Barış Müstecaplıoğlu:
"Boğaziçi’nde dört yılım cemaatle geçti"
Kürşad Oğuz, Akşam Pazar, 11 Aralık 2005
2002 Martı’nda Perg Efsaneleri adlı serisinin ilk kitabı Korkak ve Canavar’la tanıdık onu. 1977 Kocaeli doğumlu Barış Müstecaplıoğlu, “fantastik bir dünya kurarak” fantastik roman yazan ilk Türk romancısı oldu. Sonraki üç yılda, dörtlemesinin diğer üç kitabı geldi. Onun bu damardan akacağını beklerken, çok şaşırtıcı bir “gerçeği” romanlaştırdı Müstecaplıoğlu. Gerçek diyoruz, çünkü yeni kitabının konusu kendi deneyimleri. “Yüzde 95’i yaşadıklarım, gördüklerim” diyor, yeni romanı Şakird için.
       Roman, cemaati anlatırken, ana kahraman Murat ve diğerlerinin özgürleşme macerasını da işliyor. Akıcı, usturuplu bir roman. Sadece cemaati merak edenler değil, edebiyatı sevenler de kaçırmamalı. Ama onunla konuşmamız, doğal olarak “gerçekler” üzerine oldu.

Neden bu konuyu seçtiniz? Klasiktir ama bu kitap için bu soru önemli.

Hayatıma ciddi etkisi olmuş, anlatılması gereğine inandığım bir konu. Şimdiye kadar bu cemaat ve Hocaefendi hakkında kitaplar yazıldı ama hepsi Hocaefendi’nin hayatını, görüşlerini anlatır.

Hâlâ Hocaefendi mi diyorsunuz?

Benim için Hocaefendi ya da Fethullah Gülen farketmiyor da... Muhabbeti bozmayım ama romandaki gibi Hocaefendi adını kullanacağım. Çünkü romandan uzaklaşmak istemiyorum. Roman olarak okunsun istiyorum. Öykünün yüzde 50’si cemaat hakkındaysa yüzde 50’si bir insanın hayattaki anlam arayışı üzerine.

Özgürleşme hakkında...

Evet. Hayata bakışın ne kadar farklı olabileceği ve genel olarak İslamiyet hakkında. Bu cemaat beni İslamiyet üzerine düşünmeye başlattığı için bu öyküyü yazdım. Bu cemaati örnek alarak her türlü misyonerlik faaliyetinin insan hayatına nasıl girdiğini, neden insanların bu tür olaylara sıcak baktığını işlemeye çalıştım. Bu cemaatten tamamen farklı düşünen ama cemaatle aynı şeyleri yapan oluşumlar var. Sağ oluşumlar, Hıristiyan misyonerler, belli bir Atatürkçülüğün misyonerliğini yapanlar... Bu cemaat çok güçlü, etkileyici bir sistem kurduğu, ben de bunu yakından görme fırsatı bulduğum için bunları örnek verdim.

Nedir yakından gördüğünüz?

Üniversitede ciddi arayış içindeydim, her görüşü inceliyordum. Boğaziçi’nin ilk yılında her türlü bilgi kaynağına ulaşmaya çalışıyordum.

Hangi yıl girdiniz?

