Açılış bölümünden, Gelen Yolcu, s. 11-17
Ortalığa kaos hâkimdi.
Neden burada olduğumuzu lütfen biri açıklayabilir mi? – Ne yiyeceğiz? Bunu düşünen oldu mu? – Burada yetkili kişi kim acaba? Kendisiyle görüşmek istiyorum!
Bir 747, taşıdığı 323 yolcuyu soğuk ve projektörle aydınlatılmış alanı yürüsünler ve harfleri ancak yer yer yanan, yazıldığı dil de zaten yolcuların pek azına aşina olan bir tabelanın işaret ettiği giriş kapısına doğru zar zor ilerlesinler diye, boş, üzeri hafiften kar tutmuş bir asfalt düzlüğün ortasına tükürüvermişti. Hiçliğin Orta Yeri’nde, hem Vergiden Muaf hem de –daha önemlisi– doğru dürüst bir kapıdan yoksun; insanların yalnızca normal eskatolojik işleyişin ciddi bir şekilde sakata geldiği zamanlarda indiği, iki dünya arasında, herhangi iki yer arasında gizli bir tünele benzeyen bir mekânda öylece terk edilmişti yolcular.
Yarın çok önemli bir toplantım olduğunun farkında mısınız acaba? Burada harcayacak zamanım yok benim!
Beyefendi, size daha önce de açıklama yaptık. Bu kar fırtınası Tokyo’da görülmüş en şiddetli fırtına. Şehir tamamen kar örtüsü altında, ulaşılmaz durumda. Anlıyor musunuz? Tokyo’ya uçak indirmek katiyen mümkün değil. Şimdi, konuştuğumuz esnada, bu yarımkürenin her yerinde uçaklar sarsıla sarsıla ilerliyor, U dönüşü yapıyor veya geceyi geçirecekleri üçüncü noktalara iniyor. Havayla tartışılmaz. Böyle şeyler olabiliyor.
Üç yüz yirmi üç insanın hepsi, kendi biricik Dertlerinin bir şekilde duyulması için feryat ediyordu. Kocam beni havaalanında bekliyor. İnsan sadece bir kez balayına gider. Cuma günü New York’ta olmam şart, tatilim Bitti. Bitti. Böyle bir şey olamaz. Kafalar ellerin arasında, kan çanağı gözler göğe dikilmiş.
Açık olan tek bankonun önünde kuyruğa benzer bir şey oluştu; bankonun arkasındaki adam, tıslarcasına, tükürürcesine söylenen kızgın sözleri, duruma bir çözüm bulununcaya kadar savuşturmaya çalışıyordu. Evet Hanımefendi anlıyorum evet ufaklık epey mutsuz görünüyor lütfen biraz hoşgörü gösterin.
İnsanlar pasaportlarını, paralarını kontrol ediyordu. Burası Amerikalılardan vize istiyor mu? – Oteller nasıldır ki acaba? Nerede yatacağız? –
Sorun nedir?
Adam bir sandalyenin üstüne çıktı. Sesleri dindirmek için eller havaya kalktı, hakkını vermek lazım öyle kolay kolay yılacak bir adam değildi: Lütfen dinler misiniz?
Yakınlarda gazeteleri okuyanınız oldu mu bilmiyorum ama okuduysanız biliyorsunuzdur ki az önce çok yanlış bir zamanda çok yanlış bir yere iniş yaptınız – şehirde dünya fuarı var, otellerde yer yok. Şu anda herkes burada ve koca şehirde tek bir boş oda yok. Ne bekliyordunuz ki? Tüm dünya liderleri, on bin gazeteci ve kırk bin gösterici şu anda bu şehirde. Siz hiç haber de mi izlemiyorsunuz? Panzerlerimiz, dikenli tellerimiz, plastik mermilerimiz ve türlü türlü başka eğlencelerimiz haberlere çıktı. Hepsi sokaklarımızda! Beyefendiler ve hanımefendiler, Söylemeye Çalıştığım Şey şu ki, şehrimiz doludan da dolu, sizlere doğru düzgün kalacak yer bulmak ciddi bir sorun olacak ve bu konuda ah vah etmenin kimseye faydası yok. Sizi sabahleyin bir uçakla göndermeyi umuyoruz, en kötü ihtimalle burada birkaç saat geçireceksiniz ve sizi temin ederim ölmezsiniz. Endişelenmeyin, sakin olun lütfen, geceyi burada geçirmemeniz için de elimizden geleni yapacağız zaten.
