Bülent Diken:
"Despotlar bilgiden ve bilge insanlardan korkarlar."
Ebru Dedeoğlu, gazeteoksijen.com, 8 Mart 2025
Tüm dünyada seçimler yapılıyor, parlamento işliyor, basın çalışıyor; en azından öyle görünüyor. Peki, gerçekten daha demokratik bir dünyada mı yaşıyoruz? Yönetimler daha baskıcı hale gelirken, despotlar neden artık kendilerini "demokrat" olarak sunuyor? Özgür olduğumuzu düşünürken, aslında kendi rızamızla itaat ediyor olabilir miyiz?

Metis Yayınları’ndan çıkan Yeni Despotizm kitabının yazarı Prof. Dr. Bülent Diken ile görev aldığı Kadir Has Üniversitesi’nde buluştuk. Diken, klasik tiranlardan bugünün “ılımlı despotlarına”, totaliter rejimlerden neoliberal kapitalizme uzanan geniş bir çerçevede, despotizmin sadece baskı yoluyla değil, rıza üreterek nasıl sürdüğünü anlatıyor. Artık zorla susturulmaya gerek yok; eğitim ve bilgi içi boşaltılarak, propaganda ile ikna edilerek yeni despotizme hizmet eder hale geliyoruz. Ve en tehlikeli yanı şu: Despotizm, tek tek liderlerle ya da belirli rejimlerle sınırlı değil, sürekli kendini yenileyerek varlığını sürdüren bir düşünce biçimi. Diken’in vurguladığı gibi, sorun kişilerde değil, sistemin kendisinde.

Peki, günümüzün en tehlikeli despotları kendilerini “özgürlükçü” olarak tanımlayanlar mı? Sanat ve felsefe bu döngüyü kırabilir mi, yoksa farkında olmadan despotizmi yeniden mi üretiyoruz? Tüm bu soruların izinde, geçmişten bugüne despotizmin nasıl evrildiğini tüm yönleriyle konuştuk.


Yeni despotizm nedir? Klasik despotizm ile farkı nedir?

Aslında “eski despotizm” diye özel bir terim yok; ancak “despotizm” denince akla gelen belli başlı ortak özellikler var. Örneğin Ksenefon’un Hiero adlı eserine bakarsak, despotizmin bazı temel yönlerini görebiliriz. Despot, ülkeyi kendi özel mülkü gibi yönetir. Ben despot ve tiran kelimelerini eş anlamlı kullanıyorum. Despotun/tiranın en belirgin özelliği kendi çıkarlarını ülkesinin çıkarlarının önünde tutmasıdır. Bununla birlikte bir despotun her zaman fanatik olması gerekmez. Kültürlü, aydınlanmış ama yine de despotça yönetim sergileyen liderler olabilir. Yine de çoğu zaman despotlar fanatik eğilimler gösterir. Bunun uç bir örneği Kalvin’in Cenevre’sidir; Stefan Zweig’ın anlattığına göre orada gri dışında başka renk giymek bile yasaktı! Bu tür radikal uygulamalar, despotizmin ne kadar sert olabileceğini açıkça gösterir.

Despotizm’in özellikleri nelerdir peki?

Despotizmin en büyük özelliklerinden biri de politikayı ekonomiye indirgemesidir. Antik Yunan’da politika ve ekonomi tamamen ayrı alanlardı. Kent (polis) dediğimiz kamusal alanı yöneten kişiye kral denirken, evi (oikos) yöneten kişiye despot denirdi. Bu açıdan bakıldığında despot, vatandaşlarını adeta kendi köleleri gibi gören ve yöneten kişidir. Klasik despotizmin bir diğer önemli yönü de bilgiye mesafeli oluşudur. Despotlar bilgiden ve bilge insanlardan korkarlar. Örneğin Sirakuza’nın tiranı Hiero, Platon’un öğretilerine aslında çok ihtiyaç duyuyordu. Platon, Persler gibi büyük bir tehdit olduğu için birkaç kez Sirakuza’ya gidip onu eğitmeye çalıştı. Ne var ki Hiero, Platon’dan bile ders alamayan biriydi; sonunda Sirakuza’nın çöküşü kaçınılmaz oldu. Son olarak, despotlar cehaleti özellikle teşvik eder. Tarihte gördüğümüz üzere tüm despotik rejimlerin yaptığı ilk iş entelektüelleri ortadan kaldırmak olmuştur. Nitekim Hitler döneminde de bunu açıkça görüyoruz. Entelektüel sınıf yok edilince halkın itiraz edecek gücü kalmaz ve despotizm kurumsallaşır.

