Uğur Tanyeli ile Korku Metropolü İstanbul: 18. Yüzyıldan Bugüne kitabından hareketle 18. yüzyıl itibariyle hâlihazırda var olan ya da oluşturulmaya başlanan mekânları ve psikososyal sebeplerden dolayı korkmak için hiçbir fırsatı kaçırmamış olan devasa İstanbul metropolünü ve bu metropolde yaşayan İstanbulluları konuştuk. Şehirle ilgili korkunun fantastik düzeyde yansımaları da söz konusu olunca şehrin yaratıcılıkta kullanılan edebiyat metinleri boyutunu da es geçmedik.Çalışmalarınıza baktığımızda, “Temel yaklaşım olarak mimarlığı toplumsal tarihin bir bileşeni” olarak ele almışsınız. Çalışmalarınızın, kitaplarınızın bu yönde olması bilinçli bir tercih miydi yoksa süreçler çalışmalarınızı bu yöne mi yönlendirdi?Bu başlangıçtan beri benim tercihimdi. Mimarlığı sadece inşai ürünlerin bir toplamı gibi düşünmedim. Mimarlığı daima toplumsallığı kuran pratiklerden biri olarak ele aldım. Toplum sadece geleneklerle, alışkanlıklarla, aile ilişkileriyle, hukukla, dinsel inançlarla, yönetimle, ekonomiyle kurulmaz. Fiziksel çevreyi var eden ve yalnızca inşai nitelikte olmayan pratiklerle de kurulur. Duygularla, kaygılarla, sempatilerle de kurulur. Kaldı ki, toplumu var eden yukarıda sıraladığım tüm pratikler birbirleriyle bağlantılıdır. Hiçbiri diğerinden daha önemli ya da önemsiz değil.
Korku Metropolü İstanbul: 18. Yüzyıldan Bugüne kitabınızın diğer kitaplarınızdan farkının ne olmasını istediniz ve 18. yüzyıldan başlayarak bugüne böylesine kapsamlı bir kitabı yazma sebepleriniz nelerdi? Benzer içerikli kitaplarınız var fakat bu kitabınız içeriği açısından daha farklı.Evet, yirmiden fazla kitabım ve yüzlerce makalem var.
Korku Metropolü İstanbul’un diğer kitaplarımdan çok farklı olduğunu ben de söyleyebilirim. Farklılığı, korku gibi mimarlık bağlamında tartışılmasına en azından Türkiye’de yeni yeni başlanan bir meselede odaklanması oluşturuyor. Konu genelde akademik ilgi alanına birkaç on yıldan bu yana girdi. Oysa korku, mimarlığı kuran dinamiklerden biri olduğu gibi, mimarlık da korkular üretebilen bir araç. İçinde konumlandığımız mekânlardan korkarız. Korkunun ve tüm toplumsallığın daima mekânsal bir zemini vardır. Hiçbir korku soyut bir toplumsallıkta üretilmez. Metropol korkusu tam da böyle bir şey. Metropoliten ortamdan korkarız. Yaşadığımız kente ilişkin istatistiklerden, tarihsel anlatılardan değil, oradaki yaşamımızın içinde geçtiği mekânsal ortamlardan korkarız. Kitapta yok ama, örneğin okuldan, hastaneden, trafikten, sokakta karşılaşabileceğimiz alışık olmadığımız hâllerden hatta insanlardan, kozmopolitlikten korkarız. Kitabım bunu anlatıyor.
İstanbul’da yaşamak, İstanbul’u anlatmak, İstanbul’u hayal etmek, İstanbul’u fethetmek, İstanbul’a mimari bir katkıda bulunmak; nereden bakarsak bakalım, ne düşünürsek düşünelim İstanbul’un hikâyesini anlatmak zor. Bir mimar olarak anlatmak adına hatta neden İstanbul’u seçtiniz?Çok basit. Türkiye’de korku metropolünün inşası sorunsalını tartışmak için belki de tek uygun yer İstanbul. Diğer yüksek nüfuslu Türkiye kentlerinin İstanbul kadar metropoliten nitelikte olmadığını söylersem bir haksızlık yapmış olmam. İstanbul, çeşitliliği, ekonomik kapasitesi, kültürel üretkenliği bağlamında açık ara en metropoliten Türkiye kentidir. Ender istisnalar haricinde tüm yayınevleri, ülke genelinde etkili tüm yayın kuruluşları, tüm bankalar ve önemli tüm şirket merkezleri, önemli tüm müzeler, ülkenin sanatsal üretiminin çok önemli kesimi İstanbul’dadır. Ülkenin rant üretimi merkezi burası. İnşaatların çok ağırlıkla kesimi burada yapılıyor. Mimarların çok büyük kesimi burada yaşıyor ve burası için çalışıyor. İronik olan şu ki, İstanbul’un artık Bodrum gibi “şubeler”i bile var. Dolayısıyla bu mesele bağlamında sözgelimi, Antalya, Adana, Bursa, hatta İzmir ve Ankara için bile metropol korkularından İstanbul’da olduğu kadar kolay ve bol malzemeyle konuşulamaz.
