Nermin Saybaşılı:
"Çam Pürleriyle Namrun Doğrudan Bellekle, Tarihle ve Zamanla İlgili"
Muaz Ergü, dibace.net, 18 Şubat 2024
Çam Pürleriyle Namrun adını verdiğiniz kitabınız geçen aylarda yayımlandı. Okuru bol olsun diyelim. Şimdiki adı Çamlıyayla olan Adana, Mersin, Tarsus’un yaylası Namrun’da geçen çocukluğunuzu anlatıyorsunuz. Daha doğrusu yayla zamanı Namrun’da geçen çocukluğunuzu ve çocukluğunuzun Namrun’unu… Böyle bir kitap yazma düşünceniz neden ve nasıl oluştu?

Kentteki pandemi koşullarından Namrun’a kaçışla birlikte çıktı kitap, plansızca, kendiliğinden… Karantina dönemleri de dâhil, küresel salgın nedeniyle getirilen çeşitli kısıtlamalardan zihinsel ve bedensel anlamda yorgun düşmüştüm. İşte o dönemde, uzun zamandır hayalini kuruyor olmama rağmen bir türlü gerçekleştiremediğim Namrun yolculuğu gerçek oldu.

Hem anne hem de baba tarafım Tarsuslu. Ankara’da büyüyen bir çocuk olmakla birlikte çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın yazları Namrun’da geçti. 1990’ların başından itibaren ise bu seyahatler kesildi. En son 2010 yılında, o da sadece bir haftalığına gidebilmiştim yaylaya. Bu son gidişimde ise tıpkı eski günlerdeki gibi dolu dolu üç ay geçirdim. Pandeminin de büyük etkisiyle yoğun bir biçimde kafa yormaya başladığım doğa-kültür ikilemine Namrun’da özellikle benlik ile tarih ilişkisi penceresinden bakmaya yöneldim.

Erkek kardeşimle birlikte Namrun’a özgü iki ahşap ev arasında mekik dokudum. Bu evlerden biri babaannemin ailesinden kalma yaklaşık on üç dönümlük bir bağ içinde yer alan yaklaşık iki yüz yıllık ahşap evdi. Kitabın kapağında o evin fotoğrafı yer alıyor. İstanbul’dan çıkmış Namrun’a doğru yol alırken yıllardır oturulmayan bu evde kalamayacağımızı biliyordum aslında ama bir formül bulabileceğimi de içten içe düşünmüyor değildim. Dedemin ölmeden birkaç yıl önce eski evin çaprazına inşa ettirdiği iki katlı büyük eve yerleştikten sonra eski evi bir şekilde yaşamayı ve yaşatmayı kafama koydum. Neredeyse her gün belli bir zaman aralığını çocukluğumun geçtiği eski evde geçirmeye karar verdim. Bu iki ev arasında kullanılan malzeme dışında çok temel bir fark daha vardı: eski evin geniş sofası doğrudan doğaya, çam ormanını aratmayacak bir yeşilliğe açılırken aşağıda ve yukarıda iki büyük terası olan diğer evin doğayla ilişkisi çok daha sınırlı ve mesafeliydi, modern mimari örneği bir dağ evi olarak içerisi ve dışarısı gözetilerek inşa edilmişti. O nedenle, büyük ölçüde bir inattan çıktı kitap diyebilirim.

