 | ISBN13 978-975-342-986-3 | 13x19,5 cm, 152 s. |
Liste fiyatı: 192.00 TL İndirimli fiyatı: 153.60 TL İndirim oranı: %20 {"value":192.0,"currency":"TRY","items":[{"item_id":"1144","item_name":"Suç ve Kefaretin Ötesinde","discount":38.40,"price":192.00,"quantity":1}]} |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et Diğer kampanyalar için |  |
|
| | Suç ve Kefaretin Ötesinde Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri Özgün adı: Jenseits von Schuld und Sühne Bewältigungsversuche eines Überwältigten Çeviri: Cemal Ener Yayıma Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen Kapak Tasarımı: Emine Bora |
Kitabın Baskıları: | 1. Basım: Ocak 2015 | 3. Basım: Mart 2022 |
Viyana doğumlu Hans Meyer, babası Birinci Dünya Savaşı'nda ölünce, annesi tarafından Katolik olarak büyütülür. Yirmi üç yaşına geldiğinde, Nürnberg Yasaları'nın kabulüyle, savaş kahramanı babası Yahudi olduğu için artık Yahudi muamelesi göreceğini öğrenir. Bundan sonraki hayatı direniş, işkence, toplama kampları ve tesadüfi kurtuluşunun ardından olup biteni anlamlandırma çabasıyla geçecektir. Adını Fransızca tınılı Jean Améry'ye çevirse de, yazılarında ona evini hatırlatan Almancayı kullanacaktır ısrarla. Toplama kampına Yahudi kimliğini benimseyerek gelenlerin geçmişe, Komünist olarak gelenlerin geleceğe dayanan bir gücü, adi suç işleyip gelenlerin ise günü kurtarma yetenekleri vardır. Oysa agnostik, hümanist bir entelektüel, temel düşünsel hoşgörüsü ve yöntemsel kuşkuculuğunun özyıkım unsurlarına dönüştüğünü fark edecektir dehşetle. Kurtulduktan kısa süre sonra toplumun ona bakışının pek de iyi olmadığını fark eder: Toplum kendi bekasının, düzenini sürdürmenin peşindedir; bireylerin acılarıyla, olup biten dehşeti anlamlandırmakla ilgilenmez. Yaşananları gerçekten aktarabilecek olanlar hayatlarını kaybetmiş, sağ kalanlarsa safra konumuna düşmüştür — bu durumda toplama kamplarına tanıklık etmek mümkün müdür? Suç ve Kefaretin Ötesinde’de işte bu ruh haliyle bize deneyimlerini aktarmaya, tek tek insanları ezip yok etme pahasına işleyen dünya düzenine karşı uyarmaya çalışıyor Améry. "İşkenceye yenik düşen kişi, bir daha asla dünyaya ısınamaz," diyerek, baskıya maruz bırakılmış kişilerin hakkını toplumdan ısrarla sormaya devam ediyor. Bu hakkı tanımadan toplumsal barışın ne kadar güç olacağını hatırlatarak...  | İÇİNDEKİLER |
Birinci Baskıya Önsöz 1966 Tinin Sınırlarında İşkence İnsan Yurda Ne Kadar İhtiyaç Duyar? Hınç Yahudi Olmanın Zorunluluğu ve İmkânsızlığı Üzerine Yeni Baskıya Önsöz 1977
 | OKUMA PARÇASI |