Bu durumda “Despotizm vasatlıktan beslenir” diyebilir miyiz?

Evet, rahatlıkla söyleyebiliriz. Modernlik, beraberinde vasatlığı ve kitle kültürünü de getirdiği için modern despotluk, kaçınılmaz olarak vasatlıktan beslenir ve aynı zamanda vasatlığı besler. Vasatlık, eleştirel düşüncenin zayıflatılmasıyla, sorgulamanın azalmasıyla ve entelektüel çölleşmeyle birlikte, despotik yönetimlerin temel dayanağı haline gelir.

“Arendt’in eski ve yeni despotizm arasındaki farkı abarttığını düşünüyorum”

Günümüzün despotları tarihsel despotlardan farklı bir şekilde mi iktidarlarını sürdürüyorlar? Yeni despotlar kim?

Yeni despotizmin kökenleri Antik Yunan’daki tiranlara kadar gider. Daha sonra Roma’da bu yönetim biçimi diktatörlük olarak adlandırıldı. Erken modern dönemde ise diktatörlük kavramı evrilerek farklı şekillerde devam etti. 20. yüzyılda ise totaliter rejimler ortaya çıktı. Arendt, totalitarizmin klasik despotizmden farklı olduğunu söyler. Ancak ben Arendt’in eski ve yeni despotizm arasındaki farkı abarttığını düşünüyorum.

Yeni despotizmde farklı olan nedir?

En büyük fark, rıza üretimi üzerine kurulu olması. Eski despotların hiçbiri kendisine “demokratik” deme ihtiyacı duymazdı. Hitler bile demokratik seçimlerle başa gelmesine rağmen kendisine demokrat demedi. Ancak günümüzdeki despotlar, demokrasiyi yok ederken demokrasinin diliyle konuşabiliyorlar. Demokrasi adına demokrasiye karşı hareket edebiliyorlar. İşte bu, yeni despotizmin temel farklarından biri. Bu nedenle Baudelaire’in şeytanın en büyük numarası, insanları şeytanın var olmadığına inandırmasıdır sözünü kullandım. Yeni despotizmin en büyük kandırmacası da insanları despotizmin artık var olmadığına, hatta bir demokrasi içinde yaşadıklarına inandırmaktır. Bunu yeni kölelik biçimlerinde de görüyoruz. Günümüzün en büyük kandırmacalarından biri, köleliğin yok olduğu fikridir. Oysa modern dünyada, bireyler rıza temelinde bir kontratla, yeni bir tür kölelik içinde yaşamaya devam ediyorlar. Fark şu ki, eski kölelik zorla uygulanıyordu, şimdiki ise bireylerin gönüllü olarak içine girdiği bir sistem. Ve biz bu sistemi kendi rızamızla seçiyoruz. Ve seçmekte özgürüz – ama seçmemekte değil.

“Vasatlık bilinçli bir yönetim stratejisi haline geliyor”

Despotizmin en büyük düşmanı bilgi mi? Entelektüellerin susturulması nasıl bir rıza üretim mekanizmasına dönüşüyor?