Yeni eve yerleştikten sonra önce eski evin ahşap sofasını temizledim, sonra da odalardan bulup çıkardığım birkaç eşyayla kendime basit bir çalışma ve dinlenme köşesi kurdum. Bir apartman kedisi olarak yaşı kemale ermiş olan ve doğayla çok geç buluşan Lokum’a da yanı başımda bir yer hazırladım. Babaannem kedileri çok severdi, yaşlılık yılları hariç kedisiz olmamıştı, ya da ben öyle hatırlıyorum. Yaşlılığından ötürü kedisiz kaldığındaysa birkaç kez özlemle “benim ne kedilerim vardı!” dediğini hatırlıyorum. Sofadaki mütevazi köşemde asıl planım yazılmayı bekleyen akademik bir makaleye başlamaktı, ama bir türlü odaklanamadım. Yeniyi gördükçe eskiyi hatırlamaya başladım. O evde geçmiş peşimi bırakmadı, bunun üzerine ben de onun peşini bırakmamaya karar verdim. Böylece anılarım yavaş yavaş fragmanlar halinde kendi kendini yazdırmaya başladı. Namrun’da başladım yazmaya ama metnin büyük bir bölümünü aralıklarla yazarak İstanbul’da bitirdim.

Kitabınızı kendi çocukluğunuza yaptığınız bir kazı çalışması olarak değerlendirebilir miyiz?

Geçenlerde yaşıtım bir arkadaşım “Tam bir asırdır dünya üzerindeyiz,” dedi. Bu sözü çok çarptı beni. Dünya tarihi için lafı bile olmayacak kısalıkta bir yaşam elbette ama dünya üzerinde olup bitenlerden görüyor ve anlıyoruz ki belli bir sona geldik. Bir aciliyetler çağından geçiyoruz: savaşlar, göçler, salgınlar, doğal felaketler, ekonomik krizler bitmek bilmiyor. İnsanoğlu, sömürge-sonrası, komünizm-sonrası, göç-sonrası ve şimdi de insan-sonrası dünyadaki değişimleri ve dönüşümleri anlamak ve anlamlandırmakta hem başarısız hem de vurdumduymaz… Bu ısrarda belli bir ideoloji yatıyor tabii, geç-kapitalist düzen başka dünya, hatta dünyaların olduğu, olabileceği gerçeğini baskılıyor, o umudu söndürüyor. Bu çok tehlikeli. Kitabın ortaya çıkışını hazırlayan ruh ve düşünce dünyam bana şunu söylüyordu: doğanın araçsallaştırılmasının bir sonucu olan “uygar dünya” bir gelişme değil bir gerilemeydi.

Pandemi döneminde, bir kentte değil de doğa ile kültür arasındaki ilişkinin çok daha dengeli kurulmuş olduğu Namrun’da olmak aslında büyük bir şanstı. Orada çocukluğum tarihsel bir deneyim olarak değerli geldi gözüme. Uygar yaşamın bir modelini yaylada, çocukluğumda ve ilk gençliğimde deneyimlediğim doğa ile kurulan ilişkide var olduğunu fark etmek kitabın temel çıkış noktalarından biri oldu diyebilirim. Bir başka çıkış noktam ise şuydu: çocukluğun kendisi doğa ile kültür arasında konumlanır. Bir vesileyle başka bir yerde yazdığım bir fikrimi burada da paylaşayım: tarihe doğmayız ama tarihsel varlıklarızdır. Kitabı yazarken kendime bir söz vermiştim. Bir akademisyen-yazar olarak hâkim olduğum birtakım bilgileri, ilgilendiğim birtakım konuları metnin yazımında devreye sokmayacaktım. Birtakım yeni araştırmalar içine de girmeyecektim, sadece belleğime güvenecektim. Ancak burada referans vermekte sakınca yok. İtalyan felsefeci Giorgio Agamben Çocukluk ve Tarih (1978) başlıklı kitabında çocukluğu ontolojik olarak doğa ile kültür, zoe (yaşayan tüm canlılara ortak olan yaşam) ile bios (polis’teki nitelikli yaşam) arasına yerleştirir. Agamben’e göre dildeki ve tarihteki boşluğu dolduran, dolduracak bir kavram olan “çocukluk”, dil-olmayan ya da dilde söylenemeyenin dile getirilmesini mümkün kılar.