Tinin Sınırlarında, s. 13-16 Auschwitz’deki tinin sınırlarında üzerine söz almayı planladığımı duyan iyi niyetli bir dostum, "Dikkatli olun," diye uyardı beni. Auschwitz’e mümkün olduğu kadar az, entelektüel konulara ise olabildiğince çok değinmemi ısrarla tavsiye etti. Ayrıca, eğer mümkünse, Auschwitz adını hemen başlıkta anmamamın yerinde olacağını da ekledi: Kamuoyu bu coğrafi, tarihsel ve politik kavrama karşı alerjikmiş. Sonuçta her türden yeterince Auschwitz kitabı ve Auschwitz belgesi varmış zaten ve yaşanan dehşeti aktarmak isteyen kişi, bu sözcüğü kullanmakla yeni hiçbir şey anlatmış olmuyormuş. Arkadaşımın haklı olduğundan emin değilim ve bu nedenle de tavsiyesine uyabileceğimi sanmıyorum. Auschwitz üzerine, sözgelimi elektronik müzik ya da Bonn’daki parlamento hakkında yazıldığı kadar çok şey yazılmış olduğu hissini taşımıyorum. Ayrıca, eğer politik düşünce tarihi öğretilmek isteniyorsa, liselerin üst sınıflarında bazı Auschwitz kitaplarının zorunlu ders kitabı olarak okutulması gerektiğini de hâlâ düşünüyorum. Şurası doğru: Ben burada doğrudan doğruya Auschwitz’i anlatmak, belgesel bir rapor sunmak istemiyorum; niyetim Auschwitz ile Tin arasında gerçekleşen yüzleşme üzerine konuşmak. Ama bunu yaparken, dehşet diye adlandırılan şeyi; Brecht’in bir zamanlar dediği gibi, kalpleri güçlendiren, ama sinirleri zayıflatan o olayları da tümüyle bir kenara bırakmayacağım. Konumun başlığı: Tinin Sınırlarında; o sınırların hoşa gitmeyen bir dehşet h... Devamını görmek için bkz. |  |
 | ELEŞTİRİLER GÖRÜŞLER |
Esra Yalazan, "Suç, bağışlama ve yüzleşme", T24, 15 Şubat 2015 İnsan neyi ya da hangi suçları affedemez? Olmuş olanı ‘olmamış’ gibi yaşamak, algılamak, hatırlamak mümkün müdür? Bağışlamak suçu, hatayı, yıkımı ortadan kaldırmıyorsa eğer o kırılma insanı nasıl değiştirir? Hıncın, öfkenin, intikamın, kinin üstesinden gelemediğimiz için unutmuş gibi yapıyorsak eğer bu bizi daha kibirli yapmaz mı? Güvenimizi sarsan birini kendimizi tedavi etmek için bağışlamaya çalışırken muhatabımıza, hatta kendimize acıma duygusunun tuzağına da düşüyor olabilir miyiz? Bağışlayan sadece güçlü bir sevgiyse gerçek suçlara ve suçlulara ne olur? Birini sevmeden nasıl bağışlarız, bu mümkün müdür? İnsanın kendini affetmesi bazen neden daha zordur? Başkalarının hatalarını kabullenmeyi denerken bize hükmeden duygularımız mı, aklımız mıdır? Suç, hata, kötülük iradi midir? Basit görünen çok zor sorular bunlar… Malraux, “Yargılamak anlamamaktır, çünkü eğer anlarsak yargılayamayız” diyor. Bu tespit bağışlamakla anlamayı (hissiyatımızı, kim olduğumuzu, hakikati) karşı karşıya getirirken başka bir soruyu da doğuruyor. Anlamak bağışlamaya yeter mi? Yargılamadan en korkunç suçları kabullenebilmek neredeyse imkansız görünür bize. Ya da ancak dinin bağışlayıcı bakışıyla hıncımızı, kinimizi, öfkemizi yatıştırabiliriz. Bu coğrafyada yaşayan hemen herkes bu türden soruların müphem cevapları etrafında dolaşıp durur. Kişisel suçluluk duygularımızın yarattığı travmalar ... Devamını görmek için bkz. |  |