1994. Bu arada bu cemaat de bütün üniversitelerde yaygınlaşmıştı ve kazanmak için insan arıyorlardı. Ben arayıştayım onlar arayışta, kesişmememiz imkânsızdı. Görüşlerini incelemek için yakınlaştım. Yılın sonuna doğru şunu fark ettim; sadece dışardan bir gözle, kitaplarını okuyarak, sohbetlerine giderek tanıyamıyorsunuz. Çok kapalı bir yapı. Tanımak için biraz içlerine girmek gerekiyor. Casusluk yapayım diye değil, tanımak için onların içine girdim. İkinci yıl böyle geçti. Üçüncü yıl tanıma fırsatı bulmuştum, kafama yatmayan bir sürü şey olmuştu, biraz uzaklaştım, ama sonuçta yine arkadaşlık ilişkim var, sohbetlerine gidiyorum. Son yıl tamamen koptum, bu sefer de cemaatten kopmuş insanlarla görüştüm. Mezun olduktan sonra epey bilgi birikimim vardı cemaat hakkında. Kaç ülkede kaç okulları var, bu okullara kaç öğrenci gidiyor değil, cemaatin içinde ne hissediyorlar, neden bu cemaate meylediyorlar, nasıl yaşıyorlar, yayılmak için neler yapıyorlar, neden ayrılıyorlar, ayrıldıktan sonra hangi sorunları yaşıyorlar?.. Romancı olarak paylaşmak zorundaydım bunları. Tabii bu çok hassas, yüz binlerce insanı etkileyen bir konu, bunu işleyecek kişi ben miyim, endişesi vardı. Onun için erteledim. Perg Efsaneleri’ne başladım. Güvendiğim insanlardan iyi eleştiri alınca, bunu da romanlaştırabilirim dedim.

Yani malzeme toplama derdiniz yoktu.

Hayır. Kendi tecrübelerimi kullandım. Kitapta cemaatle ilgili olayların yüzde 90’ı ya bizzat gördüğüm ya yaşadığım olaylar. Araştırma yapmam gerekmiyordu. Sadece, yazmaya başladıktan sonra tekrar üniversiteye gittim, kaldığım cemaat yurdunu dolaştım, hafızamı tazeledim...

Hangi yurttu?

İsim vermem. Kitapta gerçek insanların hiçbirinin ismini vermedim. Ama kullandığım isimler cemaatte kullanılan isimler. Hizmet, şakird... Cemaatten bir şekilde yolu geçmiş ya da onlarla ilgilenmiş herkes bunları bilir.

Ama olumsuz bir yaklaşım var kitapta.

Cemaatten ayrılmışsam demek ki gördüğüm şeyler hoşuma gitmemiş. Kitap da tanıklık olduğuna göre, olumsuz bakış normal.

Neydi temel olarak sizi rahatsız eden?

Birkaç cümlede açıklamak zor. Sadece belli bir görüşe kendinizi adarsanız hayatınızdan çok şey kaçırıyorsunuz, görüşünüzdeki çelişkileri görmüyorsunuz. 10-20 yılınızı bu oluşuma verdiyseniz daha sonra o görüş içindeki uç, zararlı noktaları kabullenmek zordur. O zaman 20 yılınızı boşa harcamış gibi hissedersiniz. Bu noktaya gelmeden insanlara, bu olaya daha farklı bakılabileceğini göstermek lazım. Sadece kendi görüşlerine odaklanmalarından rahatsız olmuştum. Hıristiyan misyonerlerle Müslüman misyonerler arasında fark yok aslında. Nasıl bu cemaatler binlerce kaset, kitap çıkarıyor, yüzbinlerce insan halinde görüşlerini yaymaya çalışıyorlarsa, ben de yanlış bildiğim şeyi söylerim.

Ne etkiliyor o ortamda insanı?

Kitapta çok fazla karakter ve her karakterin farklı etkilenme sebepleri var. Gençlik şu anda tamamen ideallerinden uzaklaşmış, tek derdi cinsellik veya kısa yoldan köşe dönmek. Bundan rahatsız olan, az da olsa doğruluk arayışındaki insanlar bunların içine giremiyor ve bir yere sığınma ihtiyacı duyuyor. Bu cemaatler insanların sığınma ihtiyacını karşılıyor. İnsan böyle oluşumlara girerken zaten her şeyini beğenmesi gerekmez. Bir ihtiyacını karşılıyorsa diğerlerini görmezden gelebilir. Bazılarının bir ideal uğruna yaşama beklentisini karşılıyor, bazılarına herkesin yardımlaşması hoşuna gidiyor, bazıları ciddi olarak maddi destek buluyor...

Kitaptaki bazı kahramanların cemaatten uzaklaşmak istemelerinin nedeni çok dünyevi. Mesela uzaktan bir kız görüyor...

Bu hep olan bir şey. Zaten cemaatteki çocukların çoğunluğu kendi içinde bunun mücadelesini veriyor.

