| | Müge Gürsoy Sökmen, Tuncay Birkan: "Hem yazılası hem okunası ajanda" Süheyla Demir, Radikal Cumartesi, 26 Aralık 2009 Metis Yayıncılık, 2005’ten beri farklı temalarıyla geleneksel ajandalara farklı bir boyut kattı. Şimdiye dek Edebiyat, Doğa İçin Sorumluluk, Cadılar, Yaratıcı Direniş, Hayvanlar ve İnsanlar temalarıyla çıkan seri, metinler, karikatürler, özlü sözler gibi detaylarla ‘seçki kitap’ haline getirilmiş. 2010’un ajandası ise İllallah. İllallah’ı editörlerinden Müge Gürsoy Sökmen ve Tuncay Birkan’a sorduk.
Ajanda temalarını nasıl seçiyorsunuz?
Müge Gürsoy Sökmen: Temaları Metis’teki yayın çizgisiyle paralel gidiyor aslında. Ajandalar, dert edindiğimiz konuları daha şakacı, kolay temas edilebilir bir şekilde ele alma imkânı veriyor. Yayın çizgimiz doğrultusunda, çeşitli konularda farkındalık ve sorumluluk çağrıları yapıyoruz.
Ajandalar genelde yazmak için alınır, sizinkiler aynı zamanda okunası da...
Müge G.S.: Doğru, Metis Ajandaları metin, bilgi ağırlıklı, bu yönüyle de kitap formatına daha yakın. Biz de ajandalarımızı her sene hazırladığımız bir Metis kitabı gibi algılıyoruz. Zaman zaman “Yazmak için hiç boşluk bırakmamışsınız” şikâyetiyle karşılaşsak da üzerine not yazmaya kıyamayan, arşiv için ikinci bir nüsha alan okurlar da var.
İnanmama hakkını konu edinen Ajanda İllallah’ın doğuşunu, Türkiye’nin bu konuda kuruluşundan itibaren temelde çok değişmemiş siyasal, toplumsal yapısı mı, ‘inanmama hakkı’nın dünyada daha çok gündeme gelir olması mı belirledi?
Tuncay Birkan: Her ikisi de. Tam da bu tartışmayı açmaya çalıştık. 1980’lerden beri dünyada solun çeşitli cephelerde yenilgiye uğramasıyla, dinselliğin toplum hayatındaki görünürlüğünün ve etkisinin arttığı herkesin malumu. Bu salt kapitalizmin ve muktedirlerin manipülasyonlarıyla açıklanamaz. Ciddi toplumsal karşılıkları olan, özellikle de liberal demokrasinin ve sık sık pozitivizme düşebilen solun, insanlara ihtiyaç duyduğu maneviyatı sunmaktan aciz kalmalarıyla da ilgili. Türkiye’nin tarihi de bunun örnekleriyle dolu. Aynı iktidar-din ilişkisi Batı’da da yerleşiklik kazandı. Özellikle ‘fundamentalist’ Bush yönetiminde. Gelişmekte olan ülkeler olarak anılan toplumlar bir anda İslam ülkeleri diye anılmaya başladı. Siyasi yanı her zaman güçlü olan din, belki hiç olmadığı kadar siyasetin parçası haline geldi; maneviyat boyutu iyice araçsallaştı. Böylelikle dine verilen tepkiler de arttı tüm dünyada. Son 15 yılda Tanrı ve din aleyhtarı birçok kitap yayımlandı, bir kısmı Türkçe’ye de çevrildi. Ama çoğunun pozitivist çerçevede kaldığını, dinin karşıladığı manevi ihtiyaçları anlama yönünde girişimde bulunmadığını düşünüyoruz. Meramımızı böyle bir kitabı çevirerek değil de bir ajanda hazırlayarak dile getirmek istedik.
İçeriğini oluştururken neye dikkat ettiniz?
Tuncay B.: Binlerce yıllık zengin ateizm geleneğinin pozitivizme filan indirgenemeyeceğini, kişinin vicdanını esas alan ve dini de temelde ahlaki açıdan eleştiren bir gelenek olduğunu hatırlatmaya çalıştık. Tanrı ve din fikrinin ahlaki ve siyasi eleştirilerine yer verdik. Dinin karşısına pozitivizmi değil, Dostoyevski, Pavese, Bilge Karasu, Bunuel gibi vicdan ve ahlak vurgusu güçlü edebiyatçı ve sanatçıları, Lichtenberg, Spinoza gibi düşünürleri, Einstein, Stephen Jay Gould gibi pozitivizmle zerre alakası olmayan bilim insanlarını ve elbette mizahı çıkardık. Bu geleneğin temsilcileri şunu gösteriyorlar temelde: Ahlak, dinden ve Tanrı’nın icadından önce de vardı, sonra da var olacaktır. Din, ahlakın temel belirleyeni olan vicdanı aşırı otomatiğe bağlayan, belirlenmiş kodların içinde kontrol ve baskı altında tutmaya çalışan, bu yüzden de tarih boyu milyonlarca insanın katledilmesi dahil her türlü vicdansızlığa cevaz da verebilmiş bir kurumdur. Bir tanrıdan korkmadan da insanlara doğru davranabilirsiniz ve sizi bir tanrının yarattığına inanmadığınız zaman da dünya ve hayat büyüleyici, şaşırtıcı ve değerlidir. Okuyabileceğiniz diğer Müge Gürsoy Sökmen söyleşileri |