Tuncay Birkan:
"Erkek egemen basın dünyasında devlete hesap soran bir kadın"
Eda Yılmayan, Gazete Pencere, 13 Ekim 2024
Sabiha Sertel’in 1930’lu yıllardan başlayarak 1945 yılına kadarki yazılarını bir kitapta toplayan Tuncay Birkan, “Devletin baskılarına direnmenin insanca bir yaşam sürebilmek için ne kadar hayati önemde şeyler olduğunu kendi hayatıyla ve yazılarıyla örneklemiş bir insan olarak Sabiha Sertel’in yazılarının çok güncel olduğunu düşünüyorum” diyor.

Her gün erkek şiddetine maruz kalan, öldürülen, taciz edilen, tecavüze uğrayan kadınlar için direnmeye devam ediyoruz. Bu direnişin tarihi yeni değil! Farklı coğrafyalarda kadınlar haklarını talep ederek, siyasi iktidarla karşı karşıya gelerek, ciddi bir direnişle dayanışma gösterdiler. Daha önce Osmanlı kadın hareketine ilişkin kadın çalışmalarında literatüre önemli bir katkıda bulunan ve sonraki araştırmalar için de ön açan Serpil Çakır’la söyleşi yapmıştık. İlgilenenler söyleşinin linkine buradan https://www.gazetepencere.com/pazar-yazarlar/feminist-buyukannelerimizden-nasil-bir-miras-devraldik-323799h ulaşabilir.

Bugünkü yazının konusu ise sözünü sakınmayan, politik mücadelesini gazete yazılarına da taşımış, feminizmin tanımını yapan bir gazeteci Sabiha Sertel. Bu köşenin okurları daha önce Sertellerle ilgili bir dosya hazırladığımızı anımsayacaktır. Bu sefer ise Metis Yayınları'ndan yeni çıkan Sabiha Sertel’in gazete yazılarından derlenen kitabı ele alacağız. Sabiha Sertel 1919'da çıkan Büyük Mecmua'da Türk Feminizmi’ni ilk kez zikreden yazardır. Her ne kadar daha sonra kendisini feminist olarak adlandırmasa da kadınların mücadelesi, siyasi hak talepleri, eğitim hakkıyla ilgili yazılar yazmayı sürdürmüştür. Öyle ki matbuat dünyasında keskin kalemiyle devletten hesap sormuş, halkın sesini Görüyoruz Duyuyoruz başlığıyla köşesine taşımıştır.

Uzun yıllar Metis’te editörlük yapan, daha önce Refik Halid Karay, Adnan Adıvar, Sermet Muhtar Alus, Vâlâ Nureddin Vânu ve Haldun Taner’in yazılarını derleyen Tuncay Birkan’la yayınevinde buluştuk ve Sabiha Sertel’in bugün de hâlâ güncelliğini koruyan yazılarını, kadın ve çocuk meselesine nasıl yaklaştığını konuştuk.

Sabiha Sertel yazdıkları nedeniyle hedef tahtasına oturtulan, yargılanan bir gazeteci. Yazılarını bütünlüklü olarak okuyup bir araya getirdiğinizde nasıl bir Sabiha Sertel’le karşılaştınız?

Öncelikle şunu söylemek gerek: Yazılarını okumamış olsalar da otobiyografisini okuyanlar aslında Sabiha Sertel’le ilgili doğru bir izlenim edinirler. Metinde olgusal hatalar vardır ama okurken onun hakkında oluşturduğumuz imge doğru bir imgedir, bütün yazılarının da teyit ettiği bir imge. İktidardan korkmadan, kendi bildiği doğruları her konuda dile getiren bir yazar imgesidir bu. Bir de dönem dönem değişen tavır alışları var. 1930’lar boyunca devlete ve rejime daha sabırlı ve daha anlayışlı bakarken 1940’lardan itibaren muhalefet dozunu yükselttiğini görürüz. Kitapta yer verdiğim yazılarında da bunu net bir biçimde görmek mümkün. Bunda özellikle Atatürk’ün yaşıyor olmasının da etkisi var. Çünkü Atatürk’e çok derin bir saygısı var. Doğrudan ucu ona dokunabilecek eleştirileri dile getirmekten kaçınıyor. Bir de gerçekten birtakım ümitler besliyor. Rejimin hâlâ kendi vaaz ettiği halkçılık, devrimcilik gibi ilkelere ki özellikle Sabiha Sertel’in önem verdiği ilkelerdir bunlar ya da laiklik gibi değerlere gerçekten samimiyetle sahip çıktığını düşünüyor. Bu yüzden rejime tanıdığı epey yüksek bir kredi var. Ancak dünyada faşizmin yükselmesiyle birlikte devletin ve basının aldığı tavırlar onun güvenini yıllar içinde aşındırıyor. Yazdıkları nedeniyle yasaklar, cezalar alınca mesafesi artmaya başlıyor. Muhalefet çizgisi güçleniyor.

