| ISBN13 978-605-316-033-5 | 13x19,5 cm, 120 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Neden Zumthor?, s. 11-14 Frederic Jameson’un ünlü makalesi (1988) birçok alanda olduğu gibi mimarlıkta da Postmodern’in alımlanışında bir dönüm noktasına işaeret eder. [1] O zamana kadar bir “ana akım” olarak değil, Modernizme karşı koyuş olarak alımlanmış olan Postmodernizmi Ernst Mandel’in ünlü kitabına referansla “Geç Kapitalizm”in kültürel ve gündelik hayatının tezahürü olarak adlandırır. Jameson’un yorumu bir statü değişikliğinden ibaret de değildi. Jameson’un kastettiği, Postmodern’in neliğiyle ilgili mecrayı da değiştiriyordu. O zamana kadar Modern’in eleştirisi olarak görülmüş olan Postmodern, Modern’in görmezden geldiği iki mecra üzerine kurmuştu hem eleştirisini hem de kendi hareket alanını. Avrupa kaynaklı “geçmiş” ve “hafıza” bir yanda, Amerika kaynaklı “popüler kültür” ve gündelik hayat pragmatizm”i öte yanda. Oysa Jameson, hareketin ve imgenin sorunsallaştırılmasında, alışveriş merkezlerinde, galerilerde, şeffaf asansörlerde, yürüyen merdivenlerde, plazalarda, aynalı gökdelenlerde arıyordu postmodernin izlerini. Dolayısıyla tüketim mekânlarında ve esasen de tüketimin kendisinde. Jameson makaleyi biraz daha sonra yazmış olsaydı muhtemelen ancak hesaplamayla (computational) başa çıkılıp şekil verilebilen eğilip bükülebilir yüzeylerde, “yalın üretim”de ve tasarım ile imalatın arasındaki duvarların erimesinde arayacaktı yeni dönemin ruhunu. Böylece “ana akım”ın mecra değiştirmesiyle birlikte eleştirisi de değişti. “Geçmiş, hafıza”, “popüler kültür” ve “gündelik hayat pragmatizmi” kendilerini görmezden gelen aklın ve rasyonalitenin zaaflarını görünür kılan araçlar olarak değil, hareketi ve imge üretimini kışkırtan, maddeyi buharlaştıran kaynaklar olarak görülmeye başladılar. “Hareket”i sorunsallaştıran mekân efektleri esasen hızlanan sermaye dolaşımının ve sermaye birikiminin analojisiydi. Nitekim daha sonra daha kapsamlı bir içerik ve hacimde David Harvey tarafından yazılan Postmodernliğin Durumu, postmoderni artık kültürel alanla sınırlamayarak siyasal iktisadın alanına taşıyacak, üretim ve emeğin değerlenme süreçlerindeki, dolayısıyla da kapitalizmin yapısındaki dönüşümle de ilişkilendirecek ve zaman-mekân algısında hayli köklü bir dönüşüme işaret eden “zaman-mekân sıkışması”nı yeni dünyanın amblematik kavramı olarak sunacaktı. Söz ve imge üretimi de, yeni dünyanın paradigmatik sektörleri ve sermaye birikiminin ana mecraları olarak iletişim ile “enformasyon”u işaret ediyordu – yolun sonunda kimlikler ile markaların beklediği. Her şeyin ayrı ayrı adlandırılma imkânı anlamına gelen “fark” üzerine kurulu bir dünyadan, nominalizmden başka bir şey değildir bu da esasen. Denklem, barındırdığı tüm unsurlarla birlikte değişmişti. “Ana akım”ın mecraı değişip önceki dönemin eleştiri öğeleri yeni statükonun kurucu unsurları ve ana eksenleri haline gelince yeni eleştiri unsurlarına da yer açılmış oldu [2]. Boşluk büyük oranda duyular dünyasına açılma kapasiteleriyle, varlık felsefesi ve fenomenoloji tarafından dolduruldu. Aklın ve köşeli mantığın olduğu kadar imgenin ve enformasyonun egemenliğine karşı da duyuların ve duyguların, soyutlayıp sınıflandırmanın karşısında da deneyimin statüsü yükseldi. Fenomenoloji [3] ve varlık felsefesiyle birlikte, endüstri toplumunun ezeli ikilemi olan tekil nesne çoğaltılmış nesne [4] karşıtlığını daha 1920’lerden itibaren sorunsallaştırmış olan Frankfurt Okulu da yeniden keşfedildi. Sanat eserinin sosyal statüsü yeniden konu edilmeye ve sorunsallaştırılmaya başladı. Grubun öncülerinden Adorno daha da ileri giderek, estetik düzlemde ve onun en rafine ifadesi olan sanatta yapısal olarak gündelik ilişkilerin yeniden üretimine karşı alternatif bir potansiyel de görüyordu (1973). Peter Zumthor da, 1980’lerle 2000’ler arasındaki son dönemin bu eleştirel kaynaklarından beslenen eğilimler içinde en dikkat çekici ve pırıltılı odaklardan biri haline gelen Alman dilli İsviçre ekolünün en keskin, ilgi çekici ve tanınmış üyesidir. Onun insanların doğrudan duyularına değmek ve dokunmak üzere tasarlanmış işlerinin bütün dünya tarafından merakla izlenmesi, hareket, söz ve imge dolaşımı üzerine kurulu bir dünyada duyuların uyarılmasına yönelik bir ihtiyacın da paylaşıldığı anlamına geliyordu. Diğer yandan, Zumthor’un duyulara ve yaşantı deneyimine olan angajmanı onun mimarlık pratiğinde düşüncenin ikinci planda olduğu gibi bir yanlış anlamaya yol açmamalıdır. Tam tersine, bütün has entelektüeller gibi düşünmeyi ve akıl yürütmeyi maddi hayatın temsili olarak değil, başlıbaşına bir tarz, üslup ve yöntem işi olarak, deneyim ve beceri birikimi gerektiren bir zanaat, dolayısıyla bir pratik olarak görür Zumthor. Nitekim çeşitli üniversitelerde verdiği konferans metinlerinden derlediği ve Birkhaeuser yayınlarından yayımlanan kitabının adını Architektur Denken (Mimarlığı Düşünmek) koymuştur. Notlar [1] Makale kuşkusuz Postmodern’in kendisini değil, alımlanışını değiştirmiştir ve 60’lardan beri varolup, yenilik olarak altı çizilmemiş unsurların artan ve artacak önemine işaret etmiştir. Kısacası kimi eğilimlerin artan öneminin saptanmasıdır. Metne dön. [2] Fenomenolojinin mimariye ilişkin yetkin bir yorumu için bkz. Pallasma 2005. Metne dön. [3] Fenomenolojiye iyi bir başlangıç kitabı olarak bkz. Merleau-Ponty 2005 ve 1996. Fenomenoloji ile estetik’e yatırım yapan tutumlar arasındakiilişkiyi ağırlıkla 3. Bölüm’de tartışıyorum. Metne dön. [4] Werkbund’un 1914 Köln Kongresi, tekil nesne-çoğaltılmış nesne karşıtlığı ön plana çıkarmış ve sanatçı ile tasarımcı çevreleri arasında keskin bir kamplaşmaya yol açmıştı. Henry van de Velde tekilliğin, dolayısıyla sanatın, Hermann Muthesius ise çoğaltmanın, dolayısıyla sanayinin sözcülüğünüyapmışlardı. Walter Benjamin’infotoğraf ve film üzerinden çağdaş sanatların biriciklik ve çoğaltılma tansiyonunu eksene aldığı erken tarihli bir metin için bkz. Benjamin 1992. Metne dön.
|