Giriş, s. 15-18
Bu kitapta Türkiye’nin cumhuriyet dönemi anayasaları inceleniyor ve karşılaştırılıyor. Meşrutiyet dönemi Osmanlı anayasalarına hiç değinilmemesinin iki nedeni var: Birincisi yer sınırlaması ve konuyu daraltma gereği. İkincisi ve belki de daha önemlisi, Cumhuriyet anayasalarının kendi içinde bir bütünlük taşıması ve anlaşılmak için meşrutiyet anayasalarına geri gidilmesini belirleyici ölçülerde gerektirmemesi. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye ulus-devletine geçilirken, ekonomik-sosyal-kültürel yapılarda elbette süreklilik söz konusu ama devlet yapısında ve siyasal teori, pratik, kurumlar planında kökten değişimler olduğu için ancak “tortu”lardan söz etmek mümkün. O da daha kapsamlı, başka bir incelemenin konusu.
Bu çerçeve içinde 1921 ve 1924 Anayasalarına daha kısa, 1961 ve 1982 Anayasalarına daha uzun yer verildi. Bunun da iki nedeni var: Birincisi, 1961 ve 1982’nin günümüzde de, anayasa tartışmalarının Türkiye’de siyasal gündemin hiç eksikliği duyulmayan (ya da müzmin) maddelerinden biri durumuna geldiği son on yılda da, üzerinde asıl durulan anayasalar olmaları. İkincisi, ileride görüleceği üzere, 1921’in zaten çok kısa ve geçici, 1924’ün de görece kısa ve pek gelişkin sayılamayacak anayasalar olmaları.
Buna göre, 1921 ve 1924 Anayasaları temel özellikleri açısından özetleniyor; 1961 ve 1982 ise, Anayasaların beylik bölümleri bakımından bir “yakın okuma”ya tabi tutuluyor: 1) temel ideoloji, 2) özgürlükler rejimi, 3) devlet yapısı, 4) değiştirme (ve yapılma) yöntemi. En sonda da bu anayasaların sistemleri, anayasa geleneğindeki süreklilikler ve kırılmalar, anayasaların yapılış yöntemlerine ilişkin meşruiyet sorunları üstüne bazı gözlemler yer alıyor.
Bu kitapta bulunmayan, ama tüketici bir anayasalar incelemesi kitabında kapsanması gereken ek konuların ve inceleme düzlemlerinin sayısı az değildir. Bunlar, bu kitapçığın odağını ya da inceleme malzemesini oluşturan anayasal sonuç belgelerini genişleyerek çevreleyen daireler biçiminde düşünülebilir:
• Anayasa maddelerinde genel olarak düzenlenen kurum ve kuralları açan özel yasalar,
• Seçim ve siyasal partiler yasaları gibi “organik” yasalar,
• Ceza, dernekler, sendikalar, iş, basın yasaları gibi “rejim yasa”ları,
• Anayasaların taslakları, tasarıları, gerekçeleri, modelleri; çağdaş hukuk ve anayasa ilkeleri,
• Anayasaların meclis görüşmeleri, tartışmaları; anayasayı yapanların ya da değiştirenlerin ideolojisi, zihniyeti, siyasal kültürü,
• Anayasaların yapılış ânındaki siyasal güç dengesi, sosyal sınıflar yapısı, ekonomik çıkarlar çatışması,
• Tarihsel anayasal ve siyasal değişim ve gelişim süreci,
• Anayasaların teorisi ile pratiği arasındaki uyum ve uyumsuzluklar; anayasaların öznel amaçları ile beklenmedik sonuçları arasındaki farklılıklar, vb.
Bir anayasal düzeni bütünüyle ayrıntıda ve tarihsel bağlam içinde belirleyen tüm bu etkenler ise, o düzenin genel çerçevesini çizen ve ön cephesini oluşturan da anayasanın metni, anayasanın sonuç belgesidir. Anayasa bir toplumun iç hukukunun ve iç siyasetinin temel normudur; yukarıda saydığımız öteki kurum ve kurallar ondan türerler. Uyumsuzluk ve iç tutarsızlıklar, anayasanın önemini azaltmaz; öbürlerinin düzeltilmesi gerekir. Sözde gerçekçilik ya da kuşkuculuk adına anayasayı bir “kurgu” ya da “kâğıt parçası” olarak görmek doğru değildir. Kötü uygulamayla boşa çıkarılan iyi anayasalar kadar, yurttaşlara nefes aldırmayan kötü anayasalar da çok ciddi siyasal-hukuksal gerçekliklerdir. Uygulama ve işlerlik / işlemezlik de önemlidir ama, daha önemli değildir.
