| ISBN13 978-975-342-986-3 | 13x19,5 cm, 152 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Müge Gürsoy Sökmen, Editörden: "Suç ve Kefaretin Ötesinde", 23 Ocak 2015 Toplumun bir kesimine karşı, geri kalan kesiminin -en azından bilmezlikten gelme ya da sessiz kalma yoluyla- işbirliği yaptığı suçlar işlendiğinde, bunun kefareti nasıl ödenir? Zulüm koşulları sona erdiğinde, toplumsal bir barışa, uzlaşmaya nasıl gidilir? İnsanların etnik/cinsel/dinsel kimliklerinden ötürü zulme uğradıkları bir çağda, bu kimliklerden özgürleşmenin imkânı var mıdır? Bu kitabı Türkçede yayımlama konusunda olumlu görüş bildirirken benim aklımı kurcalayan sorular bunlardı. Suç ve Kefaretin Ötesinde bu sorulara hayli uç noktalardan yaklaşıyor. Yazar önce Direnişçi sonra da Yahudi olarak kapatıldığı Nazi Toplama Kampları deneyiminden söz ediyor. Milyonlarca Yahudinin (Çingenenin, komünistin, eşcinselin...) paylaşmış olduğu bir deneyim bu. Fakat Jean Améry takma adını kullanan yazarımızın kimliği pek basit bir konu değil. Hans Meyer adıyla 1912’de Avusturya’da doğduktan kısa süre sonra babasını I. Dünya Savaşı’nda kaybetmiş, Katolik annesi tarafından bir savaş kahramanının oğlu ve Katolik olarak yetiştirilmiştir. Nuremberg Yasaları kabul edilip ona ölmüş babasının soyundan ötürü Yahudi olduğu bildirildiğinde 23 yaşına varmıştır, yaşam şartları giderek kısıtlanıp derken hayatı tehlikeye girdiğinde, vatanı bildiği şeyden kaçmaktan başka çaresi kalmaz. “Yurdu” onu kaçtığı Belçika’da yakalar, işgalci askerlerin konuştuğu Almancayı duyduğunda korkusuna içini sızlatan bir vatan hasreti, anadilini duymanın mutluluğu eşlik eder. Alman askerlerine savaşı bırakma propagandası yapmaya çalışırken yakalanır, işkenceler ve üç toplama kampı deneyiminden sonra Yahudi olmayı öğrenmek durumunda kalmıştır. Kamptan sağ kurtulur, Belçika’ya yerleşir ve Fransızca kokan bir ad alır, ama yazılarını Almanca yazmakta ısrar eder. Toplama kampına Yahudi kimliğini benimseyerek gelenlerin geçmişe, Komünist olarak gelenlerin geleceğe dayanan bir gücü olduğunu, adi suç işleyip gelenlerin ise günü kurtarma yetenekleri bulunduğunu görmüştür. Dini ya da politik açıdan bağlanmış olanlar, “kampta tahayyül edilemez olanın sıradan bir olaya dönüşmesi karşısında şaşkınlığa uğramıyor ya da pek az şaşırıyorlardı. Tanrı'dan yüz çevirmiş olan insan, Auschwitz vahşetini yaşatmak ve yaşamak zorundadır, diyordu inançlı Hıristiyanlar ve Yahudiler. Son evresine, yani faşizm aşamasına girmiş kapitalizm kaçınılmaz olarak bir insan kasabına dönüşmek zorundadır, diyordu Marksistler. Dışardayken de geniş bir bağlam içine yerleştirdikleri gerçekliğe burada da aynı ölçüde etkileyici ve ürkütücü bir mesafeden bakıyorlardı.” Oysa agnostik, hümanist bir entelektüel olan kendisi, temel düşünsel hoşgörüsü ve yöntemsel kuşkuculuğunun özyıkım unsurlarına dönüştüğünü fark ediyordu dehşetle. Entelektüel insan akla hayale sığmayan durumları verili birer olgu olarak kabullenemiyordu. Her şeyin açıklanabilir olduğu inancı kampta yapılanları neredeyse meşrulaştıracak bir akıl yürütme sürecine zorluyordu onu. Entelektüelin iktidarla ikircikli ilişkisini fark eder irkilerek: iktidarı eleştirel çözümlemeye tabi tutmak kadar ona teslim olmaya da alışkındır bu düşünce yapısı. Kamptan kurtulduktan sonra toplumun ona bakışının pek de iyi olmadığını görür: Toplum kendi bekasının, düzenini sürdürmenin peşindedir; bireylerin acılarıyla, olup biten dehşeti anlamlandırmakla ilgilenmez. Yaşananları gerçekten aktarabilecek olanlar hayatlarını kaybetmiş, sağ kalanlarsa safra konumuna düşmüştür. Almanya’ya yirmi yıl ayak basmaz, sonunda yaşadıklarını paylaşma çağrılarına dayanamayarak, Suç ve Kefaretin Ötesinde’de de yer alan konuşmayı yapmak üzere döner. Ömrünün kalan kısmını yazı ve konuşmalarında, olanca dürüstlüğü ve imkânsızlığıyla deneyimlerini paylaşmaya, tek tek insanları ezip yok etme pahasına işleyen dünya düzenine karşı uyarılarda bulunmaya çalışarak geçirir Améry. Günlük politikanın hoyratlığı korkularını depreştirir, zaten kendisinin de söylediği gibi bir kez işkenceye uğramış olanın dünyaya bir daha güven duyması çok zordur. Kavramların deneyimleri yuvarladığı, çiğnediği, acıların “modasının geçtiği”, toplumun adalet değil dümenini döndürme peşinde olduğu bu ortamda, sonunda kendi eliyle yaşamına son verir. Bize de, bugün Türkiye’de sormamız elzem olan sorularını ve baskıya maruz bırakılmış tek tek kişilerin hakkını toplumdan ısrarla talep etmeden toplumsal barışın ne kadar güç olacağı bilgisini bırakır. Yazdıklarını, dikkatle okunup tartılacakları umuduyla yayımlıyoruz. |