Ali Bulunmaz, " Rüyalar: Bizim şu paralel hayatımız", Kültür Servisi, 16 Aralık 2015
Uzun yıllar boyunca, psikolojideki yan yollar ya düz bir anlatımla bize öğretildi ya da kasten atlandı. Şunu demek istiyorum: Bir iki cümleyle geçiştirilen konular, sonrasında psikolojiye tam anlamıyla yoğunlaşan ve onu gerçekten enine boyuna anlayıp anlatmaya uğraşanlar tarafından sürekli genişletilen bir alan haline getirildi. Örneğin rüyalar üzerinde yetkinleşen isimlerle karşılaştık, onların kitapları Türkçeye çevrildikçe daha az ilgilenilen pek çok nokta da belirginleşti.
Draaisma, sadece psikoloji tarihiyle değil, az önce bahsettiğim alan genişletmeye de merak duyanlardan biri. Bu anlamda deneysel psikolojinin damarlarında gezindiğini görüyoruz. Bunun dikkat çekici yansıması, rüyalarla ilgili çalışmaları.
Gördüğü rüyaları önemsemeyen, hatta hemen unutan Draaisma, başkalarının anlattığı rüyaların da kendisi üzerinde pek bir etki yapmadığını söylüyor. Ta ki bir ressam arkadaşı, ondan körlerin rüyalarına dair bir araştırma yapmasını isteyene kadar.
Doğuştan körlerin rüyalarının, hiçbir görsel imgeye sahip olmadan nasıl şekillendiğini anlamaya uğraşınca Draaisma’nın kafasında belli sorular dolanmaya başlıyor: Körlerin zihnindeki görsel boşluk nasıl dolar? Görüntüsüz düşe, düş denebilir mi? Bu sorular, onu 1800’lerin ortalarında yapılan araştırmalara dek götürüyor. Bulduğu ilk şey, körlerin rüyalarında renkleri değil şekilleri gördüğü.
Körlerin gördüğü düşlerle ilgili çalışmaları daha geniş bir açıdan ele alması, büyük çaplı bir araştırma yapmasını tetikler ve böylece Düş Dokumacısı isimli kitap doğar. Kendisinin de dediği gibi, burada düş defterleri tutan Van Eeden ve psikanaliz babında Freud’a çokça atıf yapar.
Kitabın adında geçen “dokuma” ibaresi ise dokuma tezgâhıyla insanın sinirsel mekanizmaları arasında kurduğu bağdan ilerigeliyor: “Beynimizin bazı kısımları, bizler uyurken nöbet tutmak zorunda kalıp düş olarak deneyimlediğimiz öyküleri dokumaya başlar.” Dolayısıyla Draaisma, düşün değdiği her noktayı dikkatle inceliyor; beyni, vücut hareketlerini, korkuları, erotizmi, renkleri, ışığı, günlük yaşamın rüyalara yansımasını ve kâbusları ele alıyor.
Düşlerin dışavurumunun veya anlatılmasının, öznel hayatın ifşası gibi algılandığını söyleyenler var. Fakat rüyaları açık etmek ve onları incelemek, bir tarafıyla psikolojiye katkı sunmak da demek. Draaisma’ya göre, Van Eeden ve Freud, böylesi bir araştırmada öne çıkıyor. Özellikle psikanalistlerin, düşlerin ti’ye alındığı zamanlardaki ısrarlı çabaları sayesinde, psikolojide bu tür bir alan açıldığı gerçeğinin üstüne gidiyor yazar: Psikanalistlerin -vakti zamanında her yöne çekilen- “gece hayatı” dediği düş incelemelerine saygılarını sunuyor. Benzer bir yoldan ilerleyip beynimizin, görülen düşü bir mesaj gibi algıladığını; o mesajla ya rahatladığımızı ya da huzursuz olduğumuzu belirtiyor. Yani yakalayabildiğimiz rüyalar, öyle hemen kaldırılıp bir köşeye atılamıyor, beynimizdeki dokumacılar tarafından yorumlanıp bir forma sokuluyor.