Boğaziçi’nde güzel kızlar, partiler var...

Cemaat çok fazla kendi içinde tuttuğu için insanları, sizi onlara yönlendirecek şeylerden uzaklaştırabilir. Partilere gitmezsiniz, güzel kızları görmezsiniz, görecek zamanınız, ortamınız yoktur. Hatta gitmenize engel olurlar. Mesela her cemaatin içinde arkadaşlıklar kurulur, herkes bir kişiye adanır. Onu kurtar; partiye gitmesine engel ol, sen de onunla git, kızlarla gitmesin.

Size adanan biriyle sinemaya gittiniz...

Evet, çok şaşırmıştım. Meğer çocuk beni kurtarmaya çalışmış o filme gelerek ve o sahneleri görünce 10 dakika gözünü kapadı. Gülerek anlatıyorum ama kendinizi onun yerine koyarsanız ilginç bir iç mücadelesi var. Başka birini kurtarmak için inancınıza aykırı bir şey yapıyorsunuz! Gerçekten gönlü kırılıyor insanın, size arkadaş gibi davranan birinin sadece sizi cemaate sokmak için uğraştığını fark ediyorsunuz. Çok sevdiğim bir arkadaşımın, ben cemaatin toplantılarına gitmeye başladıktan sonra benden koptuğunu gördüm. Derdi toplantılara gitmemmiş.

Kitapta bir bölüm var; evde bir imam, 14 çocuk...

Evet. Bu değişik şekillerde yapılır. Her yerin imamı var. Evin, yurdun imamı, bölge imamları, semt imamları, İstanbul, Marmara bölgesi imamı. Osmanlı İmparatorluğu gibi bir şeydir bu. Her sohbeti önemine göre farklı biri yapar. Evde yapılacak sohbeti ev imamı yapar. Daha büyük sohbetler olur, mesela yurt binasında, 100 kişilik, onu bölge imamı yapar. Bölge imamı çok daha fazla kitap okumuş, Hocaefendi’nin kasetlerini dinlemiş, çok daha fazla sorulara cevap verebilecek biridir. Ne kadar çok soruya cevap verme yeteneğiniz varsa, o kadar yükselirsiniz. Ne kadar satabiliyorsanız yani. Zaten kitapta Murat’ın pazarlamacı olması boşuna değil. Onlar da pazarlama tekniğini uyguluyor. Sadece bu teknik de değil. Açık açık bu abi-imamlardan biri söylemişti; komünist örgütlenme yöntemi kullanıyorlar. Yurt örgütlenmeleri filan onlardan alınmadır. Ben onlara da gitmiştim.

Peki neden komünistler olmadı da bu cemaat oldu tercihiniz?

Onların yanında üzülüyordunuz. Her şeyi yanlış buluyor ama düzeltmek için umutları yok. Cemaatin içindekiyse çok da boş bir umut değil. Yaptıkları şeyler, aldıkları sonuçlar ortada. Sürekli büyüyor. Bir şeyi değiştirebiliriz, inançlarımız doğrultusunda bir toplum yaratabiliriz ideali var. Gördüğüm kadarıyla cumhuriyeti değiştireyim gibi bir dertleri yoktu, ama toplumu değiştirmek gibi kesin bir inançları vardı. Yapabileceklerine inanıyorlardı, yapabilirler de.

Bir kahraman söylüyor, şeriat için ille yukardan bir şey olmasına gerek yok, toplum değişince de olur...

Beyinlerine yasa koyarsanız, o zaman olur. Filmde gördüğü kadından utanıyor çocuk. Kadına bakmasını kanun değil kendisi engelliyor. O zaman adı cumhuriyet olsun ne farkeder ki? Evde şeriatı yaşadıktan sonra...

Bu fikri yaymanın bazı araçları olmalı. Anladığım kadarıyla bunlardan biri de futbol.