Tüm bunları düşündüğümüzde, sizin söylediğiniz gibi “Çam Pürleriyle Namrun”u, çocukluğuma yapılan bir tür kazı olarak okuyabiliriz, evet. Bu kazıda 1980’li yılların yayla yaşantısı çocuk bakışları, oyuncul gözlemler, saf hissiyatlar, içten tahayyüller ve masalsı havadisler yoluyla dile dökülüyor. Geçmiş deneyimleri yazarken çocuğa ve çocukluğa yaraşır sade, lirik bir dil kullanmaya özellikle gayret ettim. Özel isimler dışında tüm metin boyunca küçük harf kullandım. Modernitenin bilimsel söyleminde nesnellik-öznellik, akıl-duygu karşıtlığı ekseninde bilgi ile deneyim, bilme ile deneyimleme birbirinden ayrıştırılmıştır. Oysa kitap Namrun’un geçmiş toplumsal ve kültürel yaşantısını parça parça şimdiye çağırırken resmi tarih kitaplarına girmeyen ve girmeyecek bir “başka tarih”i gündeme getirmiş oluyor, çoğu anı kitabında olduğu gibi kişisel tarihçelerin önemini yeniden hatırlatıyor.

Hepimizin malumu çok hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Aynı zamanda mekanik bir hayatı da yaşıyoruz. Gündelik yaşam bize bireysel deneyimler sunmada ve kazandırmada çok cimri. Çocukluk ya da çocukluğunuz, çocukluğunuzdaki deneyimleriniz bu hızlı, mekanik zamanın neresinde duruyor?

Çok haklısınız. Aslında Agamben’in biraz önce sözünü ettiğim kitabındaki çıkış noktası tam da bu, yani modern dünyadaki deneyim yitimi. Agamben, önce Walter Benjamin’in Birinci Dünya Savaşı felaketinden beri deneyimin ortadan kalktığı fikrini hatırlatıyor, sonra da artık yaşadığımız çağda bu yitimin bir felaket görünümüne dahi ihtiyacı olmadığının altını çiziyor; modern kentteki sıkıcı ve tekdüze günlük hayatımızın neredeyse hiçbir anının deneyimle ilişkilenmesinin mümkün olmadığını belirtiyor.

Deneyim katılımdır, ortaklaşmadır, dokunmaktır, hissetmektir, dünya üzerinde bir etki bırakabilmektir. Elektriğin bile 1982 yılında geldiği, büyük oranda doğanın ritmine göre yaşanılan Namrun’da toplumsal yaşamın araçsallaşması ve toplumsal ilişkilerin mekanikleşmesinden kaynaklı bir “modern yaşantı” yoktu. Zaman yavaş ve sakin akıyordu, doğanın ritmine uyuluyordu. Geleneksel Türk evi mimarine sahip eskinin yayla evlerinde, bireyselleşmeden çok birlikte yaşama kültürü vardı. Evlerdeki büyük aile yaşantıları birkaç kuşağı bir araya getiriyordu. İçerisi-dışarısı, özel-kamusal gibi modern kent mimarisinin unsurlarını barındırmayan “açık mimari”de geçen yaşantı da bildiğimiz anlamda “modern” değildi. Kitapta da yazdığım gibi, doğrudan doğaya açılan sofalarda geçiyordu tüm gün ve bu sofalar aile ilişkileri kadar yakın komşulukların da organik bir biçimde sürdürüldüğü mekânlardı. Dahası insanın kendini ayrıcalıklı görmesi de pek mümkün değildi, istesin ya da istemesin doğanın bir parçası olduğunu, canlı-cansız tüm diğer var oluşlarla birlikte bir dünya paylaştığını sezinlerdi.

Çocukluğun, çocuklukta kazanılan deneyimlerin çocukluk sonrası hayatı kurmada ne gibi etkisi var?

