Ahmet Ergenç, "Agnes Richter’in ceketi: Delilik ve edebiyat", K24, 12 Kasım 2015
Delilik mevzusu edebiyatta çok romantize edilir. “Delirmiş” karakterler bazen bu dünyaya farklı bir bakışın, bazen unutulmuş bir masumiyetin, bazen kimselerin cesaret edemediği siyasi ve hayati bir haykırışın, bazen de akla meydan okuyan sanatsal bir varoluşun sesi ve ifadesi olurlar… Bu listeyi uzatmak mümkün. Ama edebiyatta delilik meselesinde şöyle bir sorun var: Genellikle deliler ve düşündükleri sonra derece “aklı-selim” bir dilin kalıpları içinde ehlileştirilirler. Yani “deliliği” yazan ama kendisi “delirmemiş” olan yazar, delirmiş bir dil kurmak yerine, deliliği olağan bir dille tasvir eder. Bu da aslında bir deliyle değil, bir delilik-uzmanıyla karşılaşmaya benzer. Bir okuma tecrübesi olarak delilik için “delirmiş” ve grameri, söz dizimini vesaire dağıtan bir dile ihtiyaç var.
Büyük Yabancı: Dil, Edebiyat ve Delilik Üstüne Konuşmalar adlı yeni Foucault kitabı bu açıdan, dil ve delilik üzerine düşünmek için mühim konuşmalar barındırıyor. Kullandığım “delirmiş dil” ifadesi de kitaptaki alt bölümlerden biri. Önce Foucault’nun kendisinden başlayalım. Deliliğin tarihini yazan Foucault da aslında “delirmiş” bir dil kullanmıyor, delilik üzerine gayet rasyonel metinler kuruyor. Sosyal bilimlerin zaten “konusunun diline bürünmek” gibi bir iddiası yoktur ama mesela eskilerden Nietzsche ve yenilerden sayılabilecek Deleuze sosyal bilimler ve felsefede rasyonel eleştiri dili handikabını kıran daha “edebi” filozoflar. Mesela Deleuze’ün Kapitalizm ve Şizofreni’si sadece şizoid bir halden “bahsetmez”– metnin kuruluşunun kendisi “şizoid”dir. Parçalıdır, dağılıp gider ve ayrı, özerk bir dil alanı oluşturur. Bu açıdan bir edebiyat metnine benzer. Şimdi bir daha fark ediyorum ki, dili bir araç değil aynı zamanda özerk bir alan, başka bir dünya kurma aygıtı olarak gören felsefeciler ve sosyal bilimciler için genellikle “edebi” sıfatını kullanıyorum.
Foucault da aslında kendisi icra etmese de, edebi dilin bu “başka bir dünya kurma” işlevini teslim ediyor. Kitaptaki konuşmaların temel meselesi önsözde sorulan şu soruda yatıyor: “Başka bir söz ve yaşama biçiminin mekânını nasıl var edebiliriz?... Dünyanın tarihsel olarak belirlenmiş dilbilgisi içinde nasıl yapar da bir çukur kazarız?” Foucault ilerleyen sayfalarda bu sorunun cevabının “deliliğin kendi dilini devşirmesi için dil içinde ve dile karşı yeraltı çalışması”nda yattığını söylüyor. Böyle bir yeraltı çalışmasına girmiş olan yazarlar, dilin dış dünyaya bağımlı mantığını ve dilde devam eden anlam hegemonyasını kırıp, başka bir dille, özerk ve yeni-yaratılmış bir dille konuşabiliyorlar.
Foucault bu dilin örneği olarak Artaud’dan bahsediyor. Tabii ki. Dili kıran, bozan, anlamı sarsan kısa metinleriyle Artaud, Deleuze’ün de fena halde sevdiği yazarlardan biriydi. Hayat hikâyesine bakınca da Artaud hakikaten defalarca klinikte yatmış, onaylı bir “deli”ydi. Ve metinleri de “delirmiş bir dil”le kurulmuştu. Mesela, Tanrı Yargısının İşini Bitirmek İçin adlı kısa manifestomsu metin dile ve mantığa ağır darbeler indirip, aklın ölümünü “performe” ediyor ve okuyanı gerçek anlamda bir delilik tecrübesine davet ediyor. Kitapta Foucault, Artaud ile şiirlerini yayınlamaya yanaşmayan dergi editörü Riviere arasındaki mektuplaşmaları delilik ve dil arasındaki ilişki için bir zemin olarak kullanıyor. Riviere daha anlaşılır olmaya, dil çerçevesini bozmamaya çağrı yaptığında, Artaud kendi “delirmiş dili”ni şöyle savunuyor: “Gerçekliğin adeta iniltisi olan bir şeye neden kurmaca görüntüsü vermeli?” Ve dilden ne anladığını da şöyle ifade ediyor: “Dilin işe yarayabileceği tek kullanıma geldi sıra: Delilik aracı, düşüncenin yok edilmesinin aracı, kopuş aracı, akıldışılıkların labirenti olma.”