Rüyalar, bu nedenle Draaisma’ya göre asla anlamsız değil. Düşünüzde uçtuğunuzu görseniz bile bunun gelip dayandığı bir yer var. Tıpkı İngiliz yazar Mary Arnold-Forster’ın, Kasım 1914’teki rüyalarından birinde olduğu gibi. Onun gördükleri, düşlerdeki uçuşlar için bir araştırma kapısı açacak, üstelik uçma düşlerinin şafak sökerken yoğunlaştığı bulunacaktı. Dahası, rüyalardaki çıplaklıktan utanç duyma ve sınavlarla ilgili düşler de çoğunlukla psikanalizin alanına giriyor; Draaisma buralarda yine Van Eeden’ın ve Freud’un kapısını çalıyor.
‘Gece kalıntısı’
Rüyaların yorumu öyle bir noktaya varıyor ki yaşananlarla onlardan önce görülenler örtüştürülüyor; oralardan geleceğe dair kehanetler veya haberle çıkarılabiliyor. Draaisma, bunlara Abraham Lincoln’ün düşünden hareket edip dalıyor ve işi paranormal rüyalara dek götürüyor. Ancak “Gece görülen kaç tane düş, ertesi gün ayrıntılarıyla gerçek olur?” sorusu hep aklının bir köşesinde duruyor.
Draaisma’nın araştırmaları, düz bir psikoloji anlatımının ötesine geçip tarihle, felsefeyle ve kültürle bütünleşiyor; berrak bir düş gördüğümüzde neyle karşı karşıya olduğumuzu bilişimiz gibi hangi yoldan ilerleyeceğini ve o yolda neyle yüzleşeceğini de kestiriyor. Kısacası düşteki renkleri kolayca seçebiliyor. Bu arada koyduğu dipnot da ilginç: “Düşü, renkli veya siyah-beyaz bir film olarak düşünmek aldatıcı bir metafordur.”
Draaisma, düşleri geniş bir bakış açısıyla masaya yatırırken zihnimizi meşgul eden bu süreçle ilgili olarak hemen hiçbir şeyi atlamamaya özen gösteriyor. Bunlardan biri ve en popüler olanı kâbuslar. Çoğunlukla sırtüstü yatarken görülen kâbusların psikanalitik anlamda tam olarak çözülemediğini ifade ediyor.
Kâbusun, bilim-dışı olarak adlandırıldığı veya uyku felci şeklinde nitelendirildiğini sıralayan Draaisma, “uyku terörü” biçimindeki yorumların bunlara eklendiğini söylüyor. Draaisma, kâbusların asla tekdüze olmadığını ve belli bir nedene bağlanamayacağını; travmaların, uyku bozukluklarının, uygulanan veya uygulanmayan tedavilerin ve anıların tetiklediği kâbusların ortaya çıkabileceğini hatırlatıyor. Tabii bunlara ölçümlenen sinirsel süreçleri de ekleyebiliriz.
Draaisma’ya göre, düşler görülür ve onlarla ilgili hemen her şey belli bir zamanın ardından yazılır. Epey bir malzeme de yitip gidiyor: “Gelgelelim, düşlerin çoğundan uyandıktan sonra pek az bir şey kalır. Kimi zaman düş görüldüğünden emin olmanın dışında hiçbir şey kalmaz; rüyanın atmosferi bir süre devam eder, oysaki kendisi yitip gitmiştir ve gün içinde de geri dönmez.”
“Gece kalıntısı” veya “uçucu” olarak adlandırılan düşlerin, onları görenler ve araştıranlar için kesin olmayan kimi yanları var. Rüyaların bu kafa karıştırıcı yapısı, aynı zamanda onların ilgi çekiciliğini de artırıyor. Draaisma, işaretler şeklinde algılanabilecek rüyaların, “hangi alfabeden geldiğini bilmeyi çok istediğini” vurguluyor. Zaten hayatımıza paralel giden ikinci bir hayat olan rüyalarla ilgili araştırmaları canlı tutan biraz da bu değil mi?