Kesinlikle öyle. Ancak bunun tek yolu entelektüelleri fiziksel olarak ortadan kaldırmak değil. Daha sofistike yöntemler de mevcut. Örneğin, bilgiye açıktan karşı çıkmazsınız ama üniversiteleri öyle bir hale getirirsiniz ki içleri tamamen boşalır. Akademi varlığını sürdürür, ama artık bir bilgi üretim merkezi olmaktan çıkar. Kurumsal bir kabuğa dönüşür. Eğitim sistemi de benzer şekilde dönüştürülür. Kafeinsiz kahve gibi, eleştirel boyutu olmayan bir üniversite ortaya çıkar. Böylece eğitim, vasatlığı pekiştiren bir araca dönüşür. Bu yalnızca belirli coğrafyalara özgü bir durum değil. Neoliberal üniversite dünya genelinde böyle bir şeye dönüştü. Üniversiteler, bilgi üreten ve sorgulatan kurumlar olmaktan çıkıp, piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillenen birer hizmet sektörü haline geliyor. Sonuçta vasatlık bilinçli bir yönetim stratejisi haline geliyor. Eğer toplum sorgulamaz, eleştirel düşünmez, yalnızca hazır bilgileri tüketirse, o zaman rıza üretmek çok daha kolay olur. Yeni despotizmin gücü işte tam da buradan geliyor.

Yani despotizm sadece yasaklarla değil, fikirleri dönüştürerek de mi çalışıyor?

Aynen öyle. Asıl önemli nokta şu: Despotizm, inanılmaz derecede yaratıcı bir sistemdir. Bu yüzden despotizmi sadece belli kişiler ya da tekil olaylar üzerinden tartışmak hatalı olur. Çünkü despotizm, bir yönetim biçiminden çok bir düşünce sistemidir. Sürekli yeni biçimler alabilir, her gün yeni bir maskeyle karşımıza çıkabilir.

“Despotizmin temel meselesi insanları kandırabilmek”

Despotizmin varlığını sürdürebilmesi için en önemli şey ne?

Benim bu kitapta vurgulamak istediğim tam da şu: Despotizm her zaman yeni despotizmdir. Çünkü ayakta kalabilmesi için sürekli bir kandırma yeteneğine, güçlü bir retoriğe ve etkili bir manipülasyon mekanizmasına sahip olması gerekir. Eğer bu yeteneğini kaybederse, çöker. Herman Melville’in Confidence Man adlı romanını okudunuz mu? Harika bir romandır. 1 Nisan günü bir geminin yolculuğuyla başlar—ki 1 Nisan, aptallar günüdür. Gemi, aslında toplumun bir metaforu. Romanın anti-kahramanı olan, kılıktan kılığa girebilen dolandırıcının temel sorunsalı da şu: Bu aptallar gemisindekileri nasıl kandırabilirim? Despotizmin temel meselesi de aynı: İnsanları kandırabilmek. Tek fark şu: Despotik rejimlerde hayat, Melville’inkinin aksine, kötü bir romana hapsolmaya benzetilebilir.

Peki, kandırmaktan kasıt tam olarak ne?

Felsefenin en temel sorusu, insanları kandırılmaktan nasıl kurtarabilirim sorusuyken, despotizmin temel sorusu tam tersidir: İnsanları kandırmayı nasıl sürdürebilirim? Sanatın da en büyük sorunsallarından biri budur. İllüzyonları, yine illüzyon yoluyla yok edebilir miyiz? İnsanlara nasıl kurgu yoluyla gerçekleri gösterebiliriz?

Despotizmi yalnızca bir yönetim biçimi olarak görmek hata mı olur?

Bence evet. Despotizm yalnızca bir yönetim biçimi değildir. O, aslında tüm yönetim biçimlerinin ortak paydası olabilecek, çıplak, fiziki güce dayanan bir düşünce biçimidir. Devletler, bu gücü tekelleştirmeye çalışır. Ancak asıl mesele şu: Despotizm, yalnızca devlet gücüyle değil, toplumsal yapıların derinlerine işleyen bir düşünce sistemi olarak da kendini var eder. Zaten bu nedenle, sürekli olarak yeni kılıklara bürünerek hayatımızda yer almaya devam edebiliyor.

