Sunuş: Blanqui: Devrimcinin Maneviyatında Bilim, Tuncay Birkan, s. 9-18
Çok gençlerimiz hariç hepimizin beşiği olduğu söylenebilecek 20. yüzyıl, bilimden, daha doğrusu teknolojiden ve bilimsel-teknolojik “ilerleme”yi sağlayan başlıca araç olarak “akıl”dan beklentilerin önce “akıldışı” ölçülerde büyüdüğü, sonra da o ölçüde büyük bir hayal kırıklığı yarattığı bir yüzyıl oldu denebilir bir bakıma. Aslında odağı yirminci yüzyılın toplumsal tarihinden düşünce tarihine hafifçe kaydırdığımızda görürüz ki bu beklentiler ile hayal kırıklığı arasında çok kesin bir öncelik-sonralık ilişkisi de koymamak, bunların hep eşzamanlı, iç içe ilerleyip bazen birinin bazen öbürünün galebe çaldığı bir zihni iklim yarattıklarını söylemek daha doğru olur belki. Bilimin vaat ettiği varsayılan insani “ilerleme”nin bir türlü saf halde ortaya çıkamayıp hep müthiş maliyetleri, insani ve manevi kayıpları beraberinde getirdiğine, bilimin saf ilkelerinin öncelikle hep savaş teknolojilerini geliştirmekte kullanıldığına daha I. Dünya Savaşı öncesinde bile dikkat çekilmişti. Hele bu savaşın ardında bıraktığı muazzam, daha önce eşi benzeri görülmemiş büyüklükteki enkaz (hatırlayalım, savaşın sonuna gelindiğinde 9 milyon insan ölmüş, 20 küsur milyon insan yaralanmış, 8 milyon insan esir alınmış veya kaybolmuştu) sonrasında, kimilerince adeta mekanik olarak gerçekleşeceği zannedilen “ilerleme” fikrinin kendisi ciddi bir yara almış, çok ağır eleştirilerle karşılaşmıştı. Thomas Mann’ın yazmaya 1912’de başlayıp birazda bu savaş yüzünden ancak 1924’te bitirebildiği Büyülü Dağ’ı okuduğumuzda bütün bu meselenin de derinlemesine tartışma konusu edildiğini ve kitaptaki bu tartışmaların hâlâ çok güncel olduğunu, biraz da hayretle, görürüz (Bu “hayret” hissinin bir oranda bir “kibir” de içerdiği, o zamanlar böyle şeyler tartışılamazmış gibi düpedüz cahilce bir önyargıdan kaynaklandığı açık).
Bu tartışma o zamanlardan beri, tüm 20. yüzyıl boyunca derinleşerek devam etmiştir: Sağ cenahta Heidegger’in bilim karşısında hep takındığı eleştirel, salt “irrasyonalizm”e indirgenemeyecek olsa bile ondan epey güçlü esintiler barındıran tavrı (1950’lerin başında bu tavrı veciz bir ifadeyle, o meşhur “Die Wissenschaft denkt nicht” – “Bilim düşünmez” formülüyle özetleyecektir), sol cenahta ise Frankfurt Okulu kuramcılarının bilimi ve aklı sakatladığını düşündükleri “araçsal rasyonalite”ye yönelttikleri hücumlar, tartışmanın erkenden derinleştiği momentlerdir. Aslına bakılırsa, belki yapısalcılığın yükselişte olduğu yıllar (bir de belki sinirbilime artan bir ilgi gösterilmeye başlanan son beş-on yıl) haricinde neredeyse bütün 20. yüzyılın sosyal ve beşeri bilimleri, pozitif bilimler karşısında genel olarak derin bir şüpheciliği dışa vurmuştur: Kâh bilim pratiğinin iktisadi ve siyasi iktidar odaklarıyla, kapitalizmin teknokratik yapılarıyla iç içe geçmişliği, kâh bilimin ve biliminsanlarının “resmi ideolojisi” olarak görülen pozitivizmin başka bilme biçimleri karşısında takındığı kibirli ve temelsiz yok sayma ve küçümseme tavrının kendisi ciddi ve haklı eleştirilere konu olmuş, hatta “bilim inancı” Aydınlanma’ya ve dolayısıyla modernliğe özgülenerek artık başta pozitif bilimlerinkiler olmak üzere bütün “büyük anlatılar”ın sona erdiği “postmodern” bir çağda yaşadığımız ilan edilmiştir.