Mekânların toplumsal inşasının bu denli korku duygusu üzerine kurulu olduğu başka bir şehir yoktur sanırım. İstanbul mimarisi, tarihi yapısı, coğrafyasıyla aynı zamanda romantize edilebilen de bir şehir. Şehir bir tür ikili delilik hâli gibi kuşatıyor hayatımızı, ne dersiniz?Mekânların korku üzerine kurulduğu başka şehirler yok değil. Aksine çok fazla sayıda korku metropolü var dünyada. New York korku bağlamında İstanbul’dan çok daha üretken bir ortamdır. Neredeyse bütün distopik kentsel yıkım anlatıları ve filmleri New York’u eksen alır. Londra ve Tokyo da aynı anlamda çok verimli yerlerdir. Ama tüm çağlar için her yerde ortak bir korkular genellemesi yapılamaz. Örneğin, erken 20. yüzyılda Berlin neredeyse patetik ölçekte bir korku ortamıyken bugün değildir. Ayrıca her yerde aynı korkular yaşanmaz. İstanbul’da kadın korkusu bugün bile yoğun biçimde hissedilirken, sözgelimi New York’ta bundan söz edilemez ama kentsel yıkım korkusu orada İstanbul’dan çok daha fazla duyumsanır. Fiktif anlatılarda uzaylılar oraya saldırır, iklim değişimi faciaları, depremler, asayiş bozulması endişeleri New York’u hedef alır. Hatta dünyada ne korku üretilmişse New York’ta mutlaka yansıması olur diyebilirim. Ancak İstanbul’un başka yerlerde yaşanmayan korkular ürettiği de söylenmelidir. Yer adları korkusu böyledir. Protesto, isyan korkusu hemen her metropolde vardır, ama İstanbul’daki kadar yoğun olduğu az sayıda metropol var.
Sorunuzun ikinci kısmına gelirsek… Metropolden korkmakla metropolü romantize etmek bence bir tür “ikili delilik” hâli değil. Ancak birbirleriyle bağlantılı. Yaşadığımız metropolden korkmaya başladığımızda onun eskiden hiç de korkutucu olmadığını düşünmeye başlarız. Çok daha güzel, huzurlu, mutlu, insani olduğu bir geçmiş tahayyül etmeye başlarız. Nostalji üretiriz. Bugün aradığımız huzura geçmişte sahip olduğumuz gibi bir kavrayış geliştiririz. Tabii ki yanılırız. Geçmiş popüler kültürde sandığımızın aksine, birkaç güncel beklentimizle kavrayamayacağımız kadar karmaşık ve çok boyutludur. İçinde bugün yüzleşseydik çok rahatsız olacağımız sayısız şey vardır. Onları genellikle olağan tarih bilgimizin sınırlılığı nedeniyle bilmeyiz; bilsek de görmezden geliriz. Örneğin, geçmişte dünyanın her yerinde meydanlarda halka açık idamlar ve işkenceler yapılırdı. Bugün tüylerimizi ürpertir. Oysa o zaman bunlar halkın çoluk çocuk katıldığı seyirlik olaylardı. Rahatsız etmiyordu. Rahatsızlığımız karşılaştığımız olay ve olgularla olmaktan çok, onlara ilişkin kavrayışımızın değişmesiyle ve ürettiğimiz yeni bilinç nedeniyle doğar. O bilinç ve kavrayışın henüz belirmediği çağlarda yüz yüze kaldığımız her şeyi bir tür kanıksamışlıkla, hatta tevekkülle karşılıyorduk. O kanıksamışlık ve olağan bulma hâli modern dünyada yıkılır. Artık eskiden görmediklerimizin farkına varırız. Farkına vardığımızdaysa korkular, kaygılar, rahatsızlıklar üretiriz.