Çocukluk yetişkinlikle son bulan bir süreç değil. Psikalaniz kuramı kişiliklerimizin, zihinlerimizin bedenlerimizin ve yaşamlarımızın çocukluk deneyimlerine, hislerine ve fantezilerine dayandığını çok önceden anlattı zaten bize. Geçmiş geçmiyor, şimdide yaşamaya devam ediyor.

Kentli bir çocuk olarak yaz tatillerimin önemli bir bölümünü Namrun gibi bir coğrafyada geçirmiş olmak hiç şüphesiz bana birçok anlamda farklı bir perspektif kazandırmış oldu. Topluma bakışımı değiştirdi, zenginleştirdi. Farklı yaşam biçimlerini, farklı kültür formlarını görmüş oldum. Farklı eşyaları tanıdım: telli mutfak dolabı, sedir, çıkrık vb. Doğaya bakışım da değişti tabii. Örneğin karsambaç… Karı kar olarak bilirdim ama karın yenilebilir bir şey olduğunu ve kavurucu yaz sıcaklarında çok sevdiğim dondurmadan bile daha serinletici olduğunu orada öğrendim. Değişik hayvan ve bitki türlerini kitaplardan, fotoğraflardan ya da hayvanat bahçelerinden değil de bizzat doğanın içinde tanımış oldum. Ayrıca o yıllarda somutlaşmamış olsa da yazı yazma fikri ilk dağlara bakarken düşmüştü aklıma. Bunu hatırlayıp “dağ-bulut” başlıklı fragmanda bunu hatırlayıp şunları yazdım: “yer(leşme) fikri yayla gibi bir yerde iyi ve iyice sınanır. kentin ve kasabanın sınırları nettir. yayla ise uçsuz bucaksız gelir, özellikle de çocuk gözüne. ama ben dağları sınır bellemiştim kendime. en çok bulutlara doğru uzanan sıradağlara çevirmiştim yüzümü. Ufuk çizgisinde bulutlar gibi mutlaka bir dağ ya da bir tepe bulunurdu. dağ-bulut… bir öte fikri, bir ötelik hem zihnime hem de bedenime o zamanlarda böyle işlemişti. ilk yazı denemelerim de zihnimde dağlara bakarak, dağlar üzerine oldu. uzak dağlar, haşmetli dağlar, bulutlara ortak dağlar vb. yazılası coğrafyalardı. öyle düşünürdüm.” (s.109)

Çam ağacı(m). Toros sediri.” başlıklı yazınız “Küresel başlangıcından sonra yıllardır yüzünü göremediğim, yüzüne hasret kaldığım Namrun yaylasına gittim, daha doğrusu çocukluğumun yaylasına, ilk göz ağrıma geri döndüm. Tarsus’un yaylası Namrun, deniz seviyesinden 1100 m yükseklikte, Çukurova’nın alev topuna benze havasından kaçacağınız Toroslar’ın en yüksek bölümü olan Bolkar Dağları’nın eteklerinde, yeşil yemyeşil bir dünyadır. Yeni ‘modern’ ismi Çamlıyayla ama ben bu isme hiç alışamadım, yabancılaştırma efekti taşıyor bu sözcük, resmi tarihin hoyratlığının simge ismi oluveriyor zihnimde” (s. 11) cümleleriyle başlıyor. Burada bir eleştiri de söz konusu. Merkezi otorite tarafından yerleşim yerlerinin geleneksel isimlerinin değiştirilmesi ve yeni isimler konması… Siz tercihinizi geleneksel isimden yana koyuyorsunuz kitap boyunca. Neler söylersiniz bu hususlarla ilgili?