Her şey araç. Cemaatin içinde bir dershane açılıyorsa bu bir araç. Doğu’daki şakird’lerle birlikte bir dershaneye gitmiştik, oradaki öğrencilerle tanışalım diye. Sınıfa girince bir şey hissetmiyorsunuz. Ama o hocayla bir odaya giriyorsunuz ve adam size sarılıp direkt “Gazanız mübarek olsun şakirdler” diyor. Adam öğrencilerle tanışmanızı cihad olarak görüyor. Niye? Çünkü oradaki çocuklar, bizimle ilgileniyorlar diye dershaneye bağlanacak. Dershanenin reklamını yapacaklar, başka insanlar gelecek ve şakird yapılacaklar. Bir futbol takımında bir şakird varsa, direkt futbol takımında kazanabileceği müspet, uç noktalarda solcu olmayan, farklı görüşlere açık olanları da etkilemeye çalışacaktır. Ben namaz kılmıyordum onlarla tanıştığımda ama farklı görüşlere açıktım. O yüzden onlar için müspettim. Özelikle doğudan gelmiş, cuma namazına gidenler daha müspet. Çok ciddi gazetecilerin, yazarların cemaate kaydığını gördüm.

Bir de okuma yarışmaları var...

100 çocuk bir yerde toplanıyor, bunlara kitaplar veriliyor. İki gün boyunca sadece okuyorlar. Kitapta hep aynı şey söyleniyor. Orada en çok sayfayı okuyan ödüllendiriliyor. Ödül para değil; Hocaefendi’nin kitabı, kasedi... Okunan şey sorgulanmıyor. Karşı taraftan gelen sorulara en güzel cevabı vermek için yapıyorlar bunu. Onun için tartışmaların çoğunu kazanıyorlar. Düşünün, hayatınızda iki kitap okumuşsunuz, üniversitede sizi bir adamın karşısına oturtuyorlar, adam yüzlerce kitap okumuş. Hocaefendi’nin kitaplarını incelerseniz, çoğu soru cevaptır. Bayağı da zeki insanlar bunlar, sorgulama hafızanız gelişmemişse çelişkileri göremezsiniz. Ben başlarda çok tartışmaya girmedim. Ne zaman tartışmaya başladım, direkt kapı önüne konuldum demeyeyim ama çıkmak zorunda kaldım. Sonra koptum.

Uç noktalarda kopan oluyor mu? Deliren...

Psikolojik sorunlar yaşayanlar oldu ayrıldıkları için. Bu beni çok rahatsız etti. Kendini bu işe adayanlar cemaatten ayrıldığında şunu hissediyor: Allah’a ihanet ettim, zayıfım... İnsanlara böyle öğretiliyor çünkü. Şefkat tokadı diye bir kavram var.

O ne?

Cemaatte hizmeti gevşetenlerin başına dünyada kötü şeyler geleceğini düşünüyorlar.

Siz şakird oldunuz mu?

Müslüman hissettim ama şakird değil.

Belki cemaat öyle hissetmiştir.

Tabii öyle göstermek zorundaydım. Doğru bulsaydım şakird de olurdum, hatta çok da baba şakird olurdum. Ama ikna edemediler.

Bu roman o dünyaya ilişkin merakları giderecek gibi...

Bugüne kadar o cemaat hakkında yazılan kitapların neredeyse hepsi tek bir insan hakkında. Yüzde 90’ı Hocaefendi’nin görüşleri, hayatı nasıldır, Kestane Pazarı’ndan çıkmıştır, şuraya gelmiştirle başlıyor, sonra sayılar veriliyor. Yurtdışında şu kadar okulu vardır, finans kurumunun sermayesi şu kadardır. Şu kadar öğrenci yetiştirilir... Ondan sonra eğer seviliyorsa bu cemaat övülür, yeriliyorsa küfredilir... Ama bu cemaatin yüz binlerce ferdi ne hissediyor? Girdikten sonra nasıl bir yıpranma sürecinden geçiyorlar? Bunlar hiç konuşulmadı, yazılmadı. Giderek büyüyorlar. Şu an konuşmazsak ilerde konuşmanın anlamı kalmayabilir.

Ne yapmak lazım?

