Başlarken, s. 11-15
Düşlerle ilgili kitaplardan hep uzak durmuşumdur. Bunlar kitapçılarda hep yanlış bir bölümde bulunur, avra okuma ve bedendışı deneyimle ilgili kitaplarla birlikte, ezoterizm ve ruhçuluk bölümünde. Çoğu da düşlerin yorumlanmasına dairdir, içlerinde düşünüzde gördüğünüz bir anahtarın, şaha kalkan bir atın, devrilmiş bir ağacın ne anlama geldiğini arayabileceğiniz düş yorumu sözlükleri, ansiklopedileridir bunlar. İnsanı aptal yerine koydukları sonucuna varmanız için bu kitaplardan iki tanesini incelemeniz yeterlidir: O at birinde ayrı ötekinde ayrı anlamdadır ve anlaşılan, her ikisinin de temel aldığı düşünce tarzına göre atın on altı yaşında bir kızın mı, altmış yaşında bir adamın mı düşüne girdiği fark etmez.
Düşler üzerine ikinci bir grup kitap ezoterizm bölümünde yer almaz, ama en az onlar kadar cazibesiz görünür. Nörolog veya fizyologların düşler üzerine yazdıkları, daha çok uyku hakkındadır. Bu kitaplardan, REM uykusuyla derin uyku, EEG’deki alfa dalgalarıyla beta dalgaları, değişen hormon düzeyleriyle hareket sisteminin bloke ve debloke edilmesi arasındaki farklılıklara dair her şeyi öğrenirsiniz. Gerçekten düşler üzerine olan bölümse genellikle kısadır ve uykudaki beyin veya bedende yapılan ölçümlerin açıklamalarıyla geçiştirilir.
Kendi düş yaşamım da beni ateşli bir bilimsel meraka zorlamadı. Varla yok arası bir şey zaten. Gördüğüm tek tük düşler –sınav düşleriyle ilgili bölümde yazdığım, Annejet van der Zijl’le olanın dışında belki– pek az şaşırtıcıdır, onları da çoğun çabucak unutuveririm. Çok simge içeren bir yanları olmaz, yahut varsa da ben gözden kaçırırım. Düşlerini anlatanların anlattıkları da nadiren bir etki bırakmıştır bende. Öykü tekniği açısından düşler vahim eksiklikler gösterir. Olmadık bir yerden başlar ve tam düğümün çözülmesini beklediğiniz anda biterler; akış düzensiz, olaylar tuhaftır. Er ya da geç, konuşan bir tavşan belirir, sonrasında da anlatılana dikkati vermek gittikçe güçleşir. “Ne rüyaydı ama...” diye başlayıp “derken uyandım”la biten bu anlatılara öykü denemez pek. Henry James, “düş anlat, okur kaybet”i bir edebiyat yasası olarak formüle etmişse de, bunun kahvaltı sofraları için bir görgü kuralı olmasında hiçbir sakınca yoktur.
Ne var ki düşler konusundaki bütün bu duyarsızlığım üç yıl önce aniden son buluverdi. Ressam bir arkadaşım, kendisi için körlerin düşleri hakkında bilinenleri araştırıp araştıramayacağımı sordu. Doğuştan körlerin düşlerinde görsel imgeler bulunmaz, peki ama o zaman ne olur düşlerinde? O boşluk sesler, kokular ve dokunma izlenimleriyle mi doldurulur? Görüntüsüz düşe gene de düş denebilir mi? Kendisi için bu konuda bir dosya açacağım sözünü vererek okumalara başladım.
Daha önce elimi attığım hiçbir konu körlerin düşleri kadar dal budak salmamıştı.
Bir Alman hekimi, daha 1838’de, körler yurdunda kalanların kendisine anlattığı düş deneyimlerini raporlamıştı. Günümüzdeyse körler, MRI tarayıcılarıyla yapılan deneylere katılmak üzere laboratuvarlara davet ediliyorlar. Araştırmalarla geçen yüz elli yıl içinde, birbirinden ilginç sorular silsilesine yanıtlar elde edilmiş durumda. Görüntülerin olmayışı öteki duyulara daha geniş bir alanın açılması anlamına mı gelir? Körler daha çok, sözgelimi müzik ya da konuşmalar üzerine mi düş görür? Beyinlerindeki görme merkezleri kullanılmadan mı kalır, yoksa o merkezler yavaş yavaş diğer duyularca mı işgal edilir? İnsan ileri yaşta kör olursa, zamanla görüntüler de silinmeye başlar mı düşlerinden? Düşlerinde bir süre daha kendilerini, tıpkı ampütasyon yapılmış kişilerin yıllarca düşlerinde bedenlerini sağlam olarak gördükleri gibi, gözleri gören biri olarak görmeye devam mı ederler? Kör birisi rüyasında kendini, gören biri olarak düşleyebilir mi? Ya da kör olduğunu görüntülerle görebilir mi düşünde?