Türkiye’de yer adlarının sıklıkla değiştirildiğini biliyoruz. O manada Türkiye’de belleğin resmi tarihle imtihanı süreklilik arz ediyor. Bir ulus-devletin varlığını mümkün kılan zaten belleğin icat edilmesi ki önemli tarihçi Eric Hobsbawn bunu “geleneğin icadı” olarak tanımlamıştır. Uluslar ya da topluluklar söz konusu olduğunda, bir yanda yaşayan bir bellek vardır ama diğer yanda da belleği sıfırlayarak ya da onu kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda manipüle ederek yeniden bir bellek yazma gayreti mevcuttur. Özellikle bizim gibi merkeziyetçi devletlerde bu iyice hoyrat işliyor. Devlet gerekli gördüğünde, toplumsal davranış örüntülerini sıkılaştırmak, hatta baskılamak için sadece yer isimlerini değiştirmekle yetinmiyor, anadillerin konuşulmasını da yasaklıyor, cezalandırıyor. Cumhuriyetin kuruluşunun bir devamı olan Türkleştirme politikalarının uzantısı bu! “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarını düşünmek yeterli. Dilin kendisinin kültürel bir form olduğu düşünülecek olursa bir kültürün unutulması, unutturulması anlamına geliyor bu yasaklama ve sansürler. Her ne kadar günümüzde yaylanın resmi ismi Çamlıyayla da olsa gündelik dilde halen Namrun kullanılıyor. Hiç kuşkusuz birkaç kuşak sonra bu durum değişecektir. İşte bu unutuşa bir şekilde direnmek gerekiyor. O nedenle Namrun isminde ısrarcı oldum. Bunun da ötesinde Namrun Kalesi’nin eteklerinde yaşayan nüfusun büyük çoğunluğu Ermeni vatandaşlarımızdı(r). Bir köken aramak değil derdim, tüm kimlik politikalarına uzak durmakla birlikte farklılığın kültürel bir zenginlik olduğunu görmek gerekiyor. Anıları yazmak bu nedenle önemli ve değerli. Anılar, yaşantı ve deneyimler bellek yitimine ve resmi tarih yazımına karşı durur.

Kitap boyunca çocukluğunuza eşlik eden birçok eşyadan, nesneden ve oyuncaklardan bahsediyorsunuz. Eskinin, eski insanların eşyaya, nesneye bakışıyla yeni zamanlardaki, günümüzdeki bakış arasında değişen noktalar var mı? Neler söylersiniz?

Kentlerdeki evlerle karşılaştırıldığında yayla evlerinde, eşyalar ve nesneler azdı, oyuncaksa neredeyse hiç yoktu ama kitapta birkaç örneğini verdiğim gibi çocuklar oyun ve oyuncak konusunda hep yaratıcıdır.

Eşya ve nesnelerin azlığının en temel nedeni evlerin yaz aylarında, üç-dört ay gibi kısa bir süre için kullanılıyor olmasıydı; büyük oranda sadece iş gören, fonksiyonu olan eşya ve nesnelere yer vardı. Tüm gün sofalarda geçerdi, odalara yalnızca yatmak için geçilirdi. O nedenle sofalardaki mobilyalar rahatça taşınabilir olurdu, çoğu portatifti. Dolayısıyla mimarileri dışında mekanların düzenlenmesi açısından da hafif evlerdi Namrun evleri. O anlamda bu evlere halen büyük bir hayranlık besliyorum.

