Mustafa Ülker, "Beynin Gölgeleri: Gölge oyunu perdesinde hayat", K24, 18 Ağustos 2016
Yıllar önce cisimlerin gölgelerinin, fotonlarca ortaya çıkarılan iki boyutlu ve biraz amorf yapıdaki kalıpları olduğu fikri aklıma gelmiş ve bu fikirle biraz eğlenmiştim. Fotonlar dumanın bile kalıbını çıkarabiliyorlardı. Yıllar sonra Beynin Gölgeleri’ni okuyunca, bu anıyı anımsayıp kafamda başka çağrışımların ortaya çıkıverdiğini fark ettim. Aslında bu dünyada kendi yaşamımız olarak deneyimlediğimiz şey de, tıpkı bir gölge gibi, belki bu sefer fotonlar tarafından değil ama, gizemli gri bir kütlenin içinde kopan, bir bakıma foton fırtınalarına benzetilebilecek kozmik bir faaliyetin ortaya çıkardığı, gerçek doğasının ne’liğinden habersiz olduğumuz fiziksel bir evrenin, üstelik belki biraz da değil, epey amorf kalıplarından ibaretti. Hepimiz aynı perdedeydik ve neyin kalıbını temsil ettiğimiz hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu.
Saffet Murat Tura’nın yeni kitabı Beynin Gölgeleri günümüz zihin felsefesinin birçok sorunlu noktasına odaklanan, bazı kronikleşmiş tartışma alanlarını bir nihayete erdirme hedefini de içinde barındıran oldukça yoğun bir içerikle karşımıza çıktı.
“Bir Psikiyatri Felsefesi” alt başlığı ile çıkan kitabın başlığının bir gönderme taşıdığı, konuya aşına olanların dikkatinden kaçmamıştır sanırım. Roger Penrose’un 1994 tarihli Shadows of the Mind kitabının başlığına bir gönderme niteliği taşıyor Beynin Gölgeleri. Penrose bu kitabında özetle insan beyninin algoritmik bir temelde işlemediğini, dolayısı ile bilgisayımsal yöntemlerle modellenemeyeceğini öne sürüyordu (Penrose soyut bir matematiksel evren fikrinin gerçekliğine inanıyor ve bunun da Platoncu idealar evreni ile benzerlikler taşıdığını yadsımıyordu). Sanıyorum Tura da bu soyut zihin kavramının ve beynin nöral faaliyet düzeyinde yürüttüğü bilgi-işlemsel özelliklerin çözümlenebilirliğinin peşinen önünü kesen yaklaşıma nazire olarak böyle bir başlık seçmiş olabilir.
Kitap temel olarak iki bölüme ayrılabilir. Psikiyatrinin insan davranışlarını açıklamada kullandığı sebep- gerekçe veren açıklama tarzı ile doğabilimsel- nedensel açıklama tarzı arasında eşölçümlü olmama probleminden kaynaklanan epistemik süreksizliğin aşılması yönünde bir kavramsal operasyonun nasıl yapılabileceğinin tartışıldığı ilk yedi bölüm; ve bir tür fenomenolojik ontoloji varsayımı olarak isimlendirilebilecek fenomenal dünya kavramının ve insanın natüralizasyonu probleminin nasıl anlaşılması gerektiğine dair, detaylı çözümlemelerin yapıldığı sonraki altı bölüm.
Kitabın ilk yarısında ağırlıklı olarak, Kuhn’un tanımladığı hâliyle, farklı epistemik düzeylerdeki bilgi alanlarının birbirine indirgenemezliği anlamına gelen eşölçümlü olmama (incommensurability) kavramından hareketle, sebep- gerekçe veren açıklama ile doğabilimsel-nedensel açıklama arasında ortaya çıkan problemin nasıl çözüleceği üzerinde duruluyor. Doğada fiziksel olarak neden olma dışında bir nedensellik olamayacağı ilkesinden yola çıkılarak sürdürülen bu tartışmada, sebep- gerekçe veren açıklamaların aslında beynin belli nöral faaliyetlerine göndermede bulunduğu, fakat bunların doğrudan beynin fiziksel durumları ile ilişkilendirilemeyeceği, ancak bunlara karşılık gelen fiziksel süreçler olan nöral faaliyetlerin biyofonksiyonalist açıdan değerlendirilmesi ile ortaya çıkan fonksiyonel durumları ile ilişkilendirilebileceği savunuluyor.