Düşüncesini delilik ve deliliğe karşı geliştirilen kontrol sistemleri üzerine kuran Foucault tabii ki okuru Artaudvari bir edebiyatın hakkını vermeye davet ediyor. Dil de tabii ki bu kontrol mekanizmalarından biridir. Bu mekanizmayı düzensiz bir saldırıyla bozmak, aynı zamanda Foucault için “büyük kapatma”ya da karşı durmak anlamına geliyor. Foucault aslında bu “düzensizliğin” modern edebiyatın işareti olduğunu söylüyor: “Mevcut dilsel belirlenimlerin sınırında tehlikeli bir düzensizlik (veya başka bir düzen) jesti ki modern edebiyat çıkış anını işte bu jestte bulur.”
Foucault bu alıntıda “veya başka bir düzen” diye ifade ettiği şeyi anlayabilmek için dili bir “mekân” olarak görmeyi öneriyor. Dış mekânı, dünya mekânını değil, kendi iç mekânını (iç akışını) yaratabilen bir metin kurmak gereğinden ya da en azından bu tür metinlere olan düşkünlüğünden bahsediyor. Ayrı bir mekân (ve zaman) kavrayışı kuran yazarlara da örnek olarak Proust’u gösteriyor. Dil-içinde varolan ayrı bir anlatı-dünyasıdır Proust’un dünyası. Bu bakımdan “deliliğin dili”ne yakındır. Foucault ayrıca Proust’un “zihin” edebiyatının tam aksi yönünde ilerleyip, bedensel aşırılığa ve ihlale dayanan Sade’a da “delilik edebiyatı” payesini veriyor. Proust’taki dünya-dışı düşünce akışlarının yerini, Sade’da bedensel jestlerin “akıl-dışı” akışı alıyor. Yani, deliliğin diğer ucu.
Bu kitap vesilesiyle “bizim edebiyattaki” delilik-edebiyat durumu nedir, onu da düşünmüş bulundum. Hakikaten bizde “delirmiş” bir dille yazan kim var? Birkaç örnek: Vüsat O. Bener (Bay Muannit Sahtegi’nin Notları), Bilge Karasu (Gece), Sevim Burak (Afrika Dansı) ve kısmen Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar). Bir de bunlar dışında Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri gibi deliliği mevzu-bahis eden ama dilsel anlamda delilik sınırlarına yaklaşmayan anlatılar var. Eğer edebiyatta deliliğin hakiki ifadesi dilin mantığını kırıp, gramerde “çukurlar” açmaksa, aslında bu işi en iyi şiir yapıyor. Nilgün Marmara ya da Lale Müldür dili bozmanın, dağıtmanın ve aklın sınırlarına yaklaştırmanın en iyi ifadesi olabilir. Şiir herhalde tabiatı gereği bir halden bahsetmek yerine o hale dille bürünmeyi mecbur kılıyor. Aslında, düşününce “delirmiş” dil örneği olarak sayılan birçok “roman” ya da “düzyazı” da şiirin sınırlarına yaklaşmış metinler. Velhasıl bu kısa yazıdan böyle bir sonuç çıktı: Delilik ve edebiyat üzerine düşünmek istiyorsanız, şiirin kapısını çalın.
Kitabın kapağındaki isabetli seçimden de bahsetmek lazım. Kapakta gördüğünüz ceket, Agnes Richter’in ceketi. Kendisi 1890’da akıl hastanesine “kapatılmış” eski bir terzi. Ceketinin üzerine de acayip kelimeler ve cümleler işlemiş. “Delilerin sanatı”na meraklı bir psikiyatr da böyle “nesneleri” topladığı için Richter’in ceketi de “sanat” dünyasında bir art brut örneği olarak baki kalmış. Edebiyatta da buna benzer şeyler, “akıl hastalarının” yazdığı öyküler, şiirler falan var ama nedense, edebiyat derslerine bir türlü giremiyorlar ve bu metinlere verilen “literature brüt” gibi bir isim de yok.
Yazıyı bunun nedenine dair bir spekülasyonla bitireyim: Biz edebiyat okurları aslında biraz Artaud’nun editörü Riviere gibiyiz. İş temel ifade aracı olan dille yapılan edebiyata gelince, bildik gramer sınırlarından vazgeçip başka türlü bir grameri kabullenmeye pek de hazır değiliz. Biri çıkıp mesela Pollock’un resimde yaptığını edebiyatla yaptığında, kanona değil en fazla “akıl hastalarının şiirleri” gibi damgalı ve dışlanmış antolojilere girebiliyor. Agnes Richter o cümleleri ceketine işlemeyip, defterine kaydetseydi, belki de hiç yayınlanmayacaktı. Yani Agnes Richter’in ceketini kabul ediyor bünyemiz ama bir Agnes Richter kitabından emin değiliz.