Yaylada eşya ve nesneler az ya da çok birbirine benzerlerdi. Sınıfsal farkın şimdilerde olduğu gibi keskin bir biçimde görünür olmadığı yıllardı. 1980’lerin başında Özal dönemiyle başlayan ekonomik liberalizmle birlikte burjuvazinin zenginleşmeye ve tüketim toplumunun da daha yeni yeni ortaya çıkmaya başladığı düşünülecek olursa bu durum daha iyi anlaşılır. Maddi şeyler henüz yaygın bir biçimde kimliğin bir parçası ya da bir statü sembolü olarak görülmüyorlardı, şimdi olduğu gibi hemen “eskiyip” yerine daha “yenisi”ni, daha “güzeli”, daha “parlağı”, daha teknolojik olanı alınmıyordu ya da alınamazsa bu büyük bir dert olmuyordu. Bizim çocukluk zamanlarımızda eşya ve nesnelerin ömrü uzun olurdu, şimdi çok kısa. Günümüzde sahip olunan şeyin sürekli var olması söz konusu, daha doğrusu bizden bağımsız kendi başlarına var olmaları durumu var. Kapitalist toplumlarda eşya ya da nesnelerle değil, şeylerle ilişki kuruluyor ve kurulan o ilişkinin bir belleği yok. Oysa eskiden eşyanın bellekte yeri vardı, onu kaybettik, kaybediyoruz. Kitapta eşya ve nesnelerle kurduğumuz ilişkinin belleğini geri getirmeye çalışıyorum. Örneğin eski evin kilerindeki bir torbanın içinde bulduğum büyük bir anahtardan söz ediyorum.  Çok güzel bir nesne, fabrika üretimi değil, zanaatkarlık ürünü ama benim için bundan fazlası var: geçmiş yaşamın anahtarı o. Kitabı yazmamı tetikleyen birkaç nesneden birisi oldu. Belleğin kapılarını bir bir o anahtarla açtım.

Nermin Hanım kitabınızdaki “resim gibi.” Başlıklı yazıyı okurken “o zamanlar bilmiyordum ama modernleşmenin batılılaşma olarak algılandığı memleketimizde hakikat bir kopyaya, bir taklide, bir ikincil anlama sabitlenmişti.” Bu cümlelerin üzerinde önemle durulması gerekiyor bence. İki yüzyıldan fazladır süren trajedimize parmak basıyorsunuz aslında. Bu cümlelere ilaveten neler söylersiniz?

Orada yaylada anneannemin odasında asılı reprodüksiyon bir manzara resminden yola çıkarak resmin temsili mekânıyla doğanın gerçekliği arasındaki farka dikkat çekmeye çalışıyorum. Sanatın kökeni doğaya öykünme, ama ben sanatı en önce doğanın bizzat kendisinden öğrenmiştim, bunu hatırladım ya da ayırdına vardım. O zaman da aklıma bu küçük reprodüksiyon resim geldi. Namrun gibi bir doğa parçasında yaşarken evin duvarında orasının ne kültürüyle ne de ekosistemiyle uzaktan yakından bir ilgisi olmayan Alp dağları manzarası ve bu durumun tuhaflığı zihnimi oldukça meşgul etti. Bir oturmamışlık vardı. O oturmamışlık Türkiye’nin modernizm tarihinin bir özeti gibi de okunabilir. Batı gibi olamamak, o geç kalmışlık…

Bilindiği üzere tuval resmi buralara çok geç geliyor. Osmanlı’da ilk resim dersleri 19.yy’da ilk etapta askeri okullarda öğrencilere teknik konularda el becerisi kazandırmak için verilmeye başlanıyor. O dönemde kartpostal ve fotoğraflardan kopyalar gerçekleştiriliyor. Batı tarzı yağlıboya resim asker ressamların manzara resimleriyle başlıyor ve ardından gelen süreçte de ressamların Avrupa ile arayı kapatma gayreti dikkat çekiyor. Bu konuda devlet erkanı da sanatçıları bizzat destekliyor. Ressamların konularını buradan almakla birlikte biçim ve kurguyu Empresyonizm, Fovizm, Ekspresyonizm, Kübizm gibi Batı resim akımlarından aldığı görülüyor. Üsluba kendi özgün yorumunu getiren veya var olan üslubun hakkını veren bazı sanatçılar olmasına karşın ortaya çıkan resimlerde Batı etkisinin esinlenmekten daha fazlasını ihtiva ettiğini belirtmek mümkün. Tüm bunların da ötesinde, bir sanat tarihçisi ve kuramcısı olarak Avrupa’nın köklü resim geleneğinde manzara resminin doğanın zenginlik, bolluk, güç, zevk ve fethetme göstergesi olarak işlev yüklenmiş olduğunu da biliyorum. Dolayısıyla bu sözünü ettiğiniz fragmanda doğanın temsili dışında bir doğanın var olduğunu ve bunun tüm sanatlardan daha değerli olduğunu da vurgulamak istediğimi söyleyebilirim. Feminist kuramcı ve felsefecilerin yazdıkları üzerinden şunu bilmemiz gerekiyor: gerçek bulunmuş değil yaratılmıştır; doğa ve beden keşfedilmemiştir, inşa edilmiştir.

