İrem Gerkuş, "Şiddet her ülkede sınıfsız ve ulussuz", K24, 1 Ekim 2015
Tüm dünyada kadına yönelik şiddet artıyor mu yoksa görünürlük mü kazanıyor? Şiddete bir kültür problemi olarak yaklaşmak onu meşrulaştırıyor mu, yoksa dünyanın neresine gidersek gidelim var olan ataerkil kültürün sebep olduğu kadına şiddetin üstü böyle mi kapatılıyor? Şiddet Batı’ya doğru gittikçe yok mu oluyor yoksa görünmez mi? Bir kadın olarak psikolojik veya fiziksel şiddete hangi gruba veya sınıfa mensup olunursa olunsun maruz kalınıyor. Çoğumuzun içine işleyen düşünce bunun cehaletle, eğitimsizlikle ve kültürlerle olan bağlantısı. Seksist reklamlarıyla kadınların üzerinde baskı kuran, siyasi ve ekonomik alanlarda kadınlara pek alan ve söz bırakmayan da aslında o “gelişmiş” dediğimiz Batı ülkeleri değil mi? Ya da kendi üstenci söylemleriyle kadına yönelik şiddeti Güney ve Doğu ülkelerinde rakamlarla ve zihniyet küçümsemeleriyle kadınlar adına mağdur edebiyatı yapanlar da onlar değil mi? Türkiye’de bile birçok noktada tanık olduğumuz şey de bu aslında, şiddet her yerde var oluyor, sadece bazı yerlerde üstü kapalı bir şekilde uygulanıyor, bazı yerlerde ise sokağa taşıyor. Kaç üniversite mezunu, yüksek makamlara ulaşmış, bilinçli dediğimiz insan sevgilisine psikolojik şiddet uygulamıyor, ataerkil baskı kurmuyor veya kaç kadın buna maruz kaldığında devletten gerekli yardımı alamayıp, toplumun ona bakışından – dul kadın, yalnız kadın, tehşirci kadın- korkup susuyor? Yakın Ertürk bu kitabında tüm coğrafyalara yayılmış, bir insan hakları sorunu olan kadına yönelik şiddeti önyargılarımızı yıkarak, ülke ülke raporladığı tecrübeleriyle bize yeni perspektifler sunuyor.
Yakın Ertürk 1980 yılında Cornell Üniversitesi’nde kalkınma sosyolojisi üzerine doktorasını tamamladıktan sonra uzun bir dönem ODTÜ’de Sosyoloji profesörlüğü ve Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı bölüm başkanlığı yapmış. Uzun yıllar Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü görevinde bulunan Ertürk, halen Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi üyesi olarak çalışmalarını devam ettiriyor. Ertürk, Sınır Tanımayan Şiddet kitabında tüm bu eğitimin verdiği deneyim ve farklı ülkelerdeki saha tecrübelerinden yararlanarak sınır tanımaz küresel bir olgu olan kadına yönelik şiddeti analiz ediyor. İnsan hakları alanındaki on beş yıllık birikimini kadın hakları özelinde Türkçe olarak da okurla buluşturuyor. Kitabın Türkiye’den çıkarak neredeyse tüm dünyayı dolaşan bir gözle yazılmış olması onu kadına şiddeti ele alan kaynaklar arasında farklı bir yere koyuyor.
Kadına şiddet konusunda artıyor gibi görünen farkındalık
Yazar, kadına yönelik şiddeti ülkeler bazında detaylandırmadan önce bu sorunsala dair kuramsal tartışmaları (soğuk savaş dinamikleri ve küreselleşme, insan hakları ve şiddet diyalektiği, kadına şiddet olgusu) kişisel tecrübe ve yaklaşımını aktararak kitabın planını çiziyor. Bu planda, kitap boyunca karşımıza çıkacak kadına şiddet olgusu, Soğuk Savaş sonrası dinamiklerle ivmelenen küreselleşme kavramının sonuçları ve dünyanın birçok yerinde değişen güç odakları, hiyerarşik yapılardaki önemli çözülmeler anlatılıyor. Böylece kadına şiddetin tarihsel, siyasi ve ekonomik olarak günümüze kadar kaydedilen aşamaları belirginleştirilmiş oluyor.