Kitabın ikinci yarısında ağırlıklı olarak, bir epistemik kopuş olarak fenomenal dünya kavramı ile birlikte epifenomenalizmin bir türü olan epistemik epifenomenalizm savunusu işleniyor. Savunduğu epistemik epifenomenalizm tezinin ana argümanı şu: “Fenomenal dünyayla ontolojik düzeyde özdeş olan nöral faaliyetlerin fiziksel betimlenmesi, özdeş olduğu fenomenal özellikleri betimleyemeyecek ve geride epistemik bir artık bırakacaktır. Buna rağmen bu fenomenal özellikler, fiziksel (nöral) betimlemede yer alamasa da, fiziksel bir olay olarak davranışın- deneyimin açıklaması tam olduğuna göre epifenomenaldir.” (s.190)
Kitabın bu bölümünde son derece vurucu olduğunu ifade ettiği dikkat çekici bir epifenomenalizm eleştirisini nasıl karşıladığından bahsediyor yazar; “Epifenomenalizm doğruysa söylenemez, söyleniyorsa doğru olamaz.” Burada altı çizilen şey şu; “epifenomenal doğadaki fenomenal deneyimlerden nasıl oluyor da beynin nöroenformatik düzeyde haberi olabiliyor ve üstüne üstlük bir de fenomenoloji yapabiliyor?” Bu eleştirileri karşılayıcı iki argüman öne sürüyor yazar; korkuyorum, dişim ağrıyor, inanıyorum, ya da şurada kırmızı bir kâğıt görüyorum dediğimizde, beynin belli nöroenformatik durumlarından bahsediyoruz ama ağzımızdan çıkanı kulağımız yanlış anlıyor ve biz fenomenal dünyamızda bilindik fenomenal anlam ve niteliği (qualia) olan durumlardan bahsediyormuş yanılsamasını yaşıyoruz. Ontolojik özellik ikiliği’durumunun bir tezahürü olarak kavranması gereken bu problemi daha anlaşılır kılmak için yazar yeni bir tez öneriyor; “ontolojik nöro/fenomenal özdeşlik tezi.” Karşılamanın daha zor olduğunu itiraf ettiği “Nasıl oluyor da beyin fenomenoloji yapabiliyor?” eleştirisini de yeni bir argümanla yanıtlıyor; “epifenomenalizm söylemez.” İlk başta ne anlama geldiği zor anlaşılsa da şunu öne sürüyor yazar: “Beyin fenomenal dünyadan habersiz şekilde fenomenoloji kuruyor, yani kendi nöroenformatik faaliyetlerine fenomen diyor beyin ve bu temelde kurduğu teori, fenomenal dünyamızda fenomenal içeriğini kazanıyor.” Ve sonra dönüp gerçekten fenomenal bir dünyamızın olduğunu görüyor ve hayrete düşüyoruz. Bu varsayımda mesele fenomenal deneyimleri yaşantılarken ya da dile getirirken ortaya çıkmıyor, mesele nasıl oluyor da epifenomenal doğadaki fenomenal deneyimlerimizi bilebiliyoruz noktasında düğümleniyor. İyi ama sahiden de fenomenlerden nasıl haberdar olabiliyoruz. Yazar bence de gerçekten problemli olan bu noktayı aşmak için ontolojik nöro/fenomenal özdeşlik tezine başvurarak değiştirilmiş bir Penfield düşünce deneyi kurguluyor (s.247- 248). Bu düşünce deneyiyle fenomenal deneyimleri nasıl olup da bilebildiğimizi ikna edici bir şekilde aydınlattığı söylenebilir mi emin değilim. Yazar da zaten bunu kabul ediyor ve bu örneklerin her ne kadar belli bir sezgi geliştirmeye yardımcı olsa da ontolojik nöro/fenomenal özdeşlik tezinin insan muhayyilesinin kavrayış sınırları dışında kaldığı kanısında olduğunu ifade ediyor. (s.249) Yazar akabinde, “peki ama” diyor, “ontolojik nöro/fenomenal özdeşlik tezi doğruysa, nasıl oluyor da tüm çeşitliliği ile fenomenal deneyimlerim ve beynimdeki bazı nöral faaliyetler ontolojik olarak aynı olabiliyor,” ardından ekliyor: “Fiziksel özelliklerin, fenomenal yaşantılarla aynı fiziksel uzay-zaman süreklisinde yer alması gerekmez. Yani fenomenal özellikler fiziksel olmadığından, fizik-kimya bilimi sorunsalında ele alındıklarında, beynin ilgili nöral faaliyetleri ile aynı uzay-zaman koordinatlarında olduklarını kabul etmemizi fiziksel olarak zorunlu kılan bir durum yoktur. Demek ki varlığın ontolojik yapısı fizik-kimya biliminin tanımladığı tarzda değildir.” (s.253)
Burada belki üzerinde durulması gereken bir nokta var. Kitapta; “Doğada fiziksel olarak etkili olmayan varlık tarzlarını yasaklayan bilinen bir doğa yasası yoktur” (s.245) olarak geçen ifade yanlış anlaşılmaya müsait. Yazarın bu ifadelerle ne demek istediğini sezdiğimden şunu dile getirme ihtiyacı hissettim. Yazar kitabın bir yerinde (s.130) “zayıf fizikalist” ilkeyi benimsediğini yazıyor. Bununla evrendeki çoğu (belki hepsi) olayın fizik bilimi tarafından ele alınabilir olmakla birlikte, bu olayların başka epistemik düzeylerde ortaya çıkan tüm özelliklerinin fizik bilimi tarafından açıklanabileceği tezini dayanaksız bulduğunu kastediyor. Ve çalışma ilkesi olarak “Doğadaki (evrendeki) olaylarla ilgili hiçbir açıklama fiziksel açıklama ile çelişemez” (s.130) ilkesini benimsediğini ifade ediyor. Aslında bu yaklaşım filozof Daniel Dennett’in “açgözlü indirgemecilik” olarak tanımladığı, indirgemeciliğin bir türüne karşı çıkışın başka şekilde ifadesi olarak okunabilir. Fakat yine de “Doğada fiziksel olarak etkili olmayan varlık tarzlarını yasaklayan bilinen bir doğa yasası yoktur” ifadesi biraz totolojik bir tını taşıyor ve vermek istediği mesajı tam iletemiyor. Yine yanlış anlaşılmaya müsait başka bir ifade olan “Bu kozmik armoninin bir anlamı olmalı” cümlesi, kuantum mekaniğinin nüfuz edilemez doğasına işaret ediyor gibi görünüyor, yoksa bu kozmik armoninin arkasında, fiziksel açıklamayla çelişecek bir şeylere işaret ettiği algısına çıkacak yolları zaten kapamış bulunuyor.