Kalabalık ondan çoktan nefret etmeye başlamıştı, bir de böyle laubali laubali konuşunca çeşitli ağızlardan yalnızlık hissi ve korkunç düşüncelerle yüklü çeşitli küfürler dökülüp dalga dalga yayılarak adamın suratına çarptı. Beriki hiç istifini bozmadı:
Hepinize şunu da söylemek isterim:?Eşimin bir seyahat acentası var ve kendisine burada olduğunuzu, geceyi geçirecek bir yerlere ihtiyacınız olduğunu haber vermiş bulunuyorum. Şu anda otelleri bir bir arayarak işleri yoluna koymaya çalışıyor. Hepinizi sırayla bir otele göndereceğiz ve elimizden geldiği kadar hızlı bir şekilde yataklarınıza ulaştırmaya çalışacağız.
Ortalık acil servisi andırıyordu. Uçuş tabelasının üzerindeki harfler çılgıncasına vızıldıyordu –TOKYO UÇUŞU İPTAL TOKYO UÇUŞU İPTAL TOKYO UÇUŞU İPTAL– ve üzerine bir sürü eşya yığılmış olan döner bagaj bandı, beklemediği yüzlerce valizin ağırlığı altında ezilmişçesine, endişeli bir nabız monitörü gibi ciyaklıyordu.
Bakın anlamıyorsunuz. Benim buradan şu anda gitmem lazım. Zaten burada hiç olmamam gerekiyordu. Sekiz saat sonra bir konferansta sunum yapmam lazım.
Hayır, afedersiniz –pardon!– üzgünüm beyefendi, bence o zaman telefon edip haber verin. Sekiz saat içinde buradan başka bir yerde olma ihtimaliniz yok gibi görünüyor. Lütfen herkes sakinleşebilir mi! Teşekkür ederim!
O sırada birisi cep telefonlarının çalıştığını keşfetti. Burada bile! Kargaşa gittikçe hafifleyerek yerini acil şahsi danışmalara ve samimi tesellilere bıraktı: Yok bu akşam varamayabilirim, yarın uçarsınız diyorlar, Güvendeyim tabii, ortalık leş gibi kokuyor ama insanlar iyiye benziyor. Evet yarın söz veriyorum, Bob’a haber versen iyi olur, sunumu o yapmak zorunda kalabilir –e uyandır tabii ki!– dosya benim bilgisayarda. Belgelerim. Ben de seni seviyorum. Beyefendi acaba kısa bir görüşme için telefonunuzu kullanabilir miyim? Gerçekten çok önemli.
Evet beyler bayanlar, iyi haberler geldi. Şehir merkezinde bir otelde on oda bulduk. Evet hanımefendi, bence de sizin ufaklığın burada kalması iyi olmaz, lütfen bu taraftan geçin. Üç yıldızlı. Dokuz kişi daha lütfen! Maalesef elimizden gelenin en iyisi bu. Sabah hepinizi arayacağız. Saat sekize kadar.
İnsanlar soğuk ve yabancı geceye çıkıp bir minibüse binerek gitti. Diğerleri arasında “En azından duruma hâkim gibi görünüyor” duygusu yayıldı, belki de en iyisi dediği gibi beklemektir. Herkes birbirine Böyle şeyler hep benim başıma gelir’lerini aktarırken yüzlere acı bir gülümseme yerleşiyordu.
Şirket göndermiş olsa kesin Hilton’da kalırdım...
Tam da her şeyin kesinlikle yolunda gitmesi gereken o günde gerçekleşmişti tüm bunlar; evrenin o her zamanki bencil sinsiliği, maalesef sistem için vazgeçilemez olan ama Şeylerin ne kadar önemli olduğunu anlamaktan âciz insanların yetersizliği hep üst üste gelmişti ve hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyden anlamayan insanlara bel bağlamaktan başka seçenek yoktu.
Seksen kişinin daha kalabileceği, şehir dışında bir otel bulduk! Bu taraftan lütfen. Acele edelim. Teşekkür ederim. Elli oldu. Birlikte misiniz? Yetmiş oldu. Yetmiş sekiz. Üzgünüm beyefendi bize net bir şekilde seksen kişi dendi, bir sonraki oteli bekleyeceksiniz.