Peki otobiyografideki (Roman Gibi kitabı) olgusal hatalardan söz ettiniz. Tarihlerde yaptığı karışıklıkları kast ediyorsunuz. Başka hatalar var mı?

Atatürk döneminde çıkmış bazı kanunları doğrudan doğruya İsmet İnönü zamanına mal ediyor mesela. Bu ideolojik bir tutumu da yansıtıyor. Yıllar sonra otobiyografisini yazarken rejimde sorunlu gördüğü ne varsa bunları kendisine de zulmeden İnönü’nün iktidarda olduğu döneme mal ediyor. Mesela Basın Kanunu da dahil olmak üzere bir dizi baskıcı ve antidemokratik kanunun İnönü döneminde çıktığından bahseder, halbuki büyük çoğunluğu Atatürk zamanında çıkmıştır. Buna kendi kendine uyguladığı bir tür iç sansür denilebilir. Tarihlerle ilgili örneğin 1942’de yazdığı eleştirel bir yazıdan söz eder oysa 1942’de yayınlanmış hiç yazısı yoktur! Çünkü o yıl yazması yasaklanmıştır. Buna benzer hatalar var. 1930’larda olan olayları 40’lara taşıdığını görürüz sık sık.

“BİR YERE ODAKLANMAK DÜŞÜNSEL MİRASINI DEĞERLENDİRMEKTE YETERSİZ KALIYOR!”

Bir yazarı sadece yazdıklarıyla, mesele edindiği konularla tanımak mümkün mü?

Değil ama bunları bilmeden tanıdığımız kişinin bir tür hayalet olduğunu söyleyebiliriz. Kitabımda akademide Sabiha Sertel üzerine çalışanların onun yazılarına da doğrudan gitmeyi ihmal etmediklerini teslim etmiş, ama esasen konu yelpazelerinin darlığını eleştirmiştim. Sabiha Sertel hakkında yazan hemen hemen bütün akademisyenler daha çok kadın meselesi ve feminizm üzerine yazılarına odaklanıyorlar. Haksızlık da etmek istemem, Barış Çatal’ın çalışması gibi henüz okuyamadığım epey çalışma var, onların bazılarında daha geniş ve farklı açılardan bakılmış olabilir ama her halükârda şurası kesin: Bir yazar olarak çok geniş bir yelpazede meselelerle ilgilenen Sabiha Sertel profilinin sadece bir parçasına odaklanmak onun düşünsel mirasını hakkıyla değerlendirmekte yetersiz kalıyor.

“TAN 1945’E KADAR MUHALİF BİR GAZETE DEĞİL AMA

SABİHA SERTEL MUHALİF”

Tan Gazetesi’nin muhalif bir gazete olup olmadığı da tartışılan bir konu. Kitabınızda Hülya Öztekin’in yazdığı ‘Tan: Serteller Yönetiminde Muhalif Bir Gazete’ çalışmasına yer veriyorsunuz, yazarı eleştiriyorsunuz da. Özellikle demokrasi, temel hak ve özgürlükler konularında birtakım taleplerin dile getirilmesinin, sosyal güvenlik ve işçi hakları konularının 1945’ten sonra ele alındığını iddia ediyor Öztekin.

Tan rejime hizmet eden bir gazete mi?