18. yüzyıldan bugüne, neden bu tarih aralığını esas aldınız? Mimari oluşumların ve yeni mimari oluşumlarla beraber korku meselesinin 18. yüzyılda başlamış olması mıydı bunun sebebi? Kitap içerisinde “İstanbul’u Tarihini Yazarak ve Yazmayarak Sahiplenmek” başlıklı bir bölüm var. Bu bölümü de bu soru kapsamında konuşmak isterim sizinle.Tartıştığım konular aynı zamanda da modernleşme-modernlik olgusuyla bağlantılı korkular. Modern dünya her yerden önce metropollerde kurulur. En yoğun korkuları da o nedenle metropoller esinler. İstanbul’da modernleşme adı altında topladığımız değişimler ağırlıklı biçimde 18. yüzyıldan başlayarak ortaya çıktılar. Dolayısıyla İstanbul, hatta Türkiye modernleşmesi ile İstanbul’da üretilen korkular eşzamanlı olarak belirdiler. Buradan başlayarak ülke, giderek Doğu Akdeniz coğrafyasına yayıldı. Özetle 18. yüzyıl çok önemli bir tarihsel eşiktir. Okul tarih kitaplarının yazdığının aksine, bu eşik ve sonrası bir çöküş değil, bu coğrafyada modernliğin kuruluş evresidir. Daha önemlisi, modernlik Türkiye’de çok yaygın biçimde inanıldığının aksine, sadece devletin yukarıdan aşağıya buyurduğu bir değişimden ibaret değildir. Bu yukarıdan aşağıya doğru modernleşme anlatısını da terk etmemiz gerekir. Tüm toplum farklı güdülerle, farklı beklentilerle, farklı dirençlerle değişir. Modernlik öyle bir hâldir ki, yönetimler çoğu zaman kimi tezahürlerinden nefret eder. Böyle radikal değişimlerin hepsi modernleşmenin bileşenleri. İçlerinden bazılarını modernleşme, bazılarını tarihsel yanılgılar saymak gerçekçi değildir. Modernlik bazı tezahürlerini sevip bazılarını beğenmeme şansımız olan ve gündelik değer yargılarıyla değerlendirebileceğimiz bir tercih değil. Modernlik bir “dünya-tarihsel durumdur”. Üretilir ve yaşanır. Her zaman başarılı ve barışçıl da olmaz.
Sadece “İstanbul’u Tarihini Yazarak ve Yazmayarak Sahiplenmek” bölümüyle kalmaksızın tüm kitabım tabii ki İstanbul’un tarihini yeni biçimlerde ve hatta büyük bir hevesle yazma arzumla ilişkili. Bu alanda o bölümde de göreceğiniz gibi, hiç verimli bir toplum sayılmayız. Konuya çok daha yoğun emek harcamak gerekiyor. Kitabım bu tarih yazma korkumuzda da yoğunlaşıyor. İstanbul’un erken tarihi üzerine Türklerin yazdığı metinlerin azlığına dikkat çekmek isterim. Bu metropolün tarihini “bize ait” ve “bize ait olmayan” parçalarını ayrıştırarak ve farklı duygularla yazıyoruz. Belli ki yazarsak rahatsız olacağımız gerçeklerle karşılaşmaktan korkuyoruz. İstanbul tarihinin sadece beş yüz yılı Türk, bin yılı Bizans; 20. yüzyıl başına kadar kent nüfusunun yarısı Gayrimüslim, yarısı Müslüman. Benzer biçimde Ayasofya’yı çok seviyoruz ama Türkler tarafından yazılmış Ayasofya konulu ciddi akademik yayınların neredeyse ihmal edilebilecek kadar küçük bir toplam oluşturduğunun farkında bile değiliz. Böyle apaçık gerçekleri sevmiyoruz. Ancak biz tarihi görmezden gelmelerle yazmak gibi bir alışkanlık geliştirdik. Sevmediklerimizi yazmayarak tarih alanından silebileceğimizi düşünüyoruz. Bu tür bir imkân yok.