Bütün bunlar, öteden beri bilime, aslında daha çok da bilimin teknoloji ve sanayideki uygulanma biçimlerine verilen düşünsel ve toplumsal “reaksiyonun” nüvesi olagelmiş klasik “romantizmin” mirasının genişletilmesinden ibaretmiş gibi görülemez; insanlık tarihi için artık geri dönüşü olmayan kazanımlardır: Bilimin toplumsal iktidar odaklarıyla, klasik Marksizmdeki anlamıyla “ideoloji”lerle ilişkisi görmezden gelinemeyeceği gibi, bu “ideolojik” veçhesi artık bütünüyle ortaya çıkarılmış pozitivizmi kimse savunamaz kolay kolay. Ama bütün bu kazanımların ağır bir bedeli de olmuş, yirminci yüzyılda Batı düşüncesinde (buna elbette Batı Marksizmi de dahildir) bilim, Ricoeur’ün terminolojisiyle söylersek, neredeyse sadece “negatif yorumsama”ya konu edilmiş, yani hep bastırdığı, gözden kaçmasına neden olduğu ya da iktidar odaklarıyla kurduğu ilişkiler yüzünden bir şekilde “çarpıttığı” unsurları açığa çıkarmaya çalışan bir deşifrasyon faaliyeti içinde ele alınmış, işin “pozitif yorumsama” kısmı yok denecek kadar cılız kalmıştır.
Halbuki 20. yüzyıl, bilimin başta fizik, astronomi ve biyoloji olmak üzere birçok alanında, klasik paradigmalarının yıkılıp yepyeni paradigmalar oluşturulmasına neden olan heyecan verici teorik gelişmelerin yaşandığı bir dönem de oldu. Görelilik kuramı ve kuantum mekaniği sonsuz büyükler ve sonsuz küçükler alanlarında Newton fiziğindekinden bambaşka yasaların iş başında olduğunu göstererek insan zihninin dışında ve karşısında tek tip bir “dış dünya” olduğu anlayışını yerle bir ederken; biyoloji alanında da genetik destekli evrim kuramı ile ekoloji, paleontoloji ve primatoloji alanlarındaki bilgi birikimi, tektanrılı teolojilerin mirası “insanmerkezci kibri” ve salt üzerinde tahakküm kurulacak ve sonsuzca insan sömürüsüne açık insandışı varlık alanı olarak doğa anlayışını aşındırma yolunda dev adımlar atılmasını sağladı. Ama 20. yüzyıl insan bilimleri ve sosyal bilimleri çok uzun bir süre bütün bu gelişmeler karşısında büyük ölçüde kör ve sağır kaldı; bilim karşısındaki “sağlıklı” da olabilecek şüphecilik, maalesef büyük ölçüde “kayıtsızlığa” tercüme edildi. [1] C. P. Snow’un daha 1950’lerde İki Kültür kitabında teşhis ettiği bu kayıtsızlık (o bu kayıtsızlığın karşılıklı olduğuna da dikkat çeker; biliminsanları da edebi ve felsefi meselelerle çok üstünkörü biçimde ilgilenmişlerdir) pahalıya da mal oldu; özellikle fizik ve biyoloji alanında gerçekleştiğinden bahsettiğim devrim niteliğindeki atılımların muazzam felsefi ve metafizik içerimlerinin işlenmesi işini uzunca bir süre ya bilimsel donanımlarına kıyasla felsefi donanımları doğal olarak zayıf kalan biliminsanlarının kendileri (Heisenberg, Schrödinger vb.) üstlendiler ya da bu alan ucuz bir mistisizme teşne envai çeşit New Age figürü tarafından işgal edildi. Bir Foucault çapında, insan bilimlerinde onun yaptığı işi pozitif bilimler için yapabilecek düşünür çıkmadı.