Özelleştirme ve liberalleşme politikalarıyla birlikte devlet ekonomik yetkilerini büyük ölçüde ulusötesi mekanizmalara devrederken vatandaşını piyasaya karşı koruma kapasitesini ve bununla birlikte sosyal devlet işlevini de yitiriyor. Devletin sosyal işlevindeki bu parçalanmaların önemli boşluklar doğurması ve bu boşlukları dolduracak sivil aktörlerin siyasette yerlerini alması insanlara özellikle ikinci dünya savaşı sonrası dönemde alternatif bir dayanışma ağı sundu. Tüm bu yapılanmalar ulusötesi ağlarla var olurken küreselleşmiş dünyadaki devlet yapısı varlığını sürdürdüğü için söz konusu ağlar devletlerle bir mücadele içine girdi. Kısacası, Ertürk yakın tarihten günümüze kadına şiddet konusunda artıyor gibi görünen farkındalığın devlet politikalarına ya da yasalara pek de yansımadığını, bu farkındalığı yaratanın, sivil aktörlerin, cinsiyet hiyerarşisinde mevcut eşitsizlik sisteminin kaynağı olan devletle verilen savaş sonucunda kazanılan haklar olduğunu çarpıcı örneklerle anlatıyor.
Yakın Ertürk, kadına şiddet konusunu ele alırken her ne kadar birçok farklı parametreden yararlansa da iki noktayı özellikle vurgulamış: Birincisi, “kadına şiddet vakalarını farkındalık diyerek geçiştirmek, sorunla mücadeleyi baştan kaybetmektir”; ikincisi ise kadına şiddet konusunu, mağduriyet, zararlı kültürel uygulamalar ya da “normalden” sapan erkek kimliği[1] gibi kalıplardan arındırarak yapısal eşitsizlikler çerçevesinde insan hakkı ihlali olarak kavramsallaştırmak gerektiği. Çünkü kadına şiddet azalmıyor, hatta Türkiye gibi birçok ülkede artmaya devam ediyor. Ülkenin doğusunda kadına şiddet, rakamlarla da görülecek bir şekilde artarken batısında ise pek görünür olmayan ve daha çok kapılar ardında yaşanan, erken kazanılan hakların artık siyasetin konusu olmamasıyla birlikte görünmez bir soruna dönüşüyor. Sivil aktörler, şiddetin azalması ve yasaların daha koruyucu bir hale gelmesi için uğraşırken hegemonya –devlet, patriyarka– ikna gücünü yitiriyor; buna bağlı olarak baskı ve şiddetin dozu artmaya devam ediyor. Bu da Ertürk’ün de belirttiği gibi bozulan düzen ortamının şiddet ile sağaltılmasına uğraşan bir diyalektiğe işaret ediyor. Ve bu baskı sonucu artan şiddetten en çok etkilenen de yine kadınlar oluyor.
Eski sorunlar yeni yaklaşımlar
Kitabın ilk bölümünde, yazarın bizzat görev aldığı Birleşmiş Milletler’de küresel kadın hareketine olan bakışı ve süreç içerisinde bu hareket içinde aldığı yeri tüm gelişmeleriyle adım adım izliyoruz. Birleşmiş Milletler kurulduğunda BM antlaşmasını imzalayanlar arasında sadece ABD, Çin, Brezilya ve Dominik Cumhuriyeti’nin delegasyonlarında birer kadın delege bulunmaktaydı. ABD temsilcisi Elenor Roosevelt’in “Dünya Kadınlarına Açık Mektup” başlıklı metni okumasıyla kurulan Kadın Statü Alt Komisyonu’nun 1946 yılında Ekonomik ve Sosyal Konsey’e bağlı Kadının Statüsü Komisyonu’na çevrilmesi sonucu, kadınların sorunları ilk defa uluslararası gündeme taşınmış oldu. BM’yi kuruluşundan günümüze kadar farklı zaman dilimlerine ayıran Ertürk, ilk evrede İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde cinsiyet-duyarlı bir dil yaratmak adına “all men” ifadesi yerine “all human beings” olarak değiştirildiğinden bahsediyor. En başta BM’nin kendi iç örgütlenmelerini ve düşünce yapılarını değiştirme girişimiyle başlayan bu süreç, pek çok düzenleme ve antlaşmayla günümüzde sınır tanımayan bir şekilde, başka ülkelerdeki insanları örgütleyebilecek noktaya gelmiş. Kitapta bahsedilen uzun kurumsal süreçlerin, insanı bu tür bürokrasilerden soğutan ve bunlara olan güvenini sarsan bir yanı olsa da özellikle 1979 CEDAW İnsan Hakları Sözleşmesi’yle büyük bir ilerleme kaydedildiğini Ertürk yadsınamaz bir şekilde gözler önüne seriyor.