İstanbul ile ilgili iki büyük korkudan birincisi doğayla ilişkili olanlar, ikincisi kentin çirkinleşmesinden korkmak. Büyük ve küçük ölçekli depremler yaşıyoruz, asıl büyük deprem korkumuz devam etmekte, şehir kentsel dönüşümle çirkinleşti, daha da çirkinleşiyor derken nedir bu şehirde korkunun ibresinin bir türlü düşmemesindeki temel sebep?Kitabımda bunu “porozite korkusu” olarak açıklamaya çalışıyorum. Toplumsal ve mekânsal hareketliliği düşük bir kentten ve çağlardan hareketliliğin yüksek olduğu bir metropole doğru evriliyoruz. Herkesin içinde konumlandığı toplumsal statüye, yere, işe, belirli cinsiyet rollerine sabitlendiği bir toplumsallıktan artık böyle sabitlenmelerin imkânsız olduğu bir metropole dönüşüyor İstanbul. Geleneksel mahalle 18. yüzyıldan bu yana silinip gidiyor. Onun sıkı denetim ve dayanışma ağları çoktan ortadan kalktı. Öte yandan örneğin, kimsenin önceden belirlenen yerinde durmadığı yeni bir kozmopolitizm ediniyor İstanbul. Homojen bir kentte yaşama alışkanlığımız 18. yüzyıldan başlayarak aşınıyor. Tüm etnodinsel grupların kendileri için saptanmış kurallar çerçevesinde ve kentsel mekânlarda sabit olduğu düzen ortadan kalkıyor. Hatta çoktan ortadan kalktı bile. Her tür toplumsal ve fiziksel sınır ya yıkılıyor ya da bulanıklaşıyor. Bunun en geniş anlamda güvenlik endişeleri yarattığı aşikar. Diyelim ki, Fatih’te yaşıyoruz; bir de bakıyoruz ki, artık orası bir Arap yerleşim alanına dönüşüyor. Veya kadın ve erkeğin alışageldiğimiz davranış kalıpları yıkılıyor. Artık kadınlar daha bağımsız davranabiliyor. Daha kötüsü, kimileri için kadınlık ve erkeklik arasında bir zamanlar çok belirgin gibi gözüken cinsel sınırlar bulanıklaşıyor; eşcinsellik görünürlük kazanıyor. Bir zamanlar çok sağlam olduğunu düşündüğümüz aile yapıları modernleşiyor. Evliliklerin çok önemli kesimi boşanmayla sonlanıyor. Tek ebeveynli aileler beliriyor. Bunları hepsinin olağan çıktısı yeni doğan bu metropoliten porozite/geçirgenlik ortamından korkmaya başlamak oluyor. Bu sıraladığım değişimler tabii ki, köyde veya küçük kentte değil, öncelikle metropolde, İstanbul’da ortaya çıkıyor.
?İstanbul’un fiziksel çevresindeki değişim de bununla bağlantılı. Geleneksel bir topluma özgü bağlayıcı mimari özellikler üç yüzyıldır yıkıldı. Modernleşme bu demek zaten. Biz ise hâlâ iç tutarlığı, homojenliği olan bir fiziksel çevre istiyoruz. Çoktan heterojen hâle gelmiş ve böyle olması da olağan bir metropolde homojenlik beklentilerimiz var. Oysa biz, her birimiz farklı mimarlıklar talep ettiğimizi, kendi çıkarlarımızı koruduğumuzu, bitimsizce farklılıklar ürettiğimizi düşünmek istemiyoruz. Kentsel silueti bozan da, çelişen çıkarlar nedeniyle uzlaşmaz farklılıkta mimarlıklar yapanlar da, kenti kalabalıklaştıran da, trafiği kabusa çeviren de biziz. Onları yurt dışından ithal etmedik. Her birimiz otomobil sahibi olmak istiyor ama trafik sıkışıklığı olmasın istiyoruz. Kısacası, mucizeler bekliyoruz. Hem değişimi üretiyor hem de o değişimden kendimiz korkuyoruz. Aslında kendi kendimizden korkuyoruz da, açık sözlülükle bunu itiraf edemiyoruz. Hep suçlular arıyoruz. Korkutanlar aramaya ve teşhis etmeye çabalıyoruz. Onları ortadan kaldırırsak ortalık cennet olacak sanıyoruz. Korkutanların da korkanların da biz olduğumuzu umarım bir gün fark ederiz.