Neyse ki son yirmi yıldır bu eğilimin tersine dönmeye başladığını gösteren güçlü emareler var: Demin de değindiğimiz gibi, baştan beri “disiplinlerarası” bir yapısı ve enikonu güçlü bir felsefi arka planı olan sinirbilimin ve onun öncüsü olarak “bilinç çalışmaları” disiplininin, ayrıca yine aynı dönemde muazzam bir ilerleme kaydeden “karmaşıklık çalışmaları”nın insan bilimlerinden gördüğü rağbet; özellikle fizik ve biyolojinin epistemolojik ve ontolojik kabulleri üzerine yapılan felsefi çalışmaların hem nicel hem de nitel olarak muazzam bir sıçrama yapması; öteden beri matematikle çok yakından ilgilenmiş Badiou’nun ve son dönemlerde fizik, özellikle de kuantum fiziği üzerine de yazma ihtiyacı duyan Zizek’in akademik camiadaki etkisi; gittikçe acilleşen ve politik bir çözüm bekleyen ekolojik sorunların da örtük basıncıyla hayvanlar, bitkiler ve hatta kayalar ve toprak gibi cansız nesneler üzerine tefekküre dalma ihtiyacı duyan düşünürlerin çoğalması (Bizde daha çok tanınan birkaç isimle örneklersem: De Landa, Haraway, Massumi, Michael C. Taylor, William Connolly, Mackenzie Wark, hatta Agamben vb.); daha genelde de eskiden münhasıran “kültür” üzerine odaklanan yüksek teorinin, feminist teorisyenlerin ve Deleuze’ün de etkisiyle önce “beden(liliğ)e”, sonra da daha önce ilgi ve merak konusu etmediği başka “doğal” [2] alanlara yönelmesi...
Sadece toparlayıcı bir özetin unsurları gibi görülmesini umduğum ve aslında her biri uzun şerhler düşülerek savunulması gereken bütün bu genel saptamaları, bir Blanqui kitabının sunuşunda yapma nedenime ancak gelebiliyorum. Doğa bilimleri karşısında yirminci yüzyılda uzun süre hüküm sürdüğünü söylediğim kayıtsızlıktan Marksizm ve anarşizm de paylarını almışlardı; sol fikriyat uzun süre burjuvazinin aslında tarihsel, toplumsal ve kültürel olan iktidar, tahakküm, şiddet vb. gibi birçok kurum ve davranışı “doğallaştırma”, doğaya havale etme veya “insan doğası”na bağlama yolundaki mistifiye edici eğilimine karşı haklı ve önemli bir mücadele verirken, pozitif bilimlerdeki “devrimci” eğilimler ve bunların beraberinde getirdiği düşünsel kazanımlarla teorik olarak hesaplaşma konusunda çok da dikkate değer bir performans sergileyememişti.
Halbuki Marksizmle anarşizmin ve sosyalizmin 19. yüzyıldaki öncülerinin önemli bir bölümünün pozitif bilimlerle çok yakın bir ülfeti vardı: Kropotkin coğrafyacı ve hayvanbilimciydi ve evrim kuramının ilk anarşist okumalarını gerçekleştirirken anarşiyi evrimle temellendirmeyi denemişti. Paris Komünü’nün önde gelen şahsiyetlerinden coğrafyacı Élisée Reclus’nün altı ciltlik L’Homme et la terre çalışması bugün ekolojinin kurucu metinlerinden kabul ediliyor.[3] Bilindiği üzere, Marx’ın doktora tezi ve ilk önemli metni “Demokritos ve Epikuros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Fark” başlığını taşıyordu ve sonraki eserlerinde de özgünlüğü ancak yirminci yüzyıl sonlarında tam olarak değerlendirilmeye başlayan ve bilimle tekrar ilgilenmeye başlayan son dönem düşünürlerinin hepsinin temel referanslarından biri olan bir “doğa felsefesi” geliştirmeyi sürdürmüştü. Engels’in bugün felsefi hamlığı ve “diyalektik” kavrayışının yetersizliği nedeniyle genellikle istihzayla okunan veya zikredilen Doğanın Diyalektiği bile döneminin bilimsel gelişmelerini yakından takip etmeye yönelik oldukça kaba saba ama samimi bir gayretin ürünü sayılabilir.
