Sunuş: Türkiye’de ve Dünyada Dönüşen Sermaye-Ulus-Devlet Karşısında Yerelötesi Müşterekler Siyaseti *, s. 9-15
Atina’daki 2008 sonundaki isyanlarla öncüllenen, 2011’de ise Tunus’tan Tahrir’e, oradan İspanya’da Plaza del Sol meydanına Akdeniz havzasının neredeyse tamamında yaşanan ve Wall Street İşgali’ ne, Gezi Parkı Direnişi’ne, Brezilya’ya ve Hong Kong’a kadar uzanan devrimci ayaklanmaların hepsinde, ister askeri gücün desteklediği diktatörlüklere, ister neoliberal kemer sıkma politikalarının uzman (teknokrat) destekli rejimlerine karşı olsun, dile getirilen en tmelde bir özgürlük ve eşitlik beyanıydı. Kuşkusuz toplumsal ayaklanmaların her biri fazlabelirlenmiş (overdetermined) birer özgün vaka olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. Buna karşılık, yatay siyaset yöntemlerini hayata geçirme ve otoriter rejimlerin ekonomik, siyasi ve kültürel veçhelerine karşı demokrasinin derinleştirilmesini talep etme özelliklerinde ortaklaşıyorlar. Bu ayaklanmalar, özellikle de hayata geçiriliş şekilleriyle, –hareketin temel amacı özgür ve adil bir seçim sistemi talep etmek ya da kendini seçimlerde bir temsil odağı olarak konumlandırmak olduğu hallerde bile– seçimlere dayalı siyasetin mevcut ve sınırlı katılım kanalları tarafından kapsanamayacak yeni bir popüler, katılımcı ve yatay siyaseti dile getiriyor ve uygulamaya sokuyor.
Susan Buck-Morss, 31 Ekim 2013’te Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği ve bu derlemeyi de açan konuşmasında tam da zincirleme olarak ortaya çıkan ve çıkmaya devam eden bu ayaklanmalar dizisini anlamlandırmaya, kuramlaştırmaya çalışıyor. [1] “Yeni bir siyaset uzamına kapı aralayan küresel bir olay” olarak tanımladığı bu kitlesel halk gösterileriyle birlikte küresel siyasal arenaya, adını “küresel kalabalık” olarak koymayı tercih ettiği, yeni bir aktörün, yeni bir “iktidar bloğu”nun çıktığı tezini öneriyor, Buck-Morss. Yazısında hem küresel kalabalığı muhalif tahayyülde bilinen diğer siyasi aktör figürlerinden (örn. güruh, proletarya, çokluk) ayırt ederek elverdiğince somutlaştırıyor, hem de bu kalabalığın kendini karşısında konumladığı (farklı bağlamlarda tezahür etseler de şaşırtıcı bir benzerlik sergileyen) iktisadi ve siyasi süreçlerin kapitalist ve otoriter niteliklerini betimliyor.
Küresel Kalabalık ve Öncülleri
Aslında Buck-Morss’un çizdiği ana çatışkı ekseninin bir tarafında sermaye-ulus-devlet [2] üçlüsünün 1970’lerden beri geçirmekte olduğu küresel dönüşüm, diğer tarafta ise bu dönüşüme koşut olarak ve belli ölçüler içinde bu dönüşüm sayesinde oluşan ama bu dönüşümün aktörlerinin çizdiği ve seçeneksiz olduğu iddia edilen gelecek senaryosuna karşı bir reddiye olarak vücut bulan toplumsal bir irade yer almaktadır. Kuşkusuz 2011’de sahneye çıkan küresel kalabalığın, diğer muhalif aktör figürlerinden önemli farkları olmasına rağmen, tamamen öncülsüz bir şekilde ortaya çıktığını söylemek mümkün değil. Hiç yoksa, 1999’da Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü’ nün toplantısı sırasında kapitalist küreselleşmekarşıtı ve alternatif küreselleşme protestoları dindar toplumsal adalet gruplarından sendikacılara, Güney Korelilerden Kuzey Amerikalılara, anarşistlerden anaakım çevreci STK’lara kadar çok geniş yelpazedeki grupları yan yana getirmişti (St. Clair 1999). Burada atılan işaret fişeği 11 Eylül’den sonra ivme kazanarak küresel ölçekte bir savaş karşıtı harekete dönüşmüş, ancak ABD’nin Irak’ı bombalamaya başlamasının ardından devletin ideolojik ve baskıcı aygıtlarıyla organize edilen son derece güçlü bir sağ dalgayla birlikte sekteye uğramıştı. O güçlü sağ dalganın en merkezinde sermayenin petrol ve silah endüstrisi odaklı kesimleri yer almaktaydı (Nitzan ve Bichler 2006). ABD Merkez Bankası’nın neredeyse 2008’deki finansal krize kadar (ve bu krize neden olan aşırı risk koşullarına da yol açan) genişlemeci düşük faiz politikası, ABD federal hükümetinin, küresel talebin %20’sini sağlayan ABD halkının (anımsarsanız Bush 11 Eylül’den sonra “Bugün alışverişe çıkmak vatansever bir görevdir!” diye buyurmuştu) ve uluslararası arenada “yükselen piyasalar” olarak tanımlanan ülke hükümet ve halklarının (örn. Türkiye, Brezilya, Meksika) kolay borçlanabilmelerini sağladığı ölçüde, güçlü sağ dalgaya ekonomik bir zemin sağlamıştı. Borçlanmayla sağlanan refah artışı kapitalist küreselleşmenin meşruiyetini pekiştirmiş, belli bir “korku ekonomisi” üzerine inşa olan terörle mücadele ve güvenlik söylemleri Irak ve Afganistan’da yürütülen emperyal işgallere geniş kapsamlı bir toplumsal desteği (ya da en azından muhalefetsizliği) Küresel Kuzey’in neredeyse tüm ülkelerinde örgütlemeyi başarmıştı.
Küresel Kuzey’deki bu sağ dalganın karşısında, Güney Amerika’da halklar 21. yüzyılın ilk onyılını, ülkeden ülkeye farklı vurgular içermekle birlikte, radikal sol, sosyal demokrat ve sosyalist partileri iktidara taşıyarak geçirdi. Kıta’nın bir ucunda 2000’lerin başında tarihinin en derin ekonomik krizi sonrasında IMF ve Dünya Bankası’ndan koparak kendini haklar odaklı ve sosyal demokrat vurgulu bir yeniden inşa rejimine oturtan Arjantin; arada son derece güçlü ve yaygın bir Topraksızlar Hareketi ve Dayanışma Ekonomisi deneyiminin eleştirel desteğiyle iktidara gelen Lula ve İşçi Partisi; diğer ucunda ise petrolden kaynaklanan gelirlerini yoksulluğun ortadan kalkması için seferber eden Chavez’in Venezüellası son derece zengin bir deneyim yelpazesi oluşturuyor ve tüm yerküreye kapitalizmin alternatifsiz olmadığını anımsatıyordu.
11 Eylül’ün hemen ertesinde çıkarılan ve sivil hakları tehlikeli bir şekilde kısıtlayan (ve Türkiye’de yeni yasallaştırılmış olan İç Güvenlik Yasası’nın bir benzeri olan) Anavatan Güvenlik Yasası’na, Ebu Gureyb ve Guantanamo’daki tutsaklara uygulanan işkencelere ve uzayan Afganistan ve Irak işgallerinin beşeri ve ekonomik maliyetlerine duyulan muhalif tepkiler tam savaş karşıtı bir platformla başkanlığa adaylığını koyan Obama’nın çevresinde belirli bir hareketlenmeye tahvil olmak üzereyken, 2008 finansal krizi patlak verdi. ABD ve Avrupa ekonomilerinin 2001’den beri süren genişleme döneminin etkileri nasıl küresel ölçekte tecelli ettiyse, 2009’dan itibaren bu ekonomilerin aniden daralmaya başlamalarının (bazıları okura beklenmedik ve şaşırtıcı gelebilecek) etkileri de küresel ölçekte kendini hissettirmeye başladı.
Zamandaşlık olarak Küreselleşme
Susan Buck-Morss makalesinde kalkınma teorilerinin ülkeleri ileri / geri olarak sınıflandıran zamansal muhayyilesinin yetersizliklerine dikkat çekerek, küresel kalabalığı anlamak için hepimizin aynı zaman kuşağında bulunduğumuz önkabulüyle hareket etmemizi öneriyor. Böylesine bir zamandaşlık önkabulünün bir mümkünlük koşulu tarihsel kapitalizmin halihazırda kendini küresel ve birleşik ilişkiler ağı olarak kurmasıdır. Kuşkusuz buradaki zamandaşlık hali türdeş ve yekpare bir zamansallık değildir. Meta piyasaları ve finansal piyasalar derin ve yaygın bir birleşik ağ oluşturmaktadır, ama bu ağın içindeki herhangi bir düğüm noktasındaki bir kriz diğer odaklarda farklı ve çelişkili etkiler yaratabilir. Örneğin ABD ve Avrupa’ da talebin daralması, buralara tüketim mallarını ihraç eden “yükselen piyasaları” zor durumda bırakacaktır. Öte yandan, bu talep daralmasına ve genel olarak ekonomik yavaşlamaya karşı ABD Merkez Bankası’nın uzun vadeli genişlemeyi öngören para politikası, aynı “yükselen” ulus-devletlere (2008 çöküşünden sonra da) görece ucuz kredi aktarımını mümkün kıldığı ölçüde bu ulus-devletlerin egemenliklerini güçlendirmeleri ve pekiştirmeleri için oldukça elverişli koşullar sağlamıştır.