O tek bir duyunun kapanması bir pencere açmıştı. Körlerin düşlerinde, kimi zaman deneysel araştırmaya, kimi zaman da tekrar körlerin içebakışlarına başvurmayı gerektiren sorular gizliydi. Ne ki bunlar, benim kendi düşlerim hakkında onca yıl doğal kabul etmiş olduğum şeyleri de bir güzel alaşağı etti. Gören biri olarak, düşünce deneyi yöntemiyle düşünüzde görsel ne var ne yok atmaya çalışıp, sonra geriye kalanın, körlerin düş yaşamı hakkında bir izlenim verdiğine inanırsanız, körlerde görsel imgeler olmasa da uzamsal imgelerin olduğunun ayırdına genellikle varamazsınız. İstemeden fazlasıyla şeyi atmışsınızdır. Körlerin düşlerinde sandalyenin rengi değil, şekli vardır.
Uyku laboratuvarından çıkan fizyolojik bulgular da, daha iyi incelendiğinde düşler açısından ilginç sonuçlar göstermiştir. REM uykusunda gözler gözkapakları altında fıldır fıldır oynar, “Rapid Eye Movements” (Hızlı Göz Hareketleri) adını uykunun bu dönemine veren de budur. Önceleri bu hareketlerin, insanın düşte geçen olayları gözleriyle takip etmeye çalışmasından kaynaklandığı düşünülmüştür. Bu teze karşı önemli bir argüman, doğuştan körlerde yapılan deneylerden çıkmıştır: Bu hızlı göz hareketleri onlarda da vardır.
O arkadaşıma körlerin düşlerine ilişkin öğrendiklerimi bir rapor halinde ilettim, beklemediğim denli ilham verici bir soru sormuş olduğu için de kendisine teşekkür ettim. Ne var ki bu araştırma beni, belki de hiç üzerinde durmayıp umursamadan geçtiğim şeyler üzerine daha derin düşünmeye sevk etti. O andan itibaren de sorular birer birer kulisten sahneye fırlamaya başladı. Düşteki görüntüler gerçekte “bir tür film” gibi deneyimleniyorsa, neden onca insan düşlerini siyahbeyaz mı, renkli mi gördükleri sorusunu cevaplamayı çok zor bulur? İnsan izlediği filmin renkli mi, siyahbeyaz mı olduğunu bilmez mi? Şayet düşlerini renkli gördüklerinden eminse insanlar, düşteki sahneler doğal renklerinde mi olur, yoksa düşleyene düş gördüğünü belli etmek açısından, bunlar hafiften değişiklikler mi gösterir? Düş görürken insan düş gördüğünü idrak edebilir mi? Ve bu, düşe yön verilebileceği anlamına da gelir mi? Düşteki tuhaf olayları, tutarsızlıkları tamamen normalmiş gibi kabul ederken, insan neden anlatırken birden bunların imkânsız şeyler olduğunu idrak ediverir? Üzerine bir an olsun düşünmediğim ama şimdi açıklanmalarını arzuladığım ayrıntılar çıkıp duruyordu. Çoğu insan stresli dönemlerinde sınav düşleri görür. Bir sınava, çoğunlukla da lise yıllarında girdikleri bir tanesine yeniden girmeleri gerekir ve bu kez hiç de başarılı geçmez. Fakat niçin, araştırmaların gösterdiği gibi, hem de zamanında başarıyla vermiş olduğunuz bir sınav olur bu hep? Gündüz yaşanan stres neden hiç başarısız olduğunuz bir sınavı hatırlamanıza sebep olmaz?
Körlerin düşleri konusunda başıma gelen, diğer tür düşlerde de tekrarlandı. Sınav ya da çıplaklık düşü, erotik düş ya da kâbus, berrak düş ya da uçma düşleri olsun, hepsinde, okur ya da üzerine düşünürken bir şeyleri ortaya çıkarıyormuş gibi oluyordu insan; o düşlerin esrarengizliği adeta sis perdelerini araladıkça ancak ortaya çıkıyordu. Birkaç ay sonra düşler üzerine yazmamak imkânsız olmuştu.
