Tinin Sınırlarında, s. 13-16
Auschwitz’deki tinin sınırlarında üzerine söz almayı planladığımı duyan iyi niyetli bir dostum, "Dikkatli olun," diye uyardı beni. Auschwitz’e mümkün olduğu kadar az, entelektüel konulara ise olabildiğince çok değinmemi ısrarla tavsiye etti. Ayrıca, eğer mümkünse, Auschwitz adını hemen başlıkta anmamamın yerinde olacağını da ekledi: Kamuoyu bu coğrafi, tarihsel ve politik kavrama karşı alerjikmiş. Sonuçta her türden yeterince Auschwitz kitabı ve Auschwitz belgesi varmış zaten ve yaşanan dehşeti aktarmak isteyen kişi, bu sözcüğü kullanmakla yeni hiçbir şey anlatmış olmuyormuş. Arkadaşımın haklı olduğundan emin değilim ve bu nedenle de tavsiyesine uyabileceğimi sanmıyorum. Auschwitz üzerine, sözgelimi elektronik müzik ya da Bonn’daki parlamento hakkında yazıldığı kadar çok şey yazılmış olduğu hissini taşımıyorum. Ayrıca, eğer politik düşünce tarihi öğretilmek isteniyorsa, liselerin üst sınıflarında bazı Auschwitz kitaplarının zorunlu ders kitabı olarak okutulması gerektiğini de hâlâ düşünüyorum. Şurası doğru: Ben burada doğrudan doğruya Auschwitz’i anlatmak, belgesel bir rapor sunmak istemiyorum; niyetim Auschwitz ile Tin arasında gerçekleşen yüzleşme üzerine konuşmak. Ama bunu yaparken, dehşet diye adlandırılan şeyi; Brecht’in bir zamanlar dediği gibi, kalpleri güçlendiren, ama sinirleri zayıflatan o olayları da tümüyle bir kenara bırakmayacağım. Konumun başlığı: Tinin Sınırlarında; o sınırların hoşa gitmeyen bir dehşet hattı üzerinden geçmesi benim suçum değil.
Eğer Auschwitz’deki entelektüeller, ya da eski tabirle söyleyecek olursak, "kültürlü insanlar" hakkında konuşacaksam, şüphesiz öncelikle konumun nesnesini, yani o entelektüeli tanımlamam gerekir. Benim kabul ettiğim anlamda bir entelektüel ya da kültürlü insan kimdir? Daha nitelikli meslekler diye anılan mesleklerden birinin temsilcisi değildir şüphesiz; yüksek seviyeli formel eğitim gerekli bir şart olabilir belki, ama kesinlikle kendi başına yeterli bir şart değildir. Zeki ve belki de kendi uzmanlık alanlarında mükemmel olsalar bile, entelektüel diye nitelenemeyecek avukatları, mühendisleri, doktorları, hatta muhtemelen filologları hepimiz biliriz. Bir entelektüel, benim burada getirmek istediğim tanıma göre, en geniş anlamda tinsel bir gönderimler sistemi içinde yaşayan insandır. Onun çağrışımsal alanı, esas itibariyle beşeri ya da tinsel bilimlerin kapsamı içinde yer alır. Donanımlı bir estetik bilince sahiptir. Eğilimleri ve yeteneği, onu soyut düşünsel çıkarımlara yönlendirir. Her fırsatta, kökleri düşünce tarihinde yatan tasavvurlar canlanır zihninde. Sözgelimi ona hangi ünlü ismin "Lilien" heceleriyle başladığı sorulacak olsa, aklına planör tasarımcısı Otto Lilienthal değil, şair Detlev von Liliencron gelir. Kendisine "toplum" gibi bir anahtar sözcük verilecek olsa, bunu monden bir anlayışla değil, sosyolojik bir yaklaşımla kavrar. Kısa devre oluşmasına sebebiyet veren bir fiziksel işlem onu ilgilendirmez, ama halk şiirinin soylu şairi Neidhart von Reuental hakkında bilgi sahibidir.
Böyle bir entelektüeli, yani büyük şiirlerden ezbere kıtalar okuyabilen; Rönesans ve Sürrealizm dönemlerinin ünlü tablolarını tanıyan; felsefe ve müzik tarihi hakkında bilgi sahibi olan bir adamı alıp, zihninin gerçekliğini ve etkinliğini pekiştirmek ya da büsbütün hükümsüz kılmak arasında bir seçim yapmak zorunda olduğu bir yere, bir sınır durumuna yerleştireceğiz: yani Auschwitz’e.
Böylelikle kendimi de takdim etmiş oluyorum tabii. Belçika direniş hareketinin bir üyesi ve bir Yahudi olarak, Buchenwald, Bergen-Belsen ve bazı başka toplama kamplarının dışında, bir yıl da Auschwitz’de, daha kesin söylemek gerekirse: bir yan kamp olan Auschwitz-Monowitz’de bu iki özelliğimle birden bulundum. Dolayısıyla "Ben" sözcüğü, burada arzu ettiğimden muhtemelen çok daha sık kullanılacak; özellikle de kendi kişisel deneyimimi sorgusuz sualsiz başkalarına da yakıştıramayacağım yerlerde.