Ertürk, kitap boyunca CEDAW İnsan Hakları Sözleşmesi üzerinde çok duruyor: CEDAW (Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Bertaraf Edilmesine Yönelik Sözleşme) 1970’lerde insan haklarının özellikle ataerkil tahakkümün henüz yeterince sorgulanmadığı, birçok ülkede kadınların seçme seçilme hakkını yeni kazandığı bir dönemde hukuki eşitlikten bahsederek “kadınların uluslararası anayasası” olarak tanımlanıyor. 188 ülke tarafından kabul edilmesinin de etkisiyle kadınlara karşı ayrımcılığın ne olduğunun ve bunlara karşı önlemler alınması gerektiğinin hukuki bir metne dönüşmesi birçok ülkedeki kadın hareketleri için önemli bir referans gelişme oluşturuyor. Ertürk’ün yaptığı vurgularla da anlıyoruz ki bu sözleşmenin ayrımcılığın temelinde yatan kadın-erkek kimliklerine dair sosyo-kültürel değerleri ve kalıpları sorgulayan tavrı Küresel Kadın Hareketi’ne çok şey kazandırmış. Benim de kitapta en can alıcı bulduğum kısımlardan biri bu. Kadınları homojen bir grup olarak ele almak hatalıdır çünkü bazı kadın grupları ayrımcılık bakımından daha savunmasız bir konumdadır. Örneğin, azınlık grubuna mensup kadınlar, yerli kadınlar, mülteci ve göçmen kadınlar, kırsalda veya uzak topluluklarda yaşayan yoksul kadınlar, insan ticareti mağduru kadınlar, hapishanelerdeki kadınlar, engelli kadınlar; düşman işgali, sıcak savaş, iç savaş ve terörizmle karşı karşıya kalan kadınlar… Bu tarz gruplamalarla ne kadar görünürlükleri artırılmaya çalışılsa da Ertürk’ün de getirdiği bir eleştiri olarak şunu söyleyebiliriz: İnsan hakları sisteminin soyut, fazlasıyla hukuki bir dile sahip ve sıradan kadının gündelik yaşamına uzak olduğu gerçeği, bu kadınlara ulaşma ve yaşamlarındaki zorluklarda yanlarında olma sürecini giderek zorlaştırıyor. Belki biraz da sistemin getirdiği bir durum olarak ünlü, varlıklı bir kadının kocasından dayak yemesi sansasyonel bir durum olarak anasayfa haberi olurken, bu gruplardan herhangi birine dahil olan kadınların gazetede kapladıkları alan küçülüyor ya da bu şiddet vakaları rakamsal bir veriye dönüşerek onları görünmez kılıyor. Kitabın ikinci kısmında, Ertürk’ün raportörlüğü sayesinde birçok ulusa ulaşıp bu kesimlere dair verileri görünür kılması çok değerli. Örneğin, edinilen verilerle, özellikle sıcak savaş ve iç savaş gibi durumlarda savaş enkazı olarak görülen kadına yönelik tecavüz, cinsel istismar artık bir insanlık suçu olarak “cinsel şiddet” ve “soykırım suçu” olarak ele alınıyor.
Seçilmiş ülkeler
Kitabın büyük bir bölümünü oluşturan belki de en çok merak uyandıran kısımlar Ertürk’ün raportörlüğü boyunca saha çalışmasında bulunduğu ve kitabında yer verdiği on ülke: El Salvador, Guatemala, İşgal Altındaki Filistin Toprakları, Rusya Federasyonu, İran, Türkiye, Hollanda, İsveç, Gana, Demokratik Kongo Cumhuriyeti. Her ülke belli bir sorun üzerinde yoğunlaşılarak rapor ediliyor. Örneğin Türkiye, doğudaki intihar artışına bağlı olarak ele alınıyor. Tüm ülkeleri yakın tarihine ve ülke koşullarına odaklanarak ele alıyor Ertürk. Elde ettikleriyle doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine şiddet her ülkede sınıfsız ve ulussuz. İşaret ettiği farklılıklar sadece şiddetin var olma pratikleri, verdiği zararın büyüklüğü ve kadınların bu şiddetle baş etme yollarında.