Tan gazetesinin tam anlamıyla muhalif bir gazete sayılamayacağı konusunda kendisiyle hemfikirim. Tan esasen bir kitle gazetesi, genelde demokrat bir çizgisi var ama rejimle arasını iyi tutmaya çalışan, hatta CHP’nin birçok politika ve uygulamasını hararetle destekleyen bir gazete. Zekeriya Sertel’in gazetesi. Sabiha Sertel’in üslubunun, yaklaşımının ağır bastığı mecralar (mesela 1929 sonrası Resimli Ay) hemen kapatıldığı ya da yaşayamaz hale getirildiği için bunun bilinçli bir tercih olduğunu, Zekeriya Bey’in gazeteyi kendi çizgisinde devam ettirme gereğine Sabiha Hanım’ı da ikna etmiş olduğunu düşünüyorum. O gazetede uzun süre Burhan Felek de Refik Halid de Ulunay da yazıyor. Sabiha Sertel orada çeşni gibi duruyor. Hülya Öztekin’e itirazım, gazetenin siyasal muhalefetinin zayıflığı konusunda değil, o konuda esasen hemfikirim ama özellikle Sabiha Sertel, kamusal haklarını arama konusunda yasal olarak hemen hiçbir gücü ve özgürlüğü olmayan emekçi halkın sosyal haklarını ısrarla talep eden, bu hakları tanımadığı halde kendine cumhuriyetçi diyen, halkçı diyen, inkılapçı diyebilen rejimden açık açık hesap soran çok sayıda yazı kaleme almıştır. Keza düşünce özgürlüğüne de aynı şekilde sürekli sahip çıkmıştır. 30’lu yıllarda iç politikada rejime muhalefetini daha çok bu konulara yoğunlaşarak dile getirmiş, yazı mesaisinin en önemli kısmını dış politika analizlerine ve emperyalizmin dünyayı hızla içine sürüklediği savaş tehlikesine ve faşizm tehdidine adamıştır. Yani şöyle özetlenebilir: Tan 1945’e kadar muhalif bir gazete değildi ama Sabiha Sertel’in kendisi muhalifti. Ama o da rejimin bu gazeteyi de kapatıvermesinden çekindiği ve gazetenin yaşamasını istediğinden siyasi muhalefetini, sözgelimi Resimli Ay’ın 1929-1931 dönemindeki yüksek dozda sürdürmemişti. Ayrıca Sertel’in TKP’li olduğunu ve TKP’nin de o yıllarda komintern çizgisinde hareket etmek zorunda olduğunu unutmamak gerek. Komintern’in kendisine bağlı partilerden talebi ülkelerinin rejimleriyle çatışmayı askıya alıp esasen faşizmle mücadeleye yoğunlaşmaktı bilindiği gibi.

SERTEL’İN PROJESİNE LATİFE HANIM ENGEL OLUYOR

Teşkilat kavramı Sabiha Sertel için önemli. 1920’li yıllardaki yazılarında da bu kavram öne çıkıyor. Siz sosyalist olmadan önceki dönemde de Sabiha Sertel’in yazılarında teşkilatçılığın öne çıkan bir kavram olduğunu söylüyorsunuz. ABD’de aldığı eğitimin bunda ciddi bir etkisi var öyle değil mi?

Doğrudan bunun eğitimini alıyor zaten. Columbia Üniversitesi’nde teşkilatçılığın ilkelerini öğrenmenin ötesinde teşkilatlandırmak istediği insanlarla karşılaşır aslında: Türk ve Kürt işçilerle doğrudan doğruya yüzleştiği ilk yer ABD’dir. Örgütlenmenin insanları ne kadar değiştirebildiğini, kendilerine duyduğu saygıyı nasıl artırdığını, güçlendirdiğini görünce bundan özellikle etkilenir. Otobiyografisinde bunu anlattığı bölümden de anlaşılır bu. O teşkilatçı ruhu cumhuriyet rejimine taşımak üzerine gelmiştir.

New York’tan döndüğünde hemen Ankara’ya gelirler, bir proje geliştirir.

Ama yapamaz o projeyi. Hatta otobiyografisinde Latife Hanım’ın projenin kabul edilmemesinde etkili olduğunu okuyoruz.