“Batı-Doğu Yarılması Tahayyülü İçinde Metropoliten Korkular” bölümünü öteki kavramı üzerinden ele alıyorsunuz. Bizans korkusu, Ayasofya korkusu, taklit korkusu ve ötekinden korkmaya direnmek... Bu meselelerin hepsinden korkuyoruz ve bir yandan da direniyoruz bu korkuya karşı. Neden?Korkulan şeye tepki vermek insanın en doğal davranışı. Önce korku etmenini yok etmeye veya korkutmayacak hâle getirmeye çalışırız. Korkuyla birlikte yaşamaya alışmak ve “ne yapalım, dünya olağan değişimlerini yaşıyor zaten” demek ancak bir sosyal bilimcinin veya tarihçinin yaklaşımıdır. Toplum çoğunluğu bu değişimleri zamanla içselleştirir, zamanla olağanlığının farkına varır. İstanbul ve Türkiye bu olağanlığın farkına çok yavaş ve çok direnerek varıyor. Hatta, bazı değişimleri çoktan içselleştirdiği hâlde, onlara hâlâ hiç alışamamış gibi sözde-tepkiler de verebiliyor. Onlarla birlikte yaşıyor ama sanki olmaması gereken bir şeyler olmuş gibi tepkiler üretiyor. Sözgelimi, para kazanır ve harcarken kapitalist sistemle hiç sorunu olmuyor ama kapitalizmin bireycilik rejiminden ve sonuçlarından nefret edebiliyor. Evini yıkıcıya ya da dönüşüme verirken tabii ki o semtte kat sayısının artmasını istiyor. Çünkü daha fazla kazanç elde edecek; ama kent mekânı yoğunlaşınca yakınmaya başlıyor. Bunların hepsi sözde-tepkiler, içeriksiz tepkiler; ama aynı zamanda da değişimi yavaşlatan etmenler. Özetle, tüm değişimleri biz yaparız, ne var ki sonra dönüp bunlara bazı “kötüler” yüzünden maruz kaldık diye yakınırız. Sorumluluk payımızı görmezden geliriz, hatta farkına bile varmayız. Daha iyi bir mimari çevreye ancak bu farkındalığa ulaşırsak kavuşuruz.
Kitapta atlamadan konuşmak istediğim bir bölüm var: “18. Yüzyıldan 1950’lere İstanbul’un Korkutan Kadınları ve Mekânları”. Kadının 18. yüzyıl itibariyle kamusal alanda görülmeye başlanmasının toplumda yarattığı travmadan bahsediyorsunuz. Bu korku travmasının hâlâ devam ettiğini düşünürsek neden yüzyıllar geçmesine rağmen kadına yönelik ve kadınların bizzat yaşadığı bu korkular dinmek bilmedi?Bunun cevabı kolay değil. Kadın ve erkek toplumsal rolleri sürekli ve radikal biçimde değişiyor. “Eskisi gibi olsun, eskiden ne güzeldi” diye bir beklenti varsa, mevcut değişimi bir arıza olarak görmeye başlarsınız. Kadınlar neden eskisi gibi erkek egemenliğine razı olmuyor diyerek şaşırırsınız. Kadınların da erkekler gibi para kazanabildiği bir kapitalist ekonominin, onları daha özgür ve bağımsız hâle getirmesinden rahatsız olursunuz. O zaman kadın cinayetleri alanında dünya rekorları kırmaya başlarsınız. Ancak, yukarıda belirttiğim gibi, kapitalist bir ekonominin kendi yaşamınıza kattıklarından kazanç sağlarken benzer bir rahatsızlık duymazsınız. Üstelik İstanbul’da ve Türkiye’de bir de nostalji basıncı altında yaşıyoruz. Çok daha insancıl, çok daha güzel bir geçmiş vardı; ama onu yok eden “kötüler” yüzünden bu hâle düştük diye bir hayale inanıyorsanız, korkuları sürekli yeniden üretiyorsunuz anlamına gelir. Bilmediğiniz, yaşamadığınız, deneyimlemediğiniz bir cennet geçmiş sizi bugün yaşadıklarınızın yanlış olduğuna ikna eder. Bu durumda en kolay şey kadınları hedef almaktır. Her değişimden kadınlar suçlu olur çıkar: Kocalarına itaat etmiyorlardır, ahlakları bozulmuştur, geleneksel toplumsal rolleri artık oynamıyorlardır. Giderek İstanbul ve hatta Türkiye modernleşmesinin tüm yükü kadınların sırtına yerleştirilmiş hâle gelir. Daha 18. yüzyılda Şemdanizade adında bir gözlemci “Her mahallede ehl-i ırz denecek üç kadın kalmadı” diye yazıyordu. Bugün bunun altına imza atabilecek milyonlar varsa, kadın korkusu da vahim boyutta devam edip gidiyordur. Oysa aile yapısı, ahlak kavramı, kadının toplumsal rolleri, gündelik yaşam pratikleri vs. çoktan değişti ve değişmekte şeklinde düşünenler korkmazlar. Değişimin olağanlığına ilişkin bir bilinç varsa, böyle çocuksu kaygılar da ortamdan silinir.