Düş Dokumacısı’nın bölümlerinin çoğu merakımın uzayan ipliklerine bağlana bağlana ördü kendini. Erotik düşler, en derinlerde yatan cinsel arzuların mı ifadesidir? Cinsel fantazilerle aynı mıdırlar, yoksa düşlerin kendi repertuvarı mı vardır? Kâbuslardaki korku niçin genellikle insanın hareket edememesi hissiyle ilintilidir? Uçma düşleri neden her zaman hoş duygular bırakır görende? Uçarken, havada süzülürken düşme korkusunu neden hiç duyurmaz bu düşler? Düş görmek ve düş gördüğünü bilmek gibi tuhaf bir ikilik nasıl ortaya çıkmıştır? Ve elbette soruların en zoru: Bir anlamı var mıdır düşlerin? Düşleyen hakkında bir şey anlatırlar mı? Yoksa düşlerimiz, beyin hücrelerimizin kaotik yaylım ateşinden başka bir şey olmayıp, sakar bilinçdışımızın ya da beynimizin bir bölümünün beceriksizce bir örüntü dokumaya çalışma çabası mıdır?
Düşlerle rakamları, rakamlarla düşleri hep yan yana tutmayı yeğledim. Düşlerle ilgili bilimsel yayınların çoğunda, özellikle de son dönem yapılanlarda, düşler nadiren yer alıyor. Sayılıyor ve sınıflandırılıyorlar; kişilik yapısı, yaş, cinsiyet, yaratıcılık, kültür, uyku evresi, ilaç kullanımı, beyin aktivititesi, hormonlar ve daha bir sürü başka etmenle bağıntıları inceleniyor ama düşlerin kendisi gitgide kayboluyor. İnsana ne kadar tuhaf gelse de, erotik düşlerle ilgili derleme makalelerinde erotik düşler, kâbuslarla ilgili monografilerde kâbuslar yer almıyor. O literatür, farklı türdeki kâbusların uykunun evreleriyle yahut erotik düşlerin cinsel uyarılmanın fizyolojisiyle bağlantısını açıklamak için var – insanların düşünde ne gördüğünü, bu düşlerin onlar için ne anlama geldiğini açıklamak için değil.
Düş defterleri ya da günlükler gibi, düşlerin topluca bulunabildiği yerlerde de simetrik olarak aynı itiraz geçerli. Oralarda da düşlerin kendi analiz ve ilişkilendirilmeleri noksan. Çağdaş düş araştırmaları perspektifinden itirazlar olsa da, 1900 yılında Freud, Düşlerin Yorumu’yla hem düşleri hem de bilimsel araştırmasını ele alma açısından cesur bir denemede bulunmuştur. Aynı liyakati, Hollandalı meslektaşı, psikiyatr ve yazar Frederik van Eeden’ın çalışmaları da hak eder. Van Eeden yalnızca, görülen düşün içinde düş görüldüğünün idrak edildiği “berrak düş”ün isim babası değildi; kendisi aynı zamanda, 1875 yılında, on beş yaşındayken düşlerini günlüklerine ve düş defterlerine not etmeye başlamış ve bunu 1927 yılına, ölümünden beş yıl öncesine dek sürdürmüştü. Düş defterleri bin kadar düş içeriyordu. Freud’un Düşlerin Yorumu’nda, çıplaklık, uçma, sınav düşleri gibi hemen herkesin ara sıra gördüğünü düşündüğü düşleri “tipik düşler” olarak adlandırıp bunların listesini verdiği vakitlerde, Van Eeden zaten çeyrek yüzyıldır böyle düşleri not edip kendi özel hayatının o ânıyla ilintilendirmişti. Birçoğumuz gibi Van Eeden’ın da düşlerle ilgili belleği olağanüstü değildi; onları sabahleyin hemen yazması gerekir, defterlerinden de görüldüğü üzere, bazen iki hafta öncesinin düşünü bile hatırlamadığı olurdu. Ancak sizi temin ederim ki, gördüğü düşlerden bazıları sizlerin de belleklerinize kazınacaktır. Anlattıkları, her kahvaltı sofrasında dikkatle dinlenilmeyi hak edecek türdendi. Van Eeden, Freud ile birlikte bu kitapta en fazla atıfta bulunulacak yazar olacaktır.