Evet Latife hanımın basbayağı engel olduğunu söyler. Temel bütün toplumsal meselelerde asıl çözüm yolunun teşkilatlanmak olduğu fikri henüz sosyalist olmadığı dönemde de vardır Sertel’de. Sosyalizme hep sempatiyle bakmıştır Sertel. 1919’daki Büyük Mecmua yazılarında bile vardır bu sempatinin izleri. Columbia Üniversitesi’nde epey solcunun hüküm sürdüğü ortamdan da etkilenir. ABD’den tam olarak bir sempatizan olarak döndüğünü düşünüyorum. Yine de 1929’a kadar sürdürdüğü faaliyetlerde rejimle birlikte iş yapma isteği kuvvetlidir, rejimin kendisiyle birlikte çalışacağına, bir şeyler yapabileceğine inanır. Halkevleriyle ilgili raporunun bir noktada hükümet tarafından ciddiye alınıp devreye sokulduğunu, hiçbir zaman tam onun istediği gibi kurumlar haline gelemeseler de bu durumun değişeceğini ummuş düşünmüş olabileceğini anlattım mesela Sunuş yazımda. Akademisyenlerin çoğunun onu “modernleşmeci” olarak anmalarında biraz o dönemine fazla yoğunlaşmaları yol açmıştır. O dönem pozitivist yaklaşımı belirgindir–aslında sonrasında da sürer pozitivizmi ama Marksizmin etkisiyle meselelere daha tarihsel bakmayı öğrendiği için daha bir dengelidir-, hatta yer yer dönemin öjenist fikirlerinden etkilendiğini gösteren başarılı akademik çalışmalar da var. Ancak 1929’dan sonra bütün bu yönelimleri birden ortadan kalkmasa bile esasen ciddi bir dönüşüm geçirdiğini, “modernleşmecilik” kavramına indirgenemeyecek sosyalist fikriyata geçtiğini düşünüyorum şahsen.

“ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİNDE MODERN OLMAYAN AYDIN YOK!”

Modernizme bakışla ilgili bir eleştiriniz vardı. O dönem Peyami Safa da modern, Zekeriya Sertel de ya da daha İslamcı cenahtan bakan biri de modern diye yazıyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Modernleşme, modernist sıfatları o dönemki insanları tanımlamak için boş gösterenmiş gibi geliyor. Böyle olmayan aydın neredeyse yok! Türkiye’de hele o dönem için hiç yok! En sağcısından en solcusuna herkes modernleşmeci. Karatani bunu çok güzel özetler: Kışla modeline göre örgütlenmiş fabrika ve okullara temel itirazı olmayan herkes moderndir. Modern olduklarını söylediğimizde onlarla ilgili pek ufuk açıcı bir şey söylemiş olmuyoruz. Sosyalistler de modern kurumlardan yanadır, liberaller de milliyetçiler ve İslamcılar da.

Fakat “Modernleşme tarihi boyunca kesintisiz olarak sosyalistler açık bir devlet zulmüne maruz kalmışlardır” diye yazıyorsunuz.

Evet, zira Kemalist devlet kurumları aydınlara bu toptancılıkla bakmamıştır. Onların da kendisi gibi modern kurumlar oluşturmaktan yana olduğunu bilse de farklı modern ideolojilere bağlı aydınlara farklı muamele etmiş; en büyük tehdit olarak gördüğü sosyalist aydınlara zulmetmiştir en çok.

BASIN TARİMİZDE ÖNE ÇIKAN İKİ KADIN: SABİHA SERTEL VE SUAT DERVİŞ

1930’larda Türk matbuat tarihinde iki kadın öne çıkıyor. Sabiha Sertel ve Suat Derviş. Ancak her iki kadın da yazılarında birbirlerinden söz etmezler. Siz bunu nasıl açıklarsınız? Birbirlerini tanıdıkları ve birlikte mesai de yaptıkları halde neden birbirlerinden söz etmiyorlar?

Bu benim de pek çözemediğim bir konu: Aralarında kişisel bir mesele olabilir. Birbirlerinden bahsetmezler pek gerçekten. Aslında ele aldıkları konular, yaklaşım biçimleri birbirlerine çok benzer. Ama bu işin öncüsü Sabiha Sertel’dir. Suat Derviş’in sosyalist çizgiye çekilmesi 30’ların ortalarındadır. Kendisi gibi ana akım basın organlarında uzun yıllar yazma tecrübesi olan Sertel’in yaklaşımından, cesaretinden çok etkilendiğini düşünüyorum.