Buna karşılık anayasaları siyasal romantizmle ya da hukuksal pozitivizmle idealize etmek, yüceltmek de gerekmez. Kötüsü vardır, iyileştirilebilir olanı vardır, zamanın gereklerine ya da ahlaki-felsefi değer ve yargıların değişimine göre eleştirilmesi ve değiştirilmesi gerekeni vardır. Anayasa bir üst yasadır ama üst tarafı o da bir yasadır. Yasal (kanuni) olan mutlaka hukuki, hele meşru demek değildir. Belli bir zaman ve yerde çıkarılmış olan belli bir yasa (kanun) o dönemde geçerli genel hukuk ilkelerine aykırı olabilir ya da bir kanunun uygun olduğu genelgeçer hukuk ilkelerinin ta kendisi, daha yüksek felsefi meşruiyet ölçütlerine göre sorgulanabilir nitelikte olabilir.
Türkiye’de ise tuhaf bir anayasa fetişizmi sürüyor. Anayasayı demokratik yöntemlerle yapmak ve değiştirmek, üstünlüğüne saygı duymak ve onu kalıcı kılmaya çalışmak anlamında değil tabii (zaten o zaman fetişizmden söz edilmezdi). Türkiye herhalde anayasası en sık bozulup yenilenen ülkelerden biri. Üstelik bu iş olağan yasama yönteminden (1921, 1924) çok, askeri darbelerle ve güdümlü kurullarca (1961, 1971-73, 1982) yapılıyor. Yine de anayasa sözcüğü kimsenin ağzından düşmüyor.
Herkes anayasaya sığınıyor ya da anayasaya uyulmadığını söylüyor; tabii “kendisinin” koruduğunu, “başkasının” bozduğunu kastederek. Anayasa kâğıt parçası haline getiriliyor ama anayasanın bir kâğıt parçası olduğunu doğrudan söyleyen de çıkmıyor. Demek ki sözcük iyi kötü yerleşmiş, önemli sayılıyor. Zaten siyasal değişim süreçlerinde genellikle böyle olur: Önce “sözcük” yerleşir, sonra o sözcüğün temsil ettiği “kavram” ya da kural, en sonunda da kavram ya da kuralın “uygulaması” ve kurumsallaşması. Türkiye anayasa açısından daha ancak birinci aşamada; öteki aşamalar için daha zaman geçmesi gerekiyor. Demokrasi geleneği henüz sözcüklerden ibaret; kavramlar sindirilmiş, kurumlar oturmuş değil.
Bu durumun toplumsal, tarihsel nedenleri yanında, önemli politik ve kültürel nedenleri de var. Son otuz yılın bilinçli bir devlet ve sınıf politikası olarak yurttaşlar ve onların temsilcileri olan siyasal partiler anayasa konularına karıştırılmadığı gibi, yurttaşlar da anayasa işlerine pek karışmıyorlar, uzak duruyorlar. Bir yandan askerler darbe yapıp anayasa hukuku profesörleriyle güdümlü politikacılara anayasa hazırlatıyor ve oldu-bitti biçiminde halka onaylatıyorlar. Öbür yandan kitleler ve aydınlar anayasayı uzman siyasal seçkinlerin işi sayıyor, ciddi biçimde incelemiyor, okumuyor ve hesap sormuyor. Görece ilgili olanları da, genelde sempati duydukları politikacıların ve fıkra yazarlarının klişelerini (çoğu zaman yanlış ya da yetersiz) benimsemekle yetiniyor; üstelik kimileri buna dayanarak görüş de bildiriyor – ama “ev ödevini” yapmadan, anayasayı okumadan.
Oysa anayasa metinleri zor anlaşılmak şöyle dursun, son derece rahat anlaşılan, hatta yer yer sıkıcı bile olabilecek basitlikte metinler. Belki de okuma yazması olan her yurttaşın en kolay anlayabileceği siyasal metinler. Önemleri ise basitlikleriyle ters orantılı: Yurttaşlara hizmet veren (böyle görülmesi ve yönlendirilmesi gereken) devletin yapısını, sınırlarını belirleyen ve bireylerin yaşamının siyasalhukuksal çerçevesini çizen, ufkunu açan ya da kapatan belgeler.
Dolayısıyla anayasa bir avuç hukukçu, politikacı ve askere bırakılamayacak kadar önemli ve günlük yaşamla doğrudan ilgili bir konu. Anayasa, seçilmiş klişeler yardımıyla, okunmuş ve bilinir gibi yapılacak bir kitap ya da gerek görüldükçe herhangi bir maddesine bakılacak bir başvuru kaynağı değil. Bir ülkedeki siyasal ve hukuksal durumun esasını anlamak ve parçaları hakkında bile konuşabilmek için herkesin en az bir kez baştan sona okuması zorunlu bir el kitabı.
Bu kitapçık da böyle bir “ilk okuma” örneği...
Metni okuyup çeşitli hataları düzelten Bülent Tanör’e teşekkür ederim. Uyarısına karşın değiştirmediğim bazı yorumların sorumluluğu bana aittir.
1991