Bugün maalesef, Aykut Çelebi’nin derlememizdeki güzel yazısında dikkat çektiği gibi önemli sol kuramcılar tarafından bile yanlış bir biçimde, “komplocu” ve ”neo-Jakoben” eski moda bir devrimci olarak hatırlanan Blanqui’nin 1872’de Taureau Kalesi hapishanesinde kaleme aldığı Yıldızlardan Ebediyete kitabı işte bu geleneğin en şaşırtıcı halkalarından biri. İtiraf etmem gerekir ki bu kitabın varlığından şahsen ilk kez on yıl kadar önce, Eduardo Cadava’nın o müthiş Words of Light, Theses on the Photography of History (1997 tarihli bu kitabın çevirisini 2008’de Işık Sözcükleri adıyla yayımlamıştık) kitabını okuyunca haberdar olmuştum: Kapatıldığı hapishanede yıldızlar hakkında gayet ciddi bir astronomik metin yazan, Nietzsche’den önce bir tür “ebedi dönüş” fikrini ve kuantum fiziğinden çok önce ve bambaşka mülahazalara dayanarak “paralel evrenler” fikrini savunmuş bir devrimcinin yaşamış olması tam anlamıyla büyüleyici gelmişti bana (Cehaletin de etkisi olduğunu anlıyorum bu büyülenmede, zira Berna Kılınç bu kitaptaki yazısında “ebedi dönüş” fikrinin de, “paralel evrenler” fikrinin de tarihinin ne kadar eski olduğunu ve 19. yüzyılda ne kadar yaygın olduklarını anlatıyor gerçek bir bilim tarihçisi serinkanlılığıyla). Ama en çok da ne muazzam bir maneviyatı varmış bu Blanqui’nin diye düşünmüştüm. Kant’ın ta 1788’de yazdığı Pratik Aklın Eleştirisi’nin şu meşhur satırlarının bir kişide can bulmasıydı sanki karşımdaki: “Biz üzerlerinde sık sık ve düzenli olarak düşündükçe zihni hep yeni ve gittikçe artan bir hayranlık ve huşuyla dolduran iki şey var: Üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlâk yasası.” İçindeki ahlak yasasının basıncıyla devletin yasalarına karşı çıkarak devrimci olmuş birinin, üstelik de özgürlüğü devlet tarafından gasp edilmiş bir haldeyken, göklerdeki yıldızlara dair yazmasından daha maneviyat telkin edici bir şey olabilir miydi? Tam da bilimin pozitivizmle özdeşleştirilip eksik ve yanlış anlaşılmış bir “postmodernizm”in etkisiyle neredeyse bilime karşı kayıtsızlığın propagandasının yapılmaya başladığı bir kültürel ortama mütevazı bir müdahale kabilinden Metis Bilim dizisini başlattığımız sıralarda[4] Blanqui’yle tanışmak bana çok iyi gelmişti. Daha o zaman “acaba bu kitabı da bir şekilde bulup yayımlasak mı?” fikri düşmüştü zihnime.
O zamandan bu yana söz konusu dizide 26 kitap yayımlamakla kalmadık; pozitif bilimlerin mirasına farklı ve zihin açıcı perspektiflerden bakmayı deneyen çeşitli sosyal bilim kitapları da yayınladık: Ian Hacking’in devletin belirsizliği kontrol etmenin bir aracı olarak istatistik bilimine duyduğu ilgiyi odağa alan Şansın Terbiye Edilişi (2005), Manuel De Landa’nın insanlık tarihini jeolojik tarih ve biyolojik tarihle birlikte ele alan Çizgisel Olmayan Tarih (2006), Wallerstein ve Lee’nin içeriği adından kolayca anlaşılan İki Kültürü Aşmak derlemesi (2007), Stephen Kern’in kısmen konu da ettiği dedektif romanları gibi heyecanla okunan Nedenselliğin Kültürel Tarihi (2008), Donna Haraway’in aralarında ünlü “Siborg Manifestosu”nun da bulunduğu son derece özgün denemelerinden yapılan bir seçki niteliğindeki Başka Yer (2010), Sohn-Rethel’in Marksist gelenek içinde biraz sıradışı bir yerde durduğundan bazı meraklıları dışında çok kimsenin hatırlamadığı, bilim meselesiyle de yakından ilgilenen 1970 tarihli Zihin Emeği, Kol Emeği (2011), Kaushik Sunder Rajan’ın genom araştırmaları ile kapitalist piyasalar arasındaki ilişkiye dair etnografik bir çalışma niteliğindeki Biyokapital (2012) adlı eserleri ilk aklıma gelenler. Tabii Saffet Murat Tura’nın Şeyh ve Arzu’daki (2002) bazı yazılarda öne çıkmaya başlayan bilim-metafizik sorgulamasını son derece heyecan verici boyutlara taşıyan iki telif çalışması Histerik Bilinç (2007) ve Madde ve Mana’yı (2011) mutlaka ayrıca belirtmek gerekir.
