Açılış bölümünden, Liman, s. 7-10
Geminin limandan ayrılmasına bir saat kalmıştı ve bu kenti son kez gördüklerini yolcuların bir kısmı biliyor, bazıları ise bilmiyordu.
İri bir deniz hayvanı gibi görünen iki bacalı Bucovina, İstanbul’dan Köstence’ye gidecek yolcuları kabul ederken mallar yükleniyor, çımacılar halatları sökmeye hazır bekliyor, güverte subayları hareket için son hazırlıkları gözden geçiriyordu. Arabalar yolcuları limana art arda bırakıyor, ücreti ödenen arabacılar denizden ve kalabalıktan korkan atlara hâkim olmaya çalışarak dönüyor, yenilerine yol veriyordu. Arabalardan inen yolcular ellerindeki ağır valizleri taşıyarak ya da liman hamallarına taşıtarak bilet ve pasaport kontrolü yapıldıktan sonra geminin merdivenlerinden çıkıyordu. Yolcuların konuştuğu diller birbirine karışmış, kimin uğurlamaya geldiği, kimin gemiye bineceği belirsizleşmişti. İkinci ve üçüncü kaptanlar, süvariler birbiri ardına komutları sıralıyor, çarkçıbaşları makine dairesinde kömür tozundan simsiyah olmuş adamlarına talimatlar veriyor, teçhizatı tek tek kontrol ediyordu. Değişik ülkelerden inzibatlar liman boyunca devriye gezerken şüpheli gördükleri kişilere rasgele kimlik soruyorlardı.
Seyit Bey küpeşteye yaslanmış, yanında oğulları Sedat’ın blazer ceketini düzelten Saliha Hanım, limanı seyrediyor, Köstence’de ailesiyle geçici bir süre kalacağı evi, arayacağı kişileri, oradan geçeceği ülkeleri, ama her şeyden çok, büyük ihtimalle çıkacağını tahmin ettiği, çıktığında da idama mahkûm olacağını bildiği “Hıyanet-i Vataniye” Kanunu’nu düşünüyordu.
“Tüm bunlar başından beri belliydi,” diye geçirdi aklından, “Hatta onun da öncesinde, hiçbir şey başlamadan, ne olup biteceği hiç kimse, hiçbir taraf için bilinmezken, bilinecek bir şey de olmadan önce belliydi. Herkesin bir yeri vardı ve herkesin aynı sahnede bulunması, kendi rolünü oynaması gerekiyordu - daha ortada sahne de, oyun da olmadan önce.”
Bucovina’nın kalkış düdüğü çaldı. Sedat biraz irkildi, Saliha Hanım elini oğlunun omzuna koydu. Çapa ağır ağır çekiliyor, halatlar atılıyor, merdiven toplanıyordu.
Seyit Bey purosunu yaktı, limanda onları uğurlayan hiç kimse yoktu. “Olup bitenler...” Hafifçe gülümsedi, bıyığını sıvazladı. “Olup bitmişti zaten her şey. Birbiri ardına gelen şeyler arasında henüz bir alaka kurulmadan, roller dağıtılmadan, zaman henüz bölünmeden, sözler söylenmeden, tarih başlamadan... Her şey başlangıçtan önce bir anda olup bitmişti. Oyun bundan sonra başladı, başlaması zorunluydu, bizim de içinde bulunmamız...”
Liman uzaklaşmaya başlamıştı.
Gemi destroyerlerin, kruvazörlerin, devriye gezen, zırhlılarla kara arasındaki irtibatı sağlayan istimbotların arasından geçiyordu.
“Evet zorunluydu! Hepimiz tek bir kişi, tek bir zihindik başlamadan önce. Ben, Seyit; Hain Seyit olacaktım. O, Halil; bir kahraman olmaya çalışacaktı. Oyun böyle, bu nedenle başladı. Her şey olup bittiği için oyun başladı, başlaması gerekiyordu, başlaması gerektiği için bitti, başladığı için bitti.”
Saliha Hanım oğluyla kamaraya ineceğini söyledi, Seyit Bey başını salladı.
“Sirkeci Limanı artık görünmüyor, oysa geçmiş hâlâ çok yakın bana, birbiri ardına önünden seyrettiğimiz yalılar kadar...”
Seyit Bey çevresine baktı. Rengârenk giysileri içinde, güneşten korunmak için açtıkları şemsiyeleri tutarak güvertede sohbet eden kadınlar, genç çiftler, çocuklar, takım elbiseli erkekler, bir aksaklık olup olmadığına bakmak için iki güverte arasında dolaşan denizciler, bir kısmını bürokrasiden ya da matbuat çevresinden tanıdığı, kendisi gibi “hain” addedilenler, edileceği haberini alanlar... “İşgal olmasaydı ‘hain’ ilan edilecek miydim, bilmiyorum. Ama tüm bu siyasi kargaşanın içinde hiç kimsenin bir sıfatı yoktu ve herkes her sıfatı alabilirdi. Herkes haindi ve hiç kimse hain değildi. Toz duman dağıldıktan sonra muktedir kahraman, mağlup hain olacaktı. Her şey aynı anda hem doğru hem de yanlıştı ya da bir tavır bir an doğru hemen sonrasında yanlış, daha sonra yine doğru olabilirdi. Kimsenin birini desteklemekten ya da birileri tarafından desteklenmekten kaçması mümkün değildi. İngilizler, Fransızlar, Hükümet, milliyetçiler, Bolşevikler, diğerleri... Hepimiz, rulet çarkı gibi kendi çevresinde dönen tek bir sahnedeydik, hangimizin ‘kahraman’, hangimizin ‘hain’ taşında duracağını hiçbirimiz bilmiyorduk. Hepimiz kendimizi bir diğerine göre tarif ediyorduk ve kimsenin tümüyle güvendiği biri yoktu.
Eminim bunlardan, ismimin Seyit olduğu kadar eminim...”
Purosundan bir nefes daha çekti, Karadeniz’den esen rüzgâr külleri dağıttı, gözü Sarıyer’deki balıkçı kulübelerine, Boğaz’ın kıvrımlarına, kendi geçmişine takıldı. Seyit Bey geçmişinin de artık geleceği kadar belirsiz olduğunu düşünüyordu.
“Zaman hükmünü bir kez verir, Büyük Kuklacı oyunu bundan sonra başlatır.”