| ISBN13 978-605-316-001-4 | 13x19,5 cm, 320 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Giriş Bölümünden, s. 15-18 Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan... Sosyal bilimcilerin adeta kaderidir cevapları itibariyle bunlara benzeyen soru(n)larla uğraşmak. Tabii kendi dillerince, kendi dertlerince... Yaşamın özneleri olarak bireylerin mi tarih yapımında esas aktör oldukları yoksa içinde yaşadığımız sistemin mi bizleri belirlediği işte bu sorulardan biri. İçinden çıkılması güç bir ikilem. Neyse ki, sosyal bilimciler bu soruya çokça cevap vermişler; fakat sadeleştirmek adına buradan türeyen tartışmaları iki cephede özetlememiz mümkün: Bir yanda, toplumu (sosyal sistemi) belli birtakım işlevleri olan altsistemler ile bu altsistemler arasındaki ilişkiler esasında inceleyen, bu vesileyle makro tabir edilen kavramlarla iş gören, Durkheimcı fonksiyonel sosyolojinin mirasçısı Talcott Parsons’un geliştirdiği sistem teorisinin izleyicileri mevcut. Sistemci teorisyenler, özetle dil, kültür, politika, din vb. kategorilerden oluşan alt birimlerin meydana getirdiği toplumsal bütünlüğün inşasında ve dönüşümünde bireylerin rolünün asgari düzeyde olduğunu kabul ediyorlar. Diğer yanda ise sistem yaklaşımının aktörü sosyal yapı içinde etkisizleştirmesini eleştirerek, öznenin toplumsal formasyonun inşasına aktif şekilde katıldığını öne süren, bu nedenle de öznenin yapıp etmelerini “mikro düzey” kavramlarla irdelemeyi öneren araştırmacılar var.[1] Bu tartışmalardan bir sosyal bilim alanı olarak siyaset bilimi de nasibini almış elbette. Zira siyaset bilimi ile sosyolojinin kesişim noktasında, yapı’ya daklanan incelemeler, toplumsal çatışma dolayımıyla inşa edilen iktidar mücadelelerinin kavramsal çatısını devlet, ulus, sınıf, ideoloji, kültür gibi makro düzey analizlerin konusu olan soyutlamalara; faile [2] odaklanan incelemelerse, bireylerin bu soyutlamaların temel taşını oluşturduğu olgusundan hareketle, söz konusu aktörlerin mevcut soyutlamaları gündelik yaşamın içinde nasıl yeniden şekillendirip inşa ettiklerini araştıran süreçlere ve anlamlandırma mekanizmalarına odaklanmaktalar. Bu bağlamda, mikro ve makro analiz düzeylerinin içini dolduran siyasi yapı ile siyasi eylem karşı karşıya getirilmekte. “Sokak Siyaseti: Siyasalın Gündelik Kuruluşu Bağlamında Bir İnceleme” isimli bu çalışma ise siyasi yapı ile siyasi failler arasında kurulan bu ikilikte “kurumsal politik mekanizmaların sağladığı olanaklar (siyasi seçimler, yasal olarak tanımlanmış toplantı, yürüyüş hakları gibi) saklı kalmak koşuluyla, gündelik yaşamın akışı içinde “Sıradan insanlar politik süreçlere nasıl ve hangi araçlarla katılırlar?” sorusuna yanıt arıyor. Dolayısıyla konumuz aslında gündelik yaşam sosyolojisi ile bire bir flört halinde. Bu itibarla, çalışma üç temel varsayımı içinde barındırıyor: Bunlardan ilki siyasetin bir inşa/kuruluş süreci olduğu. İkincisi, bu inşanın gündelik yaşam içinde sürekli olarak yıkım ve yapıma maruz kaldığı. Üçüncüsü ise, siyasetin gündelik inşasının hem mekânsal hem metaforik bir toplumsal örüntünün adı olarak sokağın içinde şekillendiği. Çalışmamın özünü oluşturan varsayımların bir dizi başka tartışmayı beslediğine ise ayrıca dikkat çekmek istiyorum. Zira bahsini ettiğimiz siyasi yapı-siyasi fail ikiliğinin yarattığı gerilimde belirleyici tarafın hangisi olduğu yönündeki ucu açık soruyu her iki cepheden de yanıtlayabilmenin yollarını bulmak için hem birtakım kavramlara hem de mevcut kavramları sorunsallaştırmaya ihtiyacımız var. Bu bağlamda “siyaset” ile “siyasal (olan)” arasında bir ayrışmaya giderek, siyasi pratiği taraflar arasında süregiden bir “alan tutma mücadelesi” olarak düşündüğümü, sıradan insanın ürettiği “sokak siyasetini” ise bu alan çatışmasının bir uzantısı olarak gördüğümü söylemeliyim. Alan kavramının içinde yer alan uzam ve zaman