Politik bir sebebi olabilir mi?

Belki de ama Suat Derviş’in yönettiği Yeni Edebiyat dergisine Sabiha Sertel yazılar vermiştir. Birbirlerine küs olduklarını düşünmüyorum. İkisi de aynı yolun yolcusu sonuç itibarıyla.

Sabiha Sertel 21 Kasım 1945 tarihli Tan Gazetesi’nde yayımlanan ‘İnkılapçı Parti’ başlıklı yazısında CHP’ye ciddi eleştiriler yöneltir. Söz, fikir, yayın hürriyetinden tutun da köylünün, işçinin teşkilatmasının ve grev yapmasının önüne geçen, üniversitelerdeki fikir cereyanlarına kapılarını kapatan, yayınları toplatan bir zihniyetin inkılapçı olmayacağını, faşist bir yönetim anlayışı olduğunu yazar. Dönemin iktidarı Sabiha Sertel’in yazılarını nasıl karşılar?

Sabiha Sertel 1930’lardan itibaren rejimin radarında olmuş bir yazar. Her ne kadar özellikle Resimli Ay döneminden sonra yazılarını yumuşatmayı denese bile her zaman rejimin dikkatle takip ettiği bir yazar olmuştur. O yüzden de en çok başını belaya sokan yazar odur. Onun eleştirilerine hep sert tepkiler vermişlerdir. 30’larda 40’larda kendisine hem basın patronları hem de devlet tarafından konan yasaklar yüzünden uzun süreler yazı yazamamasının sebebi budur. Tan’ın yayınları üç kere durdurulduysa sebebi Sabiha Sertel’dir. Ama Sertel 1945’ten önce rejime hiçbir zaman açıktan açığa faşist dememiştir. 1945’te uzun bir kapanma döneminin ardından gazetede tüm yazar kadrosu değişir. Gazeteye Aziz Nesin, Adnan Cemgil, Esat Adil, Kemal Bilbaşar, Behice Boran gibi yepyeni isimler yazmaya başlamış, tüm kadro sosyalistlerden oluşmuştur. 1945’te artık tamamen Sabiha Sertel’in çizgisinde bir Tan Gazetesi görürüz. Temel meselelere çok sert eleştiriler getirirler. Yolsuzluktan başlayarak fabrikalarda, madenlerde işçilerin yaşadığı hastalıklara, çalışma koşullarına ve yapısal sorunlara dikkat çekip ciddi, ses de getiren bir muhalefet yaparlar. Bunu yaparken güvendikleri bir şeyler vardı. Dünyanın gerçekten kendi istedikleri yönde değişmekte olduklarına inanıyorlardı. Faşizmin yenilgisi kesinleşmişti. Türkiye’de bir şeylerin değişeceğini düşünüyorlardı. Cesaretlerini bu boyutta artıran faktörün bu olduğunu düşünüyorum. Faşistlerden gerçekten hesap sorulabileceğini düşünüyorlardı. Devletin bu tarz gerçek bir muhalefete çok sert tepki vermesi, erken beslenen umutları ezip geçmesi Türkiye’de soğuk savaşın başlangıcı oldu. Dünyadaki soğuk savaşın Tan Gazetesi’nin basılmasıyla başladığı bile söylenebilir.

TÜRKİYE’DE TEK BAŞINA FAŞİST TEZGAHI BOZAN İSİM

Goebbels’le ilgili yazdıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yazıları o kadar çok yankı uyandırıyor ki Alman bir kadın gazeteci Sabiha Sertel’e Goebbels’in “Onun dilini keseceğim” mesajını iletiyor.

Sabiha Sertel neredeyse tek başına Türkiye’deki faşist tezgâhı faş edip bozan isim. Daha sonra ona Suat Derviş de katılıyor. Bu iki ismin en önemli, en saygıdeğer yanlarından biri Türkiye’deki antifaşizm mücadelesini, çok az kişiye ulaşabilen parti organlarında, dergilerde değil ana akım medyada sürdürmüş olmalarıdır. Goebbels’in bundan haberdar olması ve buna öfkelenmesi muhtemel.