Yaşayanların yazması lazım. Çünkü ben küçük kısmını görebildim. Sayıca aslında geniş bir kısım, çünkü bu öğrenci cemaati olduğu için öğrencilerin hayatını anlatmak epey bir şey anlatmak demek. Cemaatte kadınlar ne yapıyor bilmem. Beni o da çok rahatsız etti. En azından erkekler kadar kalabalık bir kadın nüfusu var ama yoklar. Dergilerinde bunların haberi çıkmaz, zaten kadın fotoğrafı o dergilerde pek sevilmez. Ama mecbur kalınırsa el de sıkılır. Tevil yani. Telefon geliyor mesela, babası karşı o çocuğun cemaatte olmasına. Çocuğum orda mı diye adam soruyor. Görevli çocuk masanın üzerine daire çiziyor, parmağını ortaya koyuyor ve hayır burada değil diyor. Ve bunun yalan olmadığını düşünüyor. İman hizmeti için bu yapılabilir bir şey ona göre.

Ailesinden mi uzaklaştırıyorlar?

Aslında fazla ailelerle tanışmak istemezler. Ama çocuk bu işe kendini adadıysa o zaman ona sahip çıkarlar. Ailenle aranı iyi tutmaya çalış derler. Burada herşey cemaatin iyiliği içindir, eğer aile büyük sorun yaratacaksa çocuk gönderilir. Aile tuttuğunu koparan bir aile değilse o zaman tutulur. O sohbetlerde hep şey vardır, Hocaefendi’den emirler gelir, abilere verilir, abiler onu çocuklara anlatır. Direkt, anne babanızı hoş tutun ama iman hizmetinin herşeyden önce geldiğini unutmayın, dendiğini gördüm. Çünkü bu cemaatin örnek aldığı aslında sahabe toplumu. Yani peygamberin ilk başta yaptığı o yayılmayı yapıyorlar. Mesela oradaki Hicret, Hocaefendi’nin Amerika’da olmasından, yurtdışında okul açmasından çok farklı bir şey değil. Hz. Muhammed Mekke’de güçlenemedi, Medine’ye gitti orada güçlendi, ondan sonra Mekke’ye çok güçlü bir şekilde döndü. Türkiye’de güçlenemiyorlar, ordu, laik kurumlar izin vermiyor. Dünyaya yayıl, güçlen, sonra çok rahat gelebilirsin Türkiye’ye. Sahabeler nasıl aileleriyle çatıştıysa, hep bunlar örnek verilir. Çocuk kendini sahabe gibi hisseder.

Kaç kişilik bir arkadaş grubunuz vardı?

Bölge toplantılarına 150 civarında çocuk geliyordu ki bunların hepsi Boğaziçi’nin iyi bölümlerinde okuyordu.

Nerede kaldınız siz?

İlk yıl okul yurdunda. Yarım yıl cemaatin bir evinde. Bir dönem cemaatin yurdunda. Sonra baktılar sorgulama yapıyorum tekrar beni okul yurduna çıkardılar. Kibar bir dille. Orada atamalar vardır mesela. Bazılarını cemaat kendi bilinçli yapar. Okul yurdunda, Boğaziçi yurdunda kalan bir çocuk bozulmaya başladıysa, kızlara filan baktığını farkettiler diyelim, onu cemaatin evlerine, yurtlarına alırlar, oraya başka birini atarlar. Biraz daha pişmiş birini...

Askeri okuldaki cemaat öğrencileri cemaatin içinde pek bulunmuyorlar, görmesinler diye.

Bana abi-imam denilen insanlar söyledi. Askeri okullarda ayrı evlerin olduğu, bu çocukların cemaatten ayrı yetiştiği, özellikle seçildikleri... Askeriyenin araştırmalarında ortaya çıkmasın diye.

Solcu aileden seçiliyor mesela...