Bugün “demokratikmiş” gibi görünen ancak gerçekte despotizmi besleyen liderlerle karşılaşıyoruz. Peki, “müşfik despot” kavramını nasıl anlamalıyız? Bu tür despotlar tarihteki klasik tiranlardan daha tehlikeli olabilir mi?

Açıkçası, ben ortalıkta pek müşfik despot görmüyorum. Tarih boyunca aydınlanma felsefesi içinde yer alan aydınlanmış despot tipi var, örneğin. Bence burada asıl önemli olan şu: Despotizm inanılmaz derecede etkili bir yönetim biçimi. Özellikle ilk dönemlerinde.

Ne açıdan etkili?

Çünkü despotlar genellikle entelektüelleri, muhalifleri ve rakiplerini hızla tasfiye eder. Bu, kısa vadede yönetimi kolaylaştırır. Örneğin, demokratik rejimlerde bir yasa çıkarmak ya da büyük bir ekonomik karar almak aylar, hatta yıllar sürebilir. Despotik rejimlerde ise böyle bir gecikme yaşanmaz. Emir verilir ve uygulanır. Hızlı ve “etkili” bir yönetim gibi görünebilir.

“Despotizm uzun vadede kendisini yok eden bir mekanizma”

Peki, bu sistem neden uzun vadede başarısız oluyor?

Çünkü despotizm uzun vadede kendisini yok eden bir mekanizma. İlk başta güçlü görünür ama zamanla tüm entelektüel birikimi ve liyakati silip süpürdüğü için geriye kimseyi bırakmaz. Sonunda çökmeye mahkûmdur. Hitler bunun en çarpıcı örneğidir. Nazi Almanya’sı, Hitler figürüyle tamamen özdeşleşmişti. “Devlet benim” anlayışıyla yönetildi. Ama Hitler ve rejim birlikte çöktü. Bunun en ilginç tarihsel örneklerinden biri Ksenefon’un Cyrus’un Eğitimi adlı kitabında geçer. Burada Ksenefon, Pers Kralı Cyrus’u büyük bir hayranlıkla anlatıyor. Ona göre Cyrus, döneminin en karizmatik, en başarılı lideridir. 300 sayfa boyunca onun ne kadar yetenekli ve mükemmel bir lider olduğunu okuyoruz. Ama sonra, kitabın sonunda yalnızca iki-üç sayfalık bir epilog var. Ve o epilogda şu anlatılıyor: Cyrus öldükten çok kısa bir süre sonra, onun ardında bıraktığı sistem çökmeye başlar. İki oğlu birbirine girer, yönetim kaosa sürüklenir ve imparatorluk zayıflar.

Bu hikâye bize ne anlatıyor?

Despotizm ne kadar “efektif” görünürse görünsün, kalıcı bir yönetim modeli değildir. Kısa vadede büyük bir güç birikimi sağlayabilir, ekonomik büyüme bile yaratabilir. Ama uzun vadede herkese zarar verir ve kendi ağırlığı altında ezilir.

Kapitalizmin despotizme ihtiyacı mı var? Yoksa modern despotizm kapitalizmi mi besliyor? Bugünün ekonomik düzeni bizi farkında olmadan yeni bir kölelik sistemine mi sürüklüyor? Bu ilişki günümüzde nasıl bir hal aldı?