yüklemleri felsefe ve sosyal bilimler literatüründe ele alınış biçimleriyle meseleyi mikro ve makro düzeyler açısından bir çatışma dinamiği ekseninde incelemeyi mümkün kılıyor. Bunun siyaset bilim açısından anlamı, politik ontolojinin teorik alet çantamızın vazgeçilmezlerinden biri olması. Nitekim alan çatışması arka planında politik ontoloji ile haşır neşir olmak, siyasetin şekillenmesinde makro ölçek biriminde incelenen devlet, ulus, egemen, kültür gibi yapıların rolüne öncelik veren yaklaşımların tersine siyasal alanın hem makro hem mikro ölçekteki analizlerin konusu olan aktörler tarafından ortaklaşa şekillendirilen bir süreç olduğunu temellendirmenin yollarını açıyor. [3] Böylece insanları ideolojinin, devletin, gelenek ve göreneklerin elinde birer kukla olarak gören anlayışa madalyonun ters tarafından bakmayı mümkün kılarak, sokaktaki insanı etkin birer fail olarak düşünmeyi sağlıyor. Bu çerçevede iktidar ilişkileri genel kümesi içinde egemen siyasi iktidar (günümüzde Devlet) ile diğer egemen iktidar ilişkilerini (patriyarki, egemen kültür gibi) makro ölçek biriminde, bu iktidar ilişkilerinin taşıyıcısı olan aktörleri (bireyler ve yerel düzeyli örgütlenmeler, gruplar) ise mikro ölçek biriminde düşündüğümü kavramsal netlik açısından belirtmekte fayda var. Zira ilerleyen sayfalarda izleyebileceğiniz üzere, alan mücadelesi yalnızca devlet ile bireyler arasında değil, farklı egemen iktidar ilişkilerinin yarattığı değişik kompozisyonlarda da cereyan ediyor. [4] En basitinden, kadının kendi iktidar alanının sınırını belirlemek için erkek egemen değerlere karşı verdiği mücadele durumu örnekliyor. Dolayısıyla makro düzey aktörlerden kastımın üretim biçiminin koşulladığı egemen iktidar biçimlerinin politik, idari ve hukuki görünümleri ile aynı bağlamdan türeyen ideolojik ve kültürel yapılar; mikro düzey aktörlerden kastımın ise bireyler ile yerel bazlı küçük örgütlenmeler olduğu akılda tutulmalı. Notlar [1] Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Derek Layder, Sosyal Teoriye Giriş, çev. Ümit Tatlıcan, 3. basım, İstanbul: Küre, 2010.Metne dön. [2] Eserde fail, aktör ve özne kavramları, aynı anlamlarda kullanılmaktadır.Metne dön. [3] Giddensçi terminolojiyle söylersek bu çalışma da sosyal sistem olarak siyaseti bir yapılaşma süreci olarak ele alıyor. Siyasal yapılaşma sürecini araştırmak ise, “yapının eylem aracılığıyla inşa edilerek nasıl oluştuğunu ve buna mukabil eylemin yapısal olarak nasıl inşa edildiğini” irdelemek anlamına geliyor. Bununla birlikte çalışmamız, aktörün eylemliliğine ağırlık verdiği, diğer bir ifadeyle yapıların süreç içindeki etkilerini paranteze aldığı için, yapılaşma teorisinin gerektirdiği karşılıklı düzey analizini kapsamıyor. Bu anlamda Giddensçi yaklaşım, eylem ile yapı arasındaki karşılıklı bağımlılığa bir vizyon açmak için elverişli olmasıyla bir dipnot olarak akılda tutulabilir. Giddens’in yaklaşımı ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için: Ümit Tatlıcan, “Sosyal Teoride Düalizmler: Bazı Temel Sosyal Teori Okullarıyla Eleştirel Karşılaşmalar” (Sunuş), Anthony Giddens, Sosyal Teorinin Temel Problemleri içinde, çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul: Paradigma, 2005.Metne dön. [4] İktidar ilişkileri çok yönlü bir kavramdır. Herhangi bir iktidar biçimi, genel etkileri bazında makro ölçekte incelenebilir; ancak edimselleşmesi mikro ölçekte mümkün olabilmektedir. Örneğin beyaz ırkın üstünlüğünü inşa eden bir söylem, pratiğe ancak eylemin kendisiyle dökülebilir. Bu minvalde, çeşitli iktidar biçimlerini, analiz düzeyinin kapsamına göre hem makro hem mikro ölçekte inceleyebiliriz. Nihai aşamada bu, Giddens’in belirttiği gibi yapı-eylem ikiliğinden sisteme, sistemden yapı-eylem ikiliğine uzanan karşılıklılıkların neticesidir. Ayrıca bkz. Ümit Tatlıcan, “Sosyal Teoride Düalizmler”, a.g.y.Metne dön.
|