Pozitif bilim okurlarıyla sosyal bilim okurlarını buluşturmayı hâlâ pek de başaramadığımızı, Batı sosyal bilimlerindeki “tekrar bilimle ülfet kurma” dalgasının henüz bizim kıyılarımıza vurmadığını şimdi bir tür liste çıkarıp gördüğüm zamanki netlikle olmasa da sezebiliyorduk az da olsa. O yüzden Fransızca editörümüz Savaş Kılıç –2012 sonları olsa gerek– bir sohbet sırasında Blanqui’ nin bu müthiş kitabının günümüzün en büyük düşünürlerinden, memleketimizde de epey okunan Rancière’in önsözüyle Fransızcada yeniden yayımlandığını bildirince, kafamızın bir yerlerinde duran projeyi artık ciddiye alıp şansımızı bir de bu kitapla deneyelim istedik; sosyal bilim metinleri ve sol siyasetin meseleleri ile ilgilenen okurlarımızın dikkatini pozitif bilimlere de çekebilmek için bir fırsat olarak gördük bunu. Bilimle ve bilim felsefesiyle yakından ilgilendiğini bildiğimiz Cemal Yardımcı bu metinleri çevirmek için biçilmiş kaftandı; o da çıkardığı işle güvenimizi bir kere daha haklı çıkardı.
Rancière son derece kompakt ama her zamanki gibi zihin açıcı Önsöz’ünde, “semavi ümitlerin yerine dünyevi gerçekliklerin bilgisini ve fethini geçiren bilimin ilerlemesine ve eğitimin yararlarına budalaca bir inancın çağı” olarak gördükleri 19. yüzyılı “basite alanlardan” söz ediyor; zaten yazısı bu fikre sahip olanlarla – Blanqui üzerinden– giriştiği örtük bir polemik mahiyetinde. Benim de bu yazının başlarında “kibir içeren hayret”ten bahsederken anlatmak istediklerimin dört dörtlük bir numunesini sunuyor bu yazıda. 19. yüzyıla bakınca sadece pozitivizme, eğitime ve mekanik determinizme duyulan safdillik derecesinde bir inanç görenlerin fena halde yanıldıklarını gösteren bir figür olarak ele alır Blanqui’yi ve Yıldızlardan Ebediyete metnini. Blanqui’nin esasen “bilimi kurulu düzenin hizmetine koşan bir din olarak gördüğü” pozitivizm ile paylaştığı şeyin ne olduğunu gayet güzel anlatır Rancière: “Bilimin meziyetleri konusunda Blanqui pozitivistler kadar net ve kuşkusuzdur. Komünizm gökyüzüne dair aynı bilgiyi paylaşan insanların eşitliğidir.” Ama biraz ileride bilimden siyasi bir kılavuz çıkarma gibi naif beklentileri olabilecek kişilere karşı, Blanqui’nin meramının aslında şu olduğunun altını çizer: “Egemen kesimin iktidarı kendisinden zorla koparılmazsa ve bu iktidarı asla geri alamayacağı şartlar sağlanmazsa, ne tarih kendi başına bir şey yapabilir, ne de Aydınlanma’nın gelişimi. Eşitlerin seyredip anlamaya çalıştığı gökler hiçbir tembel düşünceyi beslemez. Gökleri ne kadar incelerse incelesinler, orada ilahi bir kader de, adımlarını geleceğe doğru götüren bir evrim de bulamazlar.”
Ranciére’in bu müthiş incelikli önsözüne rağmen, metnin sonraki macerasını ve günümüz biliminin kazanımları açısından bakıldığında bilim tarihi içindeki yerini değerlendirecek telif yazılar da olmasını istedik. Aykut Çelebi uzun yıllar kimselerin hatırlamadığı bu ayrıksı metnin nüshalarını 1930’lu yılların ortalarında Paris ve Buenos Aires kütüphanelerinde uyukladıkları tozlu raflardan çıkaran iki kitap kurdunun, Borges’in ve özellikle de Walter Benjamin’in eserlerinin kılcal damarlarında bu metnin yarattığı derinlemesine etkinin izlerini sürüyor yazısında. Benjamin’in Paris Pasajları’nı yazmakla boğuştuğu dönemlerde yaptığı bu keşfin bütün çalışmanın kompozisyonunu nasıl etkileyip değiştirdiğini ince ince ve çok güzel anlatıyor. Berna Kılınç’ın yazısı ise metnin bilim tarihi içindeki yerini, 19. yüzyıldaki bilimsel faaliyetleri ayrıntılı ve zihin açıcı bir haritasını sunarak anlatıyor ve kitapta Laplace ile polemik içinde geliştirilen astronomi tezinin bugünün bilimsel bakış açısından ne derece savunulabilir olduğunu değerlendiriyor. Bütün bu yazılarla günümüz okurunun daha kolay ulaşabileceği bir perspektife yerleştirmeye çalıştığımız bu olağanüstü metnin fazlasıyla hak ettiği ilgiyi Türkiyeli okurlardan da göreceğini umabiliriz artık.