2000’in başlarında deneyimlediği derin finansal ve siyasal krizin arifesinde, bankacılık sistemi ve makro ekonomik kurumsal yapısında (Dünya Bankası’ndaki görevini bırakıp Türkiye’ye gelen Kemal Derviş’in idaresinde) kapsamlı bir reformdan geçen Türkiye hem küresel sağ dalganın genişlemeci nimetlerinden, hem de kriz sonrası konjonktürden, değerler akışını başarılı denebilecek bir şekilde sürdürerek, hem ulusal hem de bölgesel ölçekte egemenliğini pekiştirerek çıktı. Öyle ki, 2013 Haziranı’nda önce Türkiye’de, hemen ardından Brezilya’da ayaklanmalar patladığında, Slavoj Zizek yazdığı kısa bir yorum yazısında “cennette sıkıntı” tabirini kullanarak, ayaklanmaların ekonomik olarak son derece başarılı görülen, krizin “teğet geçtiği” iddia edilen bu “yükselen piyasalar”da patlamasının nedeninin kapitalizmin başarısızlığında değil, tam tersine başarısında aranması gerektiğinin altını çiziyordu (Zizek 2013). Keza kapitalizmin Türkiye’deki başarı hikâyesinin karanlık arka yüzünde kangrenleşmiş bir çift haneli genç işsizliği oranı, neredeyse her gün gerçekleşen iş cinayetleri, beyaz ve mavi yakalı emekçi katmanlarının giderek artan borçlanma hali ve kadına yönelik yükselen bir toplumsal şiddet ortamı yer alıyor. Bunlara ek olarak bölgede dört ulus-devlet (Türkiye, Irak, Suriye ve İran) arasında dağılmış olmalarından, 1990’lardaki zorla yerinden etmeler ve zorunlu göç dolayımıyla Batı Türkiye’nin metropollerine akarak işgücü piyasasını beslemelerine kadar uzanan farklı boyutlarıyla Kürtler üzerindeki kültürel, siyasi ve ekonomik baskı (tüm belirsizlikleriyle Çözüm Süreci içinde bile) sürüyor. Diğer taraftan, Cumhuriyet-sonrası İstanbul ve 1980-sonrası Anadolu çeşitleriyle sermayenin derinleşen birikim ve hırçınlaşan mülksüzleştirme süreçlerinden kaynaklanan ekolojik yıkım ve kentsel yerinden edilmelerin yol açtığı toplumsal çatışkılar giderek artıyor.
Derlemedeki yazılar burada çizilen küresel tablonun içinden Türkiye’nin özgül bağlamını anlamlandırmamıza yardımcı olabilecek, kelimenin gerçek anlamıyla disiplinlerarası bir zemin üzerine işlenmiş müdahaleler. Bu bağlamı farklı bakış açılarından kuşatmalarına rağmen aslında hepsinin ortaklaştığı iki ana eksenden söz etmek mümkün. Birinci eksen Buck-Morss’un dönüşmekte olan ulus- devlet-sermaye üçlüsü ile onun karşısında hem yerelötesi müşterekleri korumak üzere irade belirten hem de kendisini yerelötesi bir müşterek olarak kuran küresel kalabalık arasındaki çatışkı hattının ve bu hattın Türkiye’de 2013 Haziranı’nda somutlaştığı Gezi Parkı’ nın içinden geçiyor. Bu birinci eksen ile iç içe geçen, karmaşık ve çatışkılı bir eklemlenme ilişkisi içinde somutlaşarak onu dikey kesen ikinci eksen ise 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin sermaye-ulus-devlet dizilişinin toplumsal dokudaki dönüşümleri ihtiva edememesinden kaynaklanan derin krizle oluşan tarihsel bir kopma / kırılma hattında vücut buluyor.