Bülent Usta, "Sen nasılsın?", Birgün, 29 Temmuz 2015 Pencereden, balkondan, vapurun güvertesinden, köprüden, damdan, her yerden düşüyoruz, sonra ayağa kalkmaya çalışıyor, yine düşüyoruz. Bu ülke düşmeye çok alışmış, dizleri parçalanmadan yürüyemiyor, her yerinden kanıyor, kanıyoruz. Seçimler sanki hiç yapılmadı, barış süreci sanki hiç olmadı, açılımlarla yatıp kalkarken her yerden her şekilde kapatılıyormuşuz meğerse, şehirlere, sokaklara, evlere, içimize… Açık konuşmalı, daha açık, çünkü anlamıyoruz. “Nereye doğru gidiyoruz?” diye soruyor sokakta gördüğüm herkes, “Ne planlıyorlar?” diye devamı geliyor sonra, çünkü planlı geliyor herkese bu olup bitenler. Tıkır tıkır işlemiyor ama plan; ellerindeki medya güvenilirliğini yitirmiş, senaryo eski, kurgu zayıf, oyuncular acemi. Ama inanan yine inanıyor, söylenen her şeye, bir kere inanmaya görsün insan. Nasıl olup da gözlerinin önünde olup biteni hâlâ inkâr edebildiklerini düşünüyorum. Hava çok sıcak, bunaltıcı şeyler düşünmeye izin vermeyecek kadar bunaltıcı. Klima ya da rüzgâr aramıyorum hiç, kendimi tamamen sıcak havaya teslim etmek istiyorum. Bazen acıyla baş etmenin en iyi yolu, acıya teslim olmaktır. Suruç Katliamı, o kadar canımı yaktı ki, o acıya direndikçe, nasıl böyle bir şey olur dedikçe, daha beter bir acı yerleşiyordu içime. Acının içinde düşünüp yazarken, toplama kampından sağ kurtulup, söyleyeceğini söyledikten sonra intihar eden yazarlardan Jean Améry’nin Suç ve Kefaretin Ö... Devamını görmek için bkz. |  |
Müge Gürsoy Sökmen, Editörden: "Suç ve Kefaretin Ötesinde", 23 Ocak 2015 Toplumun bir kesimine karşı, geri kalan kesiminin -en azından bilmezlikten gelme ya da sessiz kalma yoluyla- işbirliği yaptığı suçlar işlendiğinde, bunun kefareti nasıl ödenir? Zulüm koşulları sona erdiğinde, toplumsal bir barışa, uzlaşmaya nasıl gidilir? İnsanların etnik/cinsel/dinsel kimliklerinden ötürü zulme uğradıkları bir çağda, bu kimliklerden özgürleşmenin imkânı var mıdır? Bu kitabı Türkçede yayımlama konusunda olumlu görüş bildirirken benim aklımı kurcalayan sorular bunlardı. Suç ve Kefaretin Ötesinde bu sorulara hayli uç noktalardan yaklaşıyor. Yazar önce Direnişçi sonra da Yahudi olarak kapatıldığı Nazi Toplama Kampları deneyiminden söz ediyor. Milyonlarca Yahudinin (Çingenenin, komünistin, eşcinselin...) paylaşmış olduğu bir deneyim bu. Fakat Jean Améry takma adını kullanan yazarımızın kimliği pek basit bir konu değil. Hans Meyer adıyla 1912’de Avusturya’da doğduktan kısa süre sonra babasını I. Dünya Savaşı’nda kaybetmiş, Katolik annesi tarafından bir savaş kahramanının oğlu ve Katolik olarak yetiştirilmiştir. Nuremberg Yasaları kabul edilip ona ölmüş babasının soyundan ötürü Yahudi olduğu bildirildiğinde 23 yaşına varmıştır, yaşam şartları giderek kısıtlanıp derken hayatı tehlikeye girdiğinde, vatanı bildiği şeyden kaçmaktan başka çaresi kalmaz. “Yurdu” onu kaçtığı Belçika’da yakalar, işgalci askerlerin konuştuğu Almancayı duyduğunda korkusuna iç... Devamını görmek için bkz. |  |
|