Bu tür sunuş yazılarında âdet olduğu üzere başkahramanın, yani burada Blanqui’nin hayatına dair biyografik bilgi vermeye girişmeyeceğim. Aykut Çelebi ile Berna Kılınç gerekli birçok bilgiyi veriyorlar yazılarında. Hem hayatı hem de siyaset, iktisat ve felsefeye nasıl baktığıyla ilgili daha fazla bilgi edinmek isteyen okurlarımız, Alan B. Spitzer’ın 2013 yılında Otonom tarafından yayımlanan Louis-Auguste Blanqui’nin Devrimci Teorileri çalışmasını okuyabilirler.
Bu derlemeyi, o kitabın çevirmeni, Kobani’de kaybettiğimiz devrimci yoldaşımız “Paramaz” Suphi Nejat Ağırnaslı’nın anısına adıyoruz.
Eylül 2015
Notlar
[1] Zaten bilim tarihçisi ve/veya kuramcısı olan Bachelard, Canguilhelm, Kojevé, Serres, Popper, Whitehead, Thomas S. Kuhn, Lakatos, Feyerabend gibi figürler ve onların dikkatli okurları olan, yapısalcılıkla ülfetleri nedeniyle en azından bazı bilimleri daha yakından takip ettikleri söylenebilecek Lévi-Strauss, Lacan, Foucault, Althusser ve Deleuze gibi majör isimler bunun istisnaları arasında sayılmalı elbette. Ama bu ikinci grubun okurlarının çok büyük bir çoğunluğunun pozitif bilimlerde olup bitenlere onlar kadar bile ilgi göstermediği söylenebilir pekâlâ. Haksızlık yapmayı göze alarak “onlar kadar bile” diyorum zira bu saydığım majör figürler de pozitif bilimlerle kendi “sistemleri”nin, daha doğrusu “antisistemlerinin” epistemolojik ve kavramsal ihtiyaçlarını karşıladığı kadar, kendilerinin başka yollardan ulaştığı sonuçları tahkim ettiğini düşündükleri ölçüde ilgilenmişler, ilgileri yeterince derin olmadığı için de Alain Sokal gibi mektepli bilim insanlarının alaya aldığı birçok bilimsel gaf yapmışlardır.Metne dön.
[2] Doğal kelimesi tırnak içinde, çünkü bu teorisyenlerin çoğu o eski insani veya kültürel-olan / doğal-olan karşıtlığını da sorunsallaştırıyorlar.Metne dön.
[3] Paris Komünü’nün en özgün tarihçilerinden Kristin Ross, Reclus’nün çocuklar için yazdığı Bir Derenin Tarihi kitabını Komün’ü anlamanın metaforu olarak kullanır: “Diyebiliriz ki Komün en iyi, Reclus’nün bu kitabında dağdaki dereye atfettiği niteliklerle anlatılabilir. Derenin büyüklüğü ve coğrafyası yaşanabilir boyutlardadır, yüce falan değildir. Ona göre dere seyrinin öngörülemezliği nedeniyle nehirden üstündür. Nehrin sel gibi akan suları, kendilerinden önceki binlerce galon suyun önceden oyduğu derin bir oluktan geçer; oysa dere kendi yolunu kendi açar. Ama tam da bu nedenle, dağdaki herhangi bir derenin gücü Amazon’unkinden kat kat fazladır” (Communal Luxury, Verso, 2015, s. 8-9. Şu sıralar çevirmekte olduğum bu kitabın Türkçesi önümüzdeki yıl Metis’ten yayımlanacak).Metne dön.
[4] Bu diziyi başlatma gereğini neden duyduğumuzu Semih Sökmen’le beraber anlattığımız “Metis Bilim Dizisine Başlarken” adlı yazı, dizinin ilk kitabı olan, 2004 tarihli Genin Yüzyılı’nın başında bulunuyor. Şimdiki sunuş yazısının giriş kısımlarında biraz daha genişleterek anlatmaya çalıştığım süreci daha özet ama Semih’in katkıları sayesinde daha komprime anlatan bu yazının bir yerinde, “varlığı merak etmenin, onu tanımanın, ona şaşırmanın başlı başına mistik bir deneyim olduğunu düşünüyoruz” demişken karşılaşmışım yani Blanqui’yle.Metne dön.