Kesinlikle. Marx, Kapital’de “fabrikada despotizm” terimini kullanıyor. Eskiden insanlar köleydi; artık köle değiller ama kendi rızalarıyla fabrikaya girip çalışmaya başlıyorlar. Ama buradaki ironi şu: Marx’a göre işçinin “çalışma özgürlüğü” var ama çalışmama özgürlüğü yok. Bu eksik bir özgürlük biçimi. Çünkü sermayedar, kendi alanında mutlak bir güç sahibi. Marx’ın söylediği gibi, kapitalist, fabrikasında bir Afrika kralı gibi davranabiliyor. Fabrika da bir tür özel mülk sonuçta. Ve dikkat ederseniz, antik anlamıyla despotizmle birebir örtüşen bir şey bu. Yani, ekonomi ve despotizm arasında derin bir bağ var. Ama bu ilişki sadece fabrikalarla sınırlı değil. Artık sadece devletin despotizminden değil, ekonominin despotizminden de bahsetmek gerekiyor. Zaten kelime kökenine bakarsak despot, “evi yöneten” demektir. Ekonomi de ‘oikos’ yani evi yönetme sanatıdır. Bana kalırsa neoliberalizm, son kertede modern despotizmin bir biçimi. Burada liberalizm ile neoliberalizmi karıştırmamak lazım. Liberalizm, devletle piyasayı ayrı tutmaya çalışır: “Devlet ve piyasa iki farklı alan, birbirine dokunmasın” der. Ama neoliberalizm böyle işlemez. Neoliberalizm, piyasanın her şeyi yönetmesini ister. Bugün belediyeler bile ne kadar kâr ettikleriyle övünüyor. Devletin, hastanelerin, orduların, üniversitelerin bile piyasa mantığıyla çalıştığı bir dünyadayız. Dahası, insanlar bile artık kendilerini “human capital” (insan sermayesi) olarak görüyor. Her şeye bir yatırım aracı, her bireye bir marka gözüyle bakılıyor. Neoliberalizmin despotizmi tam da burada ortaya çıkıyor. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, Zizek’in söylediği gibi, dünyanın sonunu hayal edebiliyoruz ama kapitalizmin sonunu hayal edemiyoruz.

Bugünün despotizmi nasıl işliyor?

Bugünkü despotizm, sadece otoriter yönetimlerden değil, sermayenin gücünden de besleniyor. Kapitalizm, ekonomik despotizmi yaratırken, devletler de siyasi despotizme geri dönüyorlar. Ve bu sistem üç temel sütun üzerine inşa ediliyor: Güvenlik politikaları (olağanüstü halin sürekli kılınması) Ekonomi (Piyasaların mutlak gücü), Gösteri toplumu (Eğlence, medya, vs.). Burada en dikkat çekici nokta şu: Olağanüstü halin yaygınlaşması. 11 Eylül’den sonra dünya genelinde terörle mücadele bahanesiyle pek çok yasak devreye sokuldu. Vatandaşlık hakları kısıtlandı, yasal süreçler askıya alındı. Sonra ne oldu? Koronavirüs geldi. Pandemi sürecinde, bireylerin hareket alanı ve hakları yeniden tanımlandı. Öğrenciler uzaktan eğitime alıştırıldı. Ve şimdi pandemi sona erdi ama çoğu pratik kalıcı hale geldi.

“Despotizm doğası gereği sürekli dönüşerek ve kendini yenileyerek varlığını sürdürür”

Gönüllü itaat döngüsünü kırmak mümkün mü?

Bu soruya hem "evet" hem de "hayır" cevabı verilebilir. Bir yandan bu sistemin yok olması, yerine yeni bir düzenin gelmesi mümkün görünebilir. Ancak diğer yandan despotizmin doğası gereği sürekli dönüşerek ve kendini yenileyerek varlığını sürdürdüğünü unutmamak gerekir. Bu meseleyi iki boyutta ele alabiliriz: sistemik ve bireysel. Neoliberal ekonomik düzen içinde her şeyin bir işe yaraması beklenir. "Sanat ne işe yarar?", "Felsefenin pratik bir değeri var mı?" gibi sorular sıkça gündeme gelir. Oysa Hayat Güzeldir filminde bir karakterin dediği gibi, bazen en işe yarayan şeyler, en "işe yaramaz" gibi görünen şeylerdir. Sanat, felsefe, politika yapabilme özgürlüğü... İnsanı insan yapan şeyler bunlar. Antik Yunan’da köleler çalışırken, vatandaşlar sanat ve politika ile uğraşırdı. Yani insan ile köle arasındaki fark, "işe yaramaz" şeyler yapma lüksüne sahip olmaktı. Bugün neoliberal düzen bu farkı silikleştirerek hepimizi çalışmaya, üretmeye, verimli olmaya ve "işe yarar" hale gelmeye zorluyor. İşte modern despotizmin tuzağı burada yatıyor: İnsanlar kendi rızalarıyla bu sistemin bir parçası oluyor ve alternatifleri düşünemez hale geliyor.