Tabii. Namazlarını gözleriyle kılan çocuklar bunlar. Direkt namaz kılmıyor, gözleriyle kılıyorlar. Ayrı tutuluyor, cemaatteki diğer çocuklarla gezdirilmiyor. Onların yalancısıyım eğer bu yalansa. Çok daha emin olduğum bir şey var. Yurtdışındaki okullar heyecan verici gelmişti. Oralarda yetişen yabancı öğrenciler Türkler’i seviyor, Azeri, Kazak, Rus çocuklar birbirleriyle Türkçe konuşuyor. Hani hep bu okullarda İslam misyonerliği yapılmaz derler ya. Yapılmaz yoksa okul kapanır. Ama eğer “müspet” dedikleri, yani kazanabilecekleri bu çocuklar Türkiye’ye gelirlerse propagandaya başlıyorlar. O okulların açılma sebebi, 3-5 nesil sonra İslam misyonerliği yapabilmenin altyapısını kurmak. Cemaatin gözden kaçan tarafı bu. Hocaefendi’nin yazılarında da görürsünüz. Gelecek nesillerden bahseder sürekli. Orada yetişen çocuklar ilerde önemli mevkilere gelecek, açılan okullar çok daha rahat işlev görecek, denetimler seyrekleşecek... Bu, Hıristiyanlar’ın Türkiye’de yaptıklarından çok farklı değil. Robert Kolej’i açmalarının amacı da Türkiye’yi kalkındırmak değildi ilk başta.

Orduya sızmak bu kadar kolay mı?

Bunların şeriat devleti kurma gibi bir dertlerinin olmaması çoğu insan gibi orduyu da rahatlatıyor. Ama adamların devleti değil toplumu değiştirme projeleri var. Bu görülmüyor. Niye gençler başörtüsü takmak istiyor son zamanlarda? Belki bunu bir kural olarak getirmiyorlar ama genç kızlar başörtüsü takmayı çlerinden gelerek istemeye başlarlarsa sonuç ne olacak? Bunun uzun vadeli plan olduğunu görmek istemiyorlar. Görseler üç zenci çocuk İstiklâl Marşı söyledi diye sevinmezler.

İsim vermeseniz de kitapta bazı kişileri çağrıştıracak cümleler var. Mesela sporla yakından ilgilenen bir armatör; topa iyi kafa vuran bir futbolcu...

Bu muhabbeti duyduğum için oraya yazıyorum. Bunu bir de sevinerek, hoşlarına giderek anlatıyorlar. Ünlü birinin cemaate üye olması onlar için reklam, pazarlama taktiği. Bunu her yerde anlatıyorlar zaten, o bizdendir, öyle bir adam bizden oluyorsa sen neden olmuyorsun diye...

Duyulmasını istiyorlar...

Tabii, bunu kullanıyorlar. Zaten kendisi de açıkladı bu futbolcunun. “Evet, sempati duyuyorum Hocaefendi’ye” dedi.

Yazarken endişe duydunuz mu?

Tepki gelecek kesin, korkunun ecele faydası yok. şaka bir yana, roman yazıyorsanız korkuyu hayatınızdan çıkarmanız lazım. Böyle bir şey yapmam gerektiğini düşündüm. Yoksa hayat boyu aynada korkak birini görecektim.

Nasıl bir tepki gelir mesela?

Bu röportaj bile benim için sorun. İlerde başka şeyler soracaklar; kitabı düşmanlık için mi yazdın gibi. Tek tepkiyi cemaatten beklemiyorum. Sert yaklaşmadın, anlamaya çalıştın diyen olacaktır. Tepkinin ötesinde bir şeyden korkmuyorum. Cemaatte şiddete meyil görmedim.

Tepkilerin, o dünyanın insanlarını Hocaefendi’ye daha da bağladığını söylemiştiniz...

Tabii. Cemaate yapılan eleştirilerin büyük çoğunluğunda ya küfrediliyor ya dalga geçiliyor. Öyle aşağılayarak söylüyorlar ki... Beyni yıkanmış zavallılar diye. Bu daha uç noktalara itiyor onları.
Okuyabileceğiniz diğer Barış Müstecaplıoğlu söyleşileri
▪ "Fantastik romana yerli kan"
Sema Uludağ, Radikal, 26 Mart 2002
▪ "Bir kitaba bedel şarkı sözleri"
Barış Müstecaplıoğlu, Boğaziçi Dergisi, Kasım 2009
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X