Sadece Türkiye gündemi üzerine değil dünyayla ilgili de yazıları var. Özellikle İngiliz sömürgesindeki Hindistan’ın durumunu anlattığı yazısı dikkat çekici. Sabiha Sertel’in kaleminin en güçlendiği belki de en keskinleştiği dönemin 40’lı yıllar olduğunu söyleyebilir miyiz?

Haksızlık olur. 1930’lu yıllarda da güçlü yazıları var. Emperyalizme ve faşizme karşı lafını hiç esirgememiş ve hep çok güçlü yazılar yazmıştır. Özellikle 30’lu yıllarda İngiliz emperyalizmini ele alan birçok yazısı vardır. Antiemperyalizmi antifaşizmden hiç ayırmamış ve o kavgayı hep sürdürmüştür. 40’larda, özellikle 45’de yeni olan ve bugünün okuruna özellikle daha güçlü gelen yan, aynı kavgayı aşama aşama, önce biraz tereddütle ve inanmak istemeyerek ama en nihayet gayet net bir biçimde faşist cepheye yerleştirdiği CHP’yi de içine alacak şekilde genişletmesidir denebilir.

TÜRK FEMİNİZMİNİ TARİF ETME ÇABASI

Büyük Mecmua ve Resimli Ay’daki yazılarında kadın sorununa özel bir önem veriyor. Hatta Türk Feminizmini tarif etme çabasını görüyoruz.

Kitapta kadın sorununa ve feminizme bakışına dair ayrı bir başlık ayırmadım. Bu konu zaten Sabiha Sertel hakkında yazan akademisyenlerin ana mevzusu olmuştur. Sabiha Sertel için kadın konusu her zaman önemini korumuştur, feminizme çok sert eleştiriler yönelttiği dönemde dahi. Feminizm taleplerinin sosyalizmin içinde yer bulabileceğini düşündüğü için kendisine ayrıca feminist demekten vazgeçtiğini düşünüyorum ama 1910’lardan itibaren her yazdığı yazıda bunun izleri vardır. Türk feminizmi ifadesini Büyük Mecmua’daki yazılarında kullanır ama daha sonra 1930’lara gelindiğinde feminizmi yetersiz bulmaya başlamış ve burjuva ideolojinin bir varyantına indirgediği feminizmden kopmuştur.

1935 yılında Cumhuriyet’te yazdığı ‘Yanlış Yolda Giden Feminizm’ başlıklı bir yazısı var. Özellikle “kadını tazyik ve esarete tutanın erkek değil, cemiyet olduğunu” vurguluyor.

Kadın sorununun daha bütüncül bir toplumsal yaklaşım benimseyerek, özellikle emekçilerin insanların haklarını koruyacak mecra ve örgütler oluşturarak aşılabileceğini düşünüyor. Bir tür otomatizm var tabii bu yaklaşımda. Ataerki öyle kolayca kapitalizme indirgenebilecek bir şey değil! Bu yönde ona yöneltilen eleştiriler bence de doğru. Yani sosyalizmin otomatikman feminizme yol açmadığını Sovyetler Birliği’nin kendisi de göstermiştir. Daha önce kadınlara tanınan haklar 1936’da geri alınıvermiştir mesela. Sabiha Sertel’in bu konuda benimsediği perspektif bence bugüne özel bir ışık tutmuyor ama hakkını da teslim etmeyelim: Bu perspektif değişimi kadın mücadelesinden geri çekildiği, artık bu meseleyi önemsiz bulduğu anlamına gelmiyor. Toplumun tamamının özgürleşmesi için birkaç cephede birden yürüttüğü kendi mücadelesi içinde kadınların, özellikle de çalışan kadınların sırf kadın olmaktan dolayı yaşadığı özgül sorunları asla görmezden gelmemiştir.

SORUNUN ÇÖZÜMÜNÜ UZMANLARA HAVALE ETMEZ

Peki basın tarihi içinde nerede duruyor? Onu nasıl tanımlamak istersiniz?