Yazar fenomenal dünya varsayımı temelinde yeni bir beyin modeli öne sürüyor: “Deneyimleyen performatif bir öznenin kendisinin de bir deneyim olduğu, kurucu öznesi olmayan, dış dünyadan ayrı bir organizma temsili ve dış dünya temsilini kendi içinde kapalı, döngüsel* bir yapıda barındıran monadik-solipsist beyin modeli(N1‹ ›N3).” Bu modelin ana hatları şöyle özetlenebilir: “Biz kendilik olarak bildiğimiz şey de dahil olmak üzere deneyimlediğimiz hiçbir şeyle doğrudan tanışık olmadan, bunların nöroenformatik dildeki temsilleri ile ilişki içinde olabiliyoruz sadece. Kendi içine kapalı monadik-solipsist bir yapı olan beyin, zifiri karanlıktaki elektrik fırtınalarında,* içinde yanılsamalı 1.şahıs deneyiminin de olduğu koca bir fenomenal dünya inşa ediyor ve bu fenomenal dünya kendisini temsil eden nöral faaliyetlerle ontolojik olarak özdeş(ontolojik nörofenomenal özdeşlik tezi).”
Buradan yola çıkarak ben’ve kendilik deneyimlerinin de, öznel fenomenallik kompartımanında yer alan benimlik fenomenal deneyimlerinin, entegratif kolajının yanılsamalı bir deneyimi olduğunu öne sürebiliyoruz.
Tura’nın savunduğu fenomenal dünya kavramının teorize edilmesinde Avustralyalı filozof David Chalmers etkisini ve onun varsayımlarıyla bir diyalogu görmemek zor. Bunun böyle olmaması da imkânsız, çünkü Chalmers bu alanda etkili bir zihin felsefecisi ve fenomenoloji üzerine en çok kafa yoran filozoflardan biri.
Ontolojik özellik ikiliği olarak ifade ettiği argümanın kitabın başlarında kendisinin de üzerinde durduğu Donald Davidson’ın “property dualism” kavramı ile yakın benzerliği olduğunu görüyoruz. Davidson’ın “anomalous monism” olarak adlandırdığı argümanda, fiziksel düzeyde doğa yasalarına tabi olmakla birlikte, bu düzeyde ifade edilemeyen ve fenomenal dünyamızda sebep- gerekçe veren açıklamalar şeklinde işlevsellik kazanmış fenomenlerin, o hâlde bir bakıma doğa yasalarından bağımsız işlevsellik gösterebilecekleri ve insanın özgürlük alanı olarak görülebileceği savunuluyor. Tura, Davidson’la bu noktada ayrılıyor. Böyle bir özgürlük alanı olamaz Tura’ya göre. Bu konuda haklı da olabilir, çünkü bunu zımnen de olsa kabul ederek, bir yandan da ontolojik nöro/fenomenal özdeşlik tezini savunmak zorlaşır.
Saffet Murat Tura’nın bu ülkenin pek de tanışık olmadığı zihin felsefesi alanında, geniş perspektifli bir bakışa sahip ve literatüre hâkim az sayıda insan içinde en dikkate değer kitaplar ve fikirler üreten kişi olduğu sanırım yadsınamaz olmakla birlikte, bence işin en önemli kısmı bu değil. Daha önemli olan şey, Türkçede benzerleri ile pek karşılaşmadığımız, yanlış sayılmazsa sesli düşünce olarak adlandırılabilecek bir düşünce sistematiği ve yazma üslubu ile okur karşısına çıkıp, bu alanın en çetrefilli kavram ve argümanlarını, sistematize edilmiş bir çözümlemeye tabi tutması, yeni varsayım ve hipotezler eşliğinde kendi düşüncelerini ortaya koymasıdır. Bu tarz bir yazım tekniği de sanırım bu zorluktaki konuların anlaşılabilirliğine önemli ölçüde katkı yapmaktadır. Sadece bu yönüyle bile ele alınsa, bu kısır düşünce ortamında, ufuk açıcı, önemli bir iş çıkarmaktadır Saffet Murat Tura.