“yılan akar” başlıklı metniniz ilgi çekici. Burada ötekinin, ötekileştirilenin sadece insan olmadığından; hayvanların da ötekileştirildiğinden bahsediyorsunuz. Sizin de başlıkta andığınız yılan ötekileştirilen hayvanların başında geliyor. Bu ötekileştirmeden dinsel anlatıların da payı büyük. Biz insanlar hem hayvanların yaşam alanlarını işgal ediyor, hem de onları ötekileştiriyor, öldürüyoruz. Yazınızda bahsettiğiniz yılanı merkeze alarak hayvanların ötekileştirilmesi hususunda neler söylersiniz?

Tarsus’un söylencelerinden ve benim de çok sevdiğim Şahmeran kitabın merkezi noktalarından birinde duruyor. O nedenle yılanla ilgili hikâyelere ve deneyimlere de metinde birden fazla yerde alan açmak istedim. Dahası yılanla kadın arasında paralellikler olduğunu da okuyucuya sezdirmeyi deniyorum. Doğa-kültür karşıtlığı üzerinden işleyen ve Batı’nın inşa ettiği toplumsal ve kültürel yapıda kültür “Erkek”, doğa ise “Kadın”dır. Kadın eksiktir, noksandır, erkeğin tersine zihinsel değil bedenseldir. Dahası, belki söylemeye bile hacet yok; burada “beyaz erkek” kastedilir. Beyaz işaretsizdir, çünkü üstündür. Irktan söz edildiğinde “beyaz” kastedilmez hiç, o sabittir, sorgulanamaz. Dolayısıyla yılan-kadın imgesi üzerinden cinsellik ve cinsiyet kadar ırkın ve etnisitenin sorgusu da mümkün bir hale geliyor. Yılan-kadın bizi tarih-öncesine götürmeye meylediyor. Namrun’un koyu yeşilliğinde doğa üzerine düşünürken bizzat “uygar yaşam”ın yarattığı bir salgını deneyimliyorduk. Gerçekte doğanın en güçsüzü insanoğlu, ama bu güçsüzlükten bir güç gösterisi çıkaran da yine o!

Günümüzde akademik alanda “insan-merkezci dünya”nın (antroposen) bizi belli bir sona getirdiği tartışılıyor ve “insan-sonrası” çağa (post-human) geçtiğimiz belirtiliyor. Gerçekte Namrun’da geçen çocukluğum envai çeşit canlı-cansız varoluşla birlikte doğanın bir parçası olduğumu öğretmiş bana, kitabı yazarken fark ettim. Yayladaki yaşantı ve deneyimlerim doğa ile kültürün oyuğuna yerleşmenin, yerleşebilmenin gerçek anlamda insani bir yaşam modeli olduğunu göstermiş bana.

Yılan önemli, çünkü kötücül ve tehlikeli olarak görülen bir canlıyla sütte ortaklaştığım büyüklerin tembihlerinde saklıydı; yılanlar sütü sever, kaynayan sütün kokusuna gelir, denirdi hep. Doğanın ayrıcalıklısı olmak bir yana bizim de hayvan olduğumuzu o paydaşlıktan anladım. Kitapta yazmadığım bir başka paydaşlık da arılarla kurduğumdur. Anneannem bahçede oturmuş et tahtası üzerinde etleri kıyardı. Bu uzun ve zorlu uğraş sırasında anneannemin başına arılar üşüşür, elinin üzerine ve parmaklarına konarlar, çiğ etleri büyük lokmalar halinde alıp götürürlerdi. Bir çiçekten diğerine konan, çiçeklerden bal yaptığı söylenen arılarla ilgili okul kitaplarında verilmeyen bir bilgi bu.