Ele aldığımız bağlamda öncelikle entelektüelin dışsal konumunu hesaba katmamız gerekiyor, ki bu onun, daha yüksek diye nitelenen mesleklerin temsilcileri olmak dışında fazla bir entelektüel özellik taşımayanlar da dahil, herkesle paylaştığı bir durumdur ayrıca. Bu nahoş bir konumdu ve en dramatik biçimiyle ölüm kalım meselesini belirleyen iş dağılımı söz konusu olduğunda yaşanıyordu. Auschwitz-Monowitz’deki zanaatkârlar, burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz herhangi bir neden yüzünden derhal gaz odasına gönderilmedikleri takdirde, mesleklerine uygun işlere veriliyorlardı. Sözgelimi bir tornacı imtiyazlı bir adamdı, zira o sırada kurulmakta olan IG-Farben fabrikasında işe yarayabiliyordu ve bu sayede hava koşullarından etkilenmeyen, üzeri kapalı bir atölyede çalışma imkânına sahipti. Aynı durum elektrikçiler, su tesisatçıları, marangozlar ya da dülgerler için de geçerliydi. Talihi yaver gittiği takdirde, bir terzi ya da kunduracı SS için çalışacağı bir odaya verilebilirdi. Duvar ustasının, ahçının, telsiz teknisyeninin, motor tamircisinin küçük de olsa katlanılabilir bir çalışma ortamına sahip olma ve dolayısıyla hayatta kalma ihtimali vardı.
Daha üst mertebeden bir mesleğe sahip olan kişinin konumuysa farklıydı. Onu bekleyen, kamptaki lümpen proletaryanın –tıpkı kendisi gibi– bir parçası olan tüccarın kaderiydi; yani herkesin hendek kazdığı, kablo döşediği, çimento torbaları ya da demir kirişler taşıdığı işçi bölüklerine dahil ediliyordu. İşini açık havada yerine getirmek zorunda olan niteliksiz bir işçiye dönüşüyordu kampta ve böylelikle çoğu zaman hakkındaki hüküm baştan verilmiş oluyordu. Şüphesiz bu noktada da farklar vardı. Burada örnek olarak seçtiğimiz kampta, sözgelimi kimyagerler kendi mesleklerinde görevlendiriliyorlardı; tıpkı Bunlar da mı insan? başlıklı Auschwitz kitabını yazan, baraka arkadaşım Torinolu Primo Levi gibi. Doktorların hasta barınağı diye bilinen yapılara sığınma imkânı vardı; tabii bu hepsi için geçerli olmasa da. Bugün dünyaca ünlü bir psikolog olan Viyanalı hekim Dr. Viktor Frankl sözgelimi, Auschwitz-Monowitz’de yıllarca hendek kazmıştı. Genel olarak daha üst mertebeden meslek temsilcilerinin çok kötü koşullarda çalıştırıldıkları söylenebilir. Bu nedenle de pek çoğu mesleklerini gizlemeye çabalıyordu. Azıcık da olsa el becerisine sahip olan ve ilkel aletlerle çalışmayı becerebilen herkes, gözünü karartıp kendini bir zanaatkâra dönüştürüyordu. Şüphesiz bu belirli koşullarda, yani yalan söylediğinin ortaya çıkması halinde, hayatını tehlikeye atacak bir adımdı. Çoğunluk, her fırsatta sahip olduğu vasıfları alçaltarak şansını deniyordu. Lisede ya da üniversitede öğretim görevlisi olan kişi, mesleği sorulduğunda, SS komandosunun veya Kapo’nun azgın öfkesini kışkırtmamak için, çekinerek "öğretmen" olduğunu söylüyordu. Avukat sıradan bir muhasebeciye dönüşüyor, gazeteci kendini muhtemelen bir matbaa dizgicisi olarak tanıtıyordu, zira bu durumda zanaatkârlık becerisinin kanıtını sunmak gibi bir tehlikeyle karşılaşma ihtimali zayıftı. Ve böylece üniversite hocaları, avukatlar, kütüphaneciler, sanat tarihçileri, iktisatçılar, matematikçiler, ray, boru ve inşaat kalasları taşıyan emekçiler haline geliyorlardı. Bu görevlere getirdikleri katkı çoğunlukla yetersiz bir beceri ve pek zayıf bir beden gücüyle sınırlı kalıyordu – ve gaz odaları ve krematoryumların bulunduğu bitişikteki ana kampa gönderilmelerine kadar geçen süre, ancak nadir bazı vakalarda uzun bir zamana yayılıyordu.