Despotizme karşı çıkmak için ne yapmalı?

Belki de en büyük yanılgı, total despotizmin mümkün olduğunu sanmak. Oysa matematiksel olarak bile, her şeyi kapsayan bir kümenin kendisini de kapsayarak mutlak hale gelmesi imkânsız. Gilles Deleuze, Giorgio Agamben, Alain Badiou, Jacques Ranciere’s gibi filozoflar, bu nedenle iktidarın her zaman bir boşluğu olduğunu ve bu boşluktan özgürlük alanlarının doğabileceğini savunuyorlar. Benim için bu noktada en iyi metafor caz müziğidir. Örneğin deneysel cazda her müzisyen özgürdür ama aynı zamanda diğerlerini de dinlemek zorundadır. Eşitlik ve özgürlük burada bir arada var olabilir. Bu, Manifesto’nun komünizmi tanımlarken bahsettiği ideal çerçeveye de benziyor: Eşitliğin ve özgürlüğün aynı anda var olması. Despotizm, bireyleri yalnızlaştırarak ve güçsüzleştirerek ayakta kalır. Eğer bireyler ortak akıl içinde alternatifler üretebilir, "işe yaramaz" gibi görünen şeylere sahip çıkabilir ve gerektiğinde "yapmamayı tercih edebilirlerse", modern despotizmden bir kaçış çizgisi bulmak her zaman mümkün olabilir.

“Her despot narsisttir”

Despotizm narsisizme mi dayanır? Despotlar halkı kendilerine nasıl bağımlı kılar?

Tabii ki. Her despot narsisttir. O kadar narsisttir ki, başkalarının yok olduğunu gördüğünde gözleri parlar. Ksenefon’un bahsettiğim kitabında da benzer sahneler vardır. Despot, sürekli olarak halkına “Siz kendi başınıza hiçbir şeyi beceremezsiniz, bana ihtiyacınız var. Ben olmasam batarsınız, ben olmazsam kriz çıkar” der. Bu yüzden Diyojen, Büyük İskender’e “Gölge etme, başka ihsan istemem” derken aslında büyük bir gerçeği dile getiriyordu. İskender’in güneşin kendisi (her şeyin kaynağı) değil, aslında onun önünde bir engel olduğunu söylüyordu. Bütün despotlar bunu yapar: Güneşin önünde durarak ışığı keserler ama o ışığın kendilerinden kaynaklandığını iddia ederler. Halkı, iktidarı olmazsa karanlığa gömülecekleri fikrine inandırırlar. Son kertede bütün iktidarlar – ekonomik, politik, hukuksal sistemler – gündelik hayatla parazit ilişkisi içindedir. Bir yandan bireylerin yaşamlarını kısıtlayıp onlardan beslenirler, diğer yandan ise "benim sayemde varsın" diyerek varlıklarını meşrulaştırırlar. Bu ikili retoriği fark edebilmek için felsefe, sanat, eğitim ve politika gibi alanlara ihtiyacımız var. Zaten despotik sistemlerin ilk saldırdığı yerler de tam olarak bunlar.

Yeni Despotizm ile ilgili önereceğiniz 4 filmi sorayım son olarak.

Being There, The Prestige, Brazil ve Blade Runner1-2.
Okuyabileceğiniz diğer Bülent Diken söyleşileri
▪ "Amerika’nın gölge boksu"
Berrin Karakaş, Birgün Gazetesi, 17 Eylül 2014
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2025. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X