Tolga Meriç, "Bir edebiyat besleyicisinden, Fatih Özgüven’den hikâyeler", Egosit Okur, 10 Ocak 2016
Fatih Özgüven, bir edebiyatçıdan çok, edebiyatçıları ve edebiyatı besleyen şaşırtıcı, aykırı ilham vericilere benziyor; yazanlardan değil de, yazdıranlardan sanki.
Hayatın içinde bir star gibi dolaşmayı becerebilen bu tipler, edebiyatın ne olduğunu, nerede saklı bulunduğunu yazarak değil de, yaşayarak gösterirler. Avcı yazarlar, bu çekici insanları görür görmez anlar ve ondan beslenmeye başlar. Yazabilen biriyseniz, bayağı bayağı romanlar, öyküler yazdırırlar size. Tuhaf bir şekilde, hayatın gerçeğine hiç benzemeyen ve görünmeyen, gündelik yaşamda var olamayan o edebi gerçekliği, görünür, yaşar hale getirirler çünkü. Hani şu, yanlış kullanıla kullanıla biraz ayağa düşmüş olan “kendini edebiyat eserine çevirmiş olma” durumunu gerçekten de hakkıyla taşırlar.
Kendini edebiyat eserine çevirmiş olma halini hakkıyla taşıyanlardan Fatih Özgüven’in hikayeleri
Kimileri elli kitap çevirir, sadece çevirmen olarak kalır. Kimileri de, kitap çevirdikçe, başka hiçbir şey yazmasa bile, tuhaf bir şekilde okur tarafından yazar gibi algılanmaya başlar. Fatih Özgüven, ikinci gruptakilere giriyor benim için.
Nedeni de şu galiba: Mesela bir Tomris Uyar çevirisinde, nasıl ki Tomris Uyar’ın edebiyatını da hissediyorsak, Fatih Özgüven’in de ortaya çıkarmadığı bir edebiyatı vardır da, o görünür sanki çevirilerinde.
Fakat görünen bu şey, hiç de ilk yapıtlarını vermeye başlayacak birinin kendini önce çeviride sınamasına benzemez. Tam tersine, cesaret tedirginliğinden, sırasını bekliyor olmaktan ya da ürkeklikten eser bile yoktur onun çevirilerinde. Hatta terbiyeyle iç içe geçmiş, dozunu tutturması çok zor, en kalitelisinden, hak edilmiş bir snobluk daha baskındır. Bu çekici snobluk asla okurla değil, sadece çevirdiği yazarla ya da yapıtla ilişkisinde belirir. Tepeden bakan, ezici değil de, düelloya dönüşmüş, eşitleyici bir flörtü andırır.
İşte, Metis’ten çıkan yeni kitabı Küçükburun'u okurken, kendimce biraz bulur gibi oldum Fatih Özgüven’in bu edebi tavrının nereden geldiğini.
Fatih Özgüven, bir edebiyatçıdan çok, edebiyatçıları ve edebiyatı besleyen şu şaşırtıcı, aykırı ilham vericilere benziyor; yazanlardan değil de, yazdıranlardan sanki.
Hayatın içinde bir star gibi dolaşmayı becerebilen bu tipler, edebiyatın ne olduğunu, nerede saklı bulunduğunu yazarak değil de, yaşayarak gösterirler. Avcı yazarlar, bu çekici insanları görür görmez anlar ve ondan beslenmeye başlar. Yazabilen biriyseniz, bayağı bayağı romanlar, öyküler yazdırır bu kişiler size. Tuhaf bir şekilde, hayatın gerçeğine hiç benzemeyen ve görünmeyen, gündelik yaşamda var olamayan o edebi gerçekliği, görünür, yaşar hale getirirler çünkü. Hani şu, yanlış kullanıla kullanıla biraz ayağa düşmüş olan “kendini edebiyat eserine çevirmiş olma” durumunu gerçekten de hakkıyla taşırlar.
Küçükburun'daki hikâyeleri okurken böyle biri olmanın ağır yükünü ve çelişkisini de duyuyorsunuz. Çünkü bunlar çok da “olmuş” hikâyeler değil. Yani hikâye olmasına hikâye de, o kadar da hikâye değil. İyi ki yazılmışlar, bazen vurup bazen güldürüyorlar, bir çırpıda da okunuyorlar ama konu o değil. Konu, Fatih Özgüven’in olağanüstü çevirmenliğinin, “kendi yapıtları” ya da “kendi yazarlığı” klişelerinin hiçbir zaman habercisi olmadığı…
Bunlar daha çok, bir edebiyat ya da edebiyatçı besleyicisinin, o pırıltılı varlıkların, doğası gereği kırık dökük olmaya yazgılı ürünleri… Sadece yapıtları değil, yaşamı da edebiyata çevirebilen artistik kişilerin, iş yazmaya geldiğinde kapıldıkları o masum vazgeçişlerin ürünleri…
Bu nefis vazgeçişlerin, bu dokunaklı “olmamışlığın” taçlanması adına, bir okur olarak, Küçükburun'daki hikâyelerin, hiç ama hiç benzememesini isterdim hikâyelere. Çünkü ara ara çok öykülük (biraz “beylik” anlamında burada) sahneler çıkıyor karşımıza. Keşke o çarpıcı sahneleri de başkalarına armağan etseymiş Fatih Özgüven. Her şeyini başkalarına vermiş haliyle daha da güzel olurdu bu kitap.