Ertürk’ün karşılaştığı en büyük üç problem: kültürcü söylem, mağdur-merkezci yaklaşımlar ve ev/kamu ayrımı. Her ülkenin “bizim kültürümüzde” diyerek başlayan cümlelerine tüm deneyimleri okuduğumuzda verecek tek cevap “evet bir kültür var, o da ataerkil kültür” oluyor. El Salvador’da ucu ölüme kadar giden cinsel şiddet fiillerinin mağduru birçok genç kadını anlatırken, İsveç’te de hem çalışma hayatında hem de gündelik hayatta psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalan kadınlardan bahsetmek mümkün. İkinci olarak kadınları korunmaya muhtaç, zayıf ve zavallı yaratıklar olarak gören mağdur-merkezci yaklaşımlar çözümü merhamet gibi kişisel insiyatiflerde buluyor. Aslında “güçlenme” yaklaşımıyla hareket ederek kadınların doğaları gereği zayıf oldukları için değil toplumsal değerlerden doğan erkek-egemen yapı nedeniyle baskı gördüğü vurgulanmalıdır. Son olarak ev ve kamu ayrımının yarattığı sorunların her ülkede vuku bulması özellikle evdeki şiddete müdahaleyi zorlaştırıyor. Her ne kadar kamuya müdahale daha ulaşılabilir gözükse de Hollanda gibi aktif özgürleşme politikası yürüten bir ülkede bile seks işçileri ve mülteciler için şiddet problemleri azımsanmayacak düzeyde.
Peki hangi kadınlar?
Yakın Ertürk, kadınların homojen bir grup olmadığını, bazı kadınların dahil oldukları gruplardan dolayı daha fazla ayrımcılığa maruz kaldıklarından bahsediyor. Fakat bu gruplamayı yaparken trans, lezbiyen ve biseksüel kadınları ve seks işçisi kadınları dahil etmiyor araştırma sonuçlarına. Oysa özellikle trans kadınların maruz kaldıkları şiddet uzun yıllardır çoğunlukla ölümle sonuçlanmıştır: Son yedi senede tüm dünyada en az 1731 trans birey öldürüldü.1 Öldürülenlerin %65’i seks işçisiydi. Trans cinayetleri sıralamasında dokuzuncu sırada olan Türkiye’de de anaakım medyada görmezden gelinen fakat alternatif haber ağlarından ulaşabildiğimiz trans cinayetleri ve trans kadınlara yönelik şiddet kamusal alanda, özel alanda ve ülke ülke, şehir şehir sınır tanımadan devam etmekte. Özellikle zihniyet muhafazakârlaştıkça ve görünürlükleri arttıkça yolda görüp “varlığından rahatsız oldukları” için ya da ilişkiye girdikten sonra pişman olup, para konusunda anlaşamayıp karşısındakini öldürme cesaretine sahip insanlar azımsanmayacak sayıda. Bunun yanı sıra trans cinayetlerinin dikkat çekilmesi gereken bir diğer yanı da “ahlak” ve “namus” algısını belirginleştirmesi. Örneğin Özgecan cinayeti işlendiği zaman birçok insan bu konu hakkında çok duyarlı olup (ki olmaları gerekiyordu) sosyal medyada ve anaakım medyada paylaşımlarda bulundu. Herkesin söyleminde yatan ana argümanlardan biri Özgecan’nın masum bir genç kız olması ve sadece gece okuldan evine dönerken bu korkunç olayı yaşaması idi. Oysa aynı saatlerde işe çıkan veya sokakta dolaşan onlarca trans kadın ise, söz konusu tepkiyi gösterenlerin bir kısmı için, hatta birtakım kadınlar için tecavüze uğramayı ya da şiddet görmeyi hak ediyor olabilirdi. Bu da gösteriyor ki şiddete olan duyarlılık kadınlar arasında bile ahlaki normlara göre şekilleniyor. Yazarın trans kadınları azınlık gruba mensup kadınlara kattığını varsaysak bile, gördükleri şiddet, bana kalırsa, ayrı bir grup olarak ele alınmalarını gerektirecek kadar ciddi bir düzeyde.
Sınır Tanımayan Şiddet kitabında kadına yönelik şiddetin tarihsel, sosyo-kültürel, siyasi ve ekonomik bağlamlarından yola çıkan Ertürk, dünya kadınlarının küresel bir güce dönüşen hak mücadelelerini oldukça detaylı bir şekilde ele alsa da kadına şiddetin görünür sorunlarından biri olan trans kadınlara ve seks işçisi kadınlara pek değinmiyor. Hem feministler hem de sosyal bilimciler için çok zengin bir kaynak olan kitap, Ertürk’ün bu gruplarla ilgili bilgi ve tecrübelerini belki bir sonraki basımında ayrı bir başlık olarak kitaba dahil etmesiyle daha kapsamlı bir kaynak haline gelecektir.
Notlar