğini söylemek istiyorum. Kayıran’ın söylediği gibi: “okudukça geriye doğru ilerliyordu Kitap”.