Korkunun edebiyat kısmını da atlamıyorsunuz ve Erken Osmanlı romanları mekânı nasıl kurar, nelerden korkar? sorularını yöneltiyorsunuz. İstanbul’da korku kavramı ne boyuttaydı, şimdi ne boyutta bunu en iyi anlayabileceğimiz ve bu durumu en iyi anlatabilecek olan yapı edebiyattır diyebilir miyiz?Metropoliten korkuları en iyi edebiyattan okumak mümkündür, diyemem. Her mecradan başka başka korkular okuruz. Her toplumsal pratik farklı korkular yaratır, farklı korku okumalarına imkân verir. Gazeteden okunabilen korku, fiziksel çevreden okunandan, şiirde okunan, pandemi ortamında okunandan farklı biçimde korku kavrayışları üretir. Tarih metni de korku üretir ve korkuları ortaya koyar ama bu sıraladıklarımdan çok farklı “çalışır”. Tüm toplumsal pratiklerin en genelde korkuları üretme ve ifade etme potansiyeli vardır. Ancak her mecrayı ayrı yaklaşımlarla kullanmak ve irdelemek gerekir. Fakat erken Osmanlı romanının çok verimli bir korku repertuvarı oluşturduğunu söyleyebilirim. Çünkü çok ilginç bir çelişkiyi örnekler: Hem kadın-erkek toplumsal rolleri değişsin, o sayede aşk romanı yazılabilsin ister hem de o değişimin getirilerinden korkar. O yüzden dünyada ender rastlanır bir dizi kötü kadın imgesi yaratır. Aşık olunacak “doğru kadınlar” imal etmekle meşguldür ilk Osmanlı romancılar. Benzer biçimde hem romanı yazılabilir erkekler gerekir hem de onlar Bihruz Bey gibi Batı taklitçisi olmasın diye ahkam keserler. İyi de roman da bizatihi Avrupa kökenli bir edebi türdür. O hâlde neden roman yazmaya uğraşıyorlar? Bu soruyu hiç sormazlar.
İstanbul’da yaşıyor olmakla kentli olmanın esaslarını yerine getirebiliyor muyuz? Sanırım 18. yüzyılda veya günümüzün modern kentsel yaşamında kentli olmanın esaslarını yerine getiren kişi sayısı sadece İstanbul’da değil, diğer kentlerimizde de oran olarak çok düşük, ne dersiniz?Cumhuriyet kurulduğu zaman Türkiye, Doğu Avrupa’nın ve hatta Ortadoğu’nun en düşük kentleşme oranına sahip ülkesiydi. Bugün neredeyse köylülüğün tasfiye olduğu bir ülkeye dönüştü. Bu olması gereken bir değişimdi. Ancak o zaman da İstanbul gibi bir metropole sahiptik ki, bu en büyük şansımızdı. Dolayısıyla, köylüler kentleşti ve metropollüleşti. Fakat, kentli olmanın esasları diye bir mesele olduğunu söyleyemem. Kentlilik bir toplumsal durumdur. Özel bir çaba göstererek kentli olunmaz. Kentliliği kentte yaşaya yaşaya üretiriz. Kentliliğin tek parametresi kentte yaşamaktır. İsteseniz de istemeseniz de, sevseniz de sevmeseniz de kentlileşirsiniz. Bir zamanlar “kentlileşemeyen köylüler” gibi bir terim vardı. Böyle bir insanın var olduğu kanısında değilim. Bir grup insanı benim kentlilik tanımlarıma uymuyor diye aşağılayamayız. Kaldı ki, 20. yüzyıl başlarken Berlin veya Viyana nüfusunun da yarısından fazlası orada doğmamış bir kitleydi. Bu her yerde bir sorun olmaktan çok, bir imkândır.