* Yorum ve katkıları için öncelikle Müge G. Sökmen olmak üzere Kenan Erçel, Lara Fresko ve Ceren Özselçuk’a teşekkür ederim. Özellikle Müge G. Sökmen ile derleme sürecinin çeşitli safhalarında gerçekleştirdiğimiz sohbetler bu metnin kimyasının oluşumunda önemli rol oynadı. Kuşkusuz, yazıdaki fikir ve hataların sorumluluğu bana aittir.
Notlar
[1] Buck-Morss’un konuk olduğu Boğaziçi Üniversitesi’nin düzenlediği Boğaziçi Chronicles programının bir başka konuğu olan düşünür Michael Hardt da 21 Mayıs 2014’te verdiği “Bütün o liderler nereye kayboldu?” başlıklı konuşmada aynı ayaklanmalar dizisini anlamlandırmaya çalışıyordu. Konuşmada Marx’a atfederek anımsattığı “köstebek” metaforu bu ayaklanmaların satıhtaki “süreksizliğini”, ama birbirleriyle olan bağlantısını bir nebze de olsa anlamlandırmamızı mümkün kılar. Marx’ın 19. yüzyıl Avrupası’ndaki devrimler zincirini yorumlarken kullandığı bir metafor olan köstebek, aralıklarla yeryüzüne çıksa bile yeraltında olduğu süre boyunca çalışmaya ve yol almaya devam etmektedir. Bir başka söyleşide meramını şöyle açıklar Hardt: “Gerçi bu çalışkan köstebeğin doğal imgesinin bana pek de doğru gelmediğini itiraf etmem gerekir ama yine de bu, gizli sürekliliğin kavranması açısından çok güzel bir metafordur. Bense devrimci hareketlerin daha çok, gecenin karanlığında farları kapalı vaziyette hız yapan arabalar olduğunu söyleyebilirim. Bir sokak lambasının altından geçerken onu bir anlığına görürsünüz, sonra yok olur ancak daha ileride yolun aşağısında tekrar belirir. Bu metafor, devrimci sürecin içerdiği tehlikenin ve hatta kimi zaman da atılganlığının bir hissini vermesi açısından daha yararlıdır. Bence her durumda, zamansal ve uzamsal bağlamlar içindeki bu gizli süreklilikleri fark etmek önemlidir. Sözgelimi 1999’da Seattle’da gerçekleşen ve sonra yok olan şey 2011’de Wall Street’te çok daha ileri bir düzeyde ortaya çıktı ve 2011’in başlarında Tunus ve Kahire’de başarılanlar bu yılın ilerleyen zamanlarında Madrid ve Atina’da yeniden belirdi. Böylesi süreklilikleri iddia etmek yeterli değildir ama iyi bir başlangıçtır” (Hardt 2012). Metne dön.
[2]
Kojin Karatani modernite ve sonrasında ulus, devlet ve sermayenin farklı toplumsal yapılarda birbirinden ayrılmaz bir üçlü olarak iç içe geçen bir şekilde oluştuğunu ve farklı dönemselliklerin bu üçlünün değişik düzenlenişleriyle anlaşılabileceğini öneriyor (Karatani 2009). Bu üçlü aslında Karl Polanyi’nin birleşme biçimleri olarak adlandırdığı cemaat (ulus) yapıcı karşılıklılık ilişkileri, devlet yapıcı merkezi yeniden dağıtım ilişkileri, piyasa ve sermaye oluşturucu mübadele ilişkilerine tekabül ediyor. Bu üçlü kavramsallaştırma kapitalizmi sadece piyasalar üzerinden yürüyen sermaye ilişkileri ile değil, (hayali) cemaat yapıcı ulus, cemaat, kavim, millet bağları ve kurumsallaştırıcı ve düzenleyici devlet işlevleriyle birlikte çözümlemeyi mümkün kılıyor. Burada önemli olan sermaye-ulus-devleti bir üçlü olarak, hiçbir ögeyi diğerlerine indirgemeden, ögelerin düzenleniş biçimlerindeki farklılıkları özgül tarihsellikleri içinde çözümlemeye özen göstermek. Son olarak, Karatani bu üç ilişkilenme biçimi ve onların farklı düzenlenişlerinin karşısına etik ve düzenleyici bir ideal olarak Marx’ın komünizm anlayışına yakın olan ortaklaşma (associationism) ilişkisini koyar. Bu anlamda Sunuş’un başlığındaki yerelötesi müşterekler siyaseti tam da Türkiye’nin dönüşmekte olan sermaye-ulus-devlet üçlüsünün yeni düzenlenişine karşı örülen yeni bir yaşama işaret etmektedir. Metne dön.