Çocukluğunuz en özel, en güzel zamanlarını geçirdiğiniz Namrun’a yıllar sonra tekrar gittiniz. Ne umdunuz ne buldunuz? Çocukluğunuz Namrun’u ile şimdiki Çamlıyayla’da neler değişmiş? Neler anlatırsınız bize bu konularda?

Çam Pürleriyle Namrun bir bellek kitabı, tartışmasız bir biçimde geriye doğru bakışa dayanıyor. Ancak bu bakış nostaljiye düşme tehlikesi taşır ve geçmişe duyulan özlem anlamında nostalji yaratıcı ya da üretken değildir. O nedenle kitabı yazarken o ruh halinden özellikle uzak durmaya çalıştım.

Çam pürleri” bir metafor olarak zaman ve tarih tarafından örtülmüş, sarıp sarmalanmış olmak anlamına da geliyor. Kitabı yazmaya başladığımda belleğin bir tür koza olduğunu düşünmüştüm. Şimdi geçmişi saklar ve korurken başka bir şeye daha olanak vermiş oluyor: geçmişin geleceğini de muhafaza ediyor. Koza bir yandan beklemenin diğer yandan ise dönüşmenin ifadesidir. Ölüme direnir bellek.

Buradan sorunuza gelecek olursam; çocukluğumdan bugüne yaylada değişen pek çok şey var, özellikle de yaylanın doğayla uyumlu, doğaya açılan tarihi evleri birer birer yok olmuş durumda, çok azı günümüze ulaşabilmiş, ulaşanların çoğu da ya yıkılmak üzere ya da çok zevksiz bir biçimde onarılmış ve genişletilmişler. Onların yerlerini alan evlerse ikişer üçer katlı, üslupsuz villa tipi beton binalar. “Modern” evlerle, “modern” yaşantılarla birlikte yeşili azalmış Namrun’un. Bunun başlıca sebebi aile büyüklerinin ölümlerinin ardından evlerin büyük bağ-bahçelerinin miras nedeniyle arsa olarak bölünmüş olması. O küçük arsalara her aile kendi evini yaptırmış. Ayrıca yayla yerleşiminin ormanın içlerine doğru ilerlemiş olması da ayrıca düşündürücü. Ama tüm bunlara karşın yayla büyük oranda eski kimliğini koruyor, değişimi Türkiye’nin bir çok başka noktasında olduğu ölçüde dramatik değil. Bunun önemli bir nedeni genç kuşakların tatil olarak yaylayı değil de denizi tercih ediyor olması. Turistik bir yere de dönüşmemiş olması da korumuş Namrun’u. Yaylanın özellikle çarşısını merak ediyordum. Küçük ama her şeyi bulabileceğiniz çarşının biberli ekmekle fındık lahmacunun en lezizini yapan fırınları, sokak tatlıcıları, karsambaççıları, hırdavatçıları, kumaşçıları, haftada bir kurulan pazarı vb. ile özgünlüğünü halen koruyor olması çok iyi geldi bana!

Son olarak neler söylersiniz?

Bir çocukluk anlatısı olan Çam Pürleriyle Namrun doğrudan bellekle, tarihle ve zamanla ilgili. Dolaylı olarak ise dünyayla, ütopya ve distopyayla bağlantılı.

Teşekkür ederiz Nermin Hanım.

Okuyabileceğiniz diğer Nermin Saybaşılı söyleşileri
▪ "Dilin hikâyesi bitmez"
Zeynep Nur Ayanoğlu, sanatokur.com, 9 Ocak 2024
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X