Onu da en güzel, Sunuş’ta aktardığım bir yazısında Feridun Osman Menteşeoğlu özetlemiş galiba. Bir portre yazısında, “Uzun zaman bizler bu yazıların bir kadının kaleminden çıktığına inanamadık” der onun için. Sertel’in toplumsal meseleleri bu kadar berraklıkla ele alabilmesiyle Türk basınına yepyeni bir eda, eşsiz bir analiz kabiliyeti getirdiğini söyler. Sertel’in sonraki muarızları da bu görüşü paylaşır aslında. Mesela Peyami Safa mahkemelerde onun lehine tanıklık yaptığı zamanlarda onun ne kadar önemli bir sosyolog olduğunu vurgular. Hüseyin Cahit Yalçın ona hep saygı duymuştur aslında ki, malum, Tan Gazetesi’nin yıkılmasında etkili olan isimdir. Hepsi onun kaleminin gücünü, yazılarındaki analitik bakış açısının kıymetini bilir. Türkiye’de yazarlar arasında toplumsal meselelere böyle bakılmadığı için önemlidir. Diğer yazarlar esasen devletten ricacı olmuşlar oysa Sabiha Sertel devletten hesap sorma tavrını getirmiş bir gazeteci. En önemli yanı da budur. Hep devlete hitap ederek “Sen kendine halkçı/inkılapçı vs. diyorsun bunu nasıl fark etmezsin?” “Bu rezilliği nasıl açıklarsın?” edasıyla yazmıştır.

Aldığı eğitimin gereği bir vatandaşlık bilinci var. Devlete kul olan bir anlayıştan vatandaş olarak hesap soran bir anlayış aslında.

Evet vatandaşlığa inanır, o bakımdan da “modern”dir. Sahiden memlekette hak hukuk varsa bu haksızlık nasıl olabilir diye sorar. Hesap sorma tavrının yanı sıra onun bakışında bana en ilginç gelen şeylerden biri uzmanlaşmayı reddetmiş olması. Doktorların ve avukatların kendisine neden kendi anlamadığı işlere burnunu sokuyor demesine mukabil yazdığı yazılar var mesela seçkiye de aldığım. Sağlık, hukuk toplumun meselesidir, sadece tıbbın, hukuk biliminin meselesi değildir, der açıkça. Sorunun çözümünü uzmanlara havale etmek yerine hep beraber konuşarak, uzlaşarak halletmemiz gerekir diye düşünür. Bilginin ancak toplumla temasa geçerse canlanacağına inanır.

Sabiha Sertel’in yazılarının hâlâ güncelliğini koruduğunu söyleyebilir miyiz?

Bugün çeşitli mücadelelerle kazanılmış toplumsal, sosyal haklarımız elimizden birer birer sessizce alınıyor. İtiraz hakkımız, sokaklardaki, fabrikalardaki, okullardaki aleni devlet şiddetiyle elimizden alınıyor. Örgütlenme haklarımız elimizden alınıyor. Böyle bir dönemde örgütlenmenin, devletin bu tür baskılarına direnmenin insanca bir yaşam sürebilmek için ne kadar hayati önemde şeyler olduğunu kendi hayatıyla ve yazılarıyla örneklemiş bir insan olarak Sabiha Sertel’in yazılarının çok güncel olduğunu düşünüyorum. Günümüzde sermayeyle devletlerin elimizden almaya, en azından budamaya çalıştıkları sosyal haklar denilen hakların, tatil hakkının, sağlık hakkının, temel eğitim hakkının, emeklilik haklarının, insani koşullarda çalışma hakkının vs. ne kadar can alıcı şeyler olduğunu, onlar olmadığında ne kadar korkunç boyutlarda sefalete sürüklenebileceğimizi en iyi anlatan, bu haklar için baştan sona müthiş bir mücadele vermiş gerçek anlamıyla öncü bir yazardır. Sırf bu yüzden bile Sertel’in yazılarının ayrı bir güncellik kazandığını düşünüyorum ve en çok bu gözle okunmasını ve verdiği büyük mücadelenin takdir görmesini diliyorum.

Okuyabileceğiniz diğer Tuncay Birkan söyleşileri
▪ "Hem yazılası hem okunası ajanda"
Süheyla Demir, Radikal Cumartesi, 26 Aralık 2009
▪ "Bir mirası yaşatmak"
Uğur Ugan, aposto.com, 1 Kasım 2024
▪ "Tarih tekerrürden ibaret değil"
Murat Şevki Çoban, K24, 7 Mart 2019
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X