Kalabalık yavaş yavaş azaldı ve velvele şeklindeki gürültü, yerini ayrı ayrı diyalog ve ünlemlere, düşüncelere bıraktı. İnsanlar envanter sayımı yapmaya başlamıştı. Yarın Tokyo’da olacaksak aktarmamı kaçırırım, bir sonraki uçuş perşembe olduğuna göre iki gün boşum, yaşasın Tokyo’yu hep görmek istemiştim! Tipi, otoyolda hızla giden bir aracın karşısına çıkarak onu zınk diye durduruveren bir duvar gibiydi; ama biraz düşününce aslında duvarın etrafından dolanmanın, hatta içinden geçmenin çeşitli yolları olduğu görülüyor, başka ihtimaller daha hissedilir hale geliyordu. Bu bariz haksızlığa karşı hâlâ yumruklar sıkılıyor, diş bileniyordu ama havaalanı genelinde mücbir sebepler tohumu kök salmaya ve gönülden bağlanılmış olan Planlardan oluşmuş devasa binaları çatırdatıp duvarlarını, zeminlerini parçalayarak toza çevirmeye başlamıştı bile; toz bulutunun yavaş yavaş dağılmasıyla yeni bir şeyler ortaya çıkıyordu. Eh, elden ne gelir? – Sigorta bunu karşılayacaktır herhalde. – Yarın kaçta orada oluruz, ona bakmak lazım artık.
Dışarıda vızır vızır işleyen otobüs ve taksilerin far ışıkları yağan karı delip geçiyor, masada duran ve telefonu omzuyla kulağı arasına sıkıştırmış, parmakları klavyeyle meşgul olan adam ara sıra muzaffer duyurular yapıyor, dünyanın dört bir yanından gelen misafirlerin gözden kaçırdığı pansiyon odalarından, misafirhanelerden ve kayıtlara girmemiş otellerden haberler veriyordu. Saat geç olmuştu, Duty Free dükkânlarının ışıkları söndü, büfe kapandı. Birisi CNN’in havaalanı haber yayınını kapattı, American Express ve The Economist reklamlarıyla kaplı büyük ışıklı kutular birkaç kez göz kırptıktan sonra karanlığa gömüldü. Başörtülü, orta yaşlı kadınlar paspaslarıyla gelip pırıl pırıl koridorları bir uçtan bir uca katediyor, her dönüşte topladıkları plastik bardak, gazete, valiz etiketi gibi çöpleri silkeliyorlardı. Farklı tipte insanlardan oluşan, neredeyse hiç göze batmayan bir grup –sahi kimdi bunlar?– plastik oturaklarda uyumak üzere karanlık köşelere dağıldı.
Yorgunluktan sesi soluğu kesilmiş, ancak ayakta durup kaderlerini belirleyecek telefon görüşmesinin engebeli seyrini takip etmeye güçleri yeten on üç kişi kalmıştı. Orası da mı dolu? Peki. Sunshine Hotel’den de mi ses çıkmadı? Evet, hatırladım. Başka ne seçeneğimiz var? Doğru ya. Evet, saatin kaç olduğunu biliyorum. Yok, haklısınız. Başka hiçbir yer olmadığından emin misiniz? Peki. Teşekkür ederim. Çok teşekkürler. Görüşmek üzere. Adam, telefonu usulca yerine koydu.
Beyler, bayanlar, sizi bu kadar beklettiğim için özür dilerim, gerçekten çok sabırlı davrandınız. Ama korkarım geceyi geçirmeniz için hiçbir yer kalmamış şehirde. Gerçekten her yeri aradık, ama daha önce de söylediğim gibi, otel odası bulmak için hiç iyi bir dönemde değiliz. Size önerebilecek bir şeyim de kalmadı. Hepinizi bizim eve davet etmek isterdim, ancak eşim ve ben tek odalı bir dairede yaşıyoruz, sizi pek rahat ettirebileceğimizi sanmam. Yani sanırım –ve çok üzgünüm– geceyi bir şekilde burada geçirmek zorundasınız. İyi bir haberim de var –az önce onay aldım– uçağınız 09:55’te kalkacak. Tokyo’da tipi dinmiş bile. Yedi buçukta da check-in başlar. Yani aslında hepi topu birkaç saat geçireceksiniz. Ama gerçekten üzgünüm.
Adamın suçu değildi. Çıngar çıkarmanın faydası yoktu. Yolcu salonu iç karartıcı, ölü bir yerdi ama yapılacak başka ne vardı ki? Adam elinden geleni yaptı. Dediği gibi, sadece birkaç saat. Adam ceketini alıp gitti. İyi geceler. İyi geceler.
Döner bagaj bantları sessiz ve hareketsizdi. Yarı aydınlıkta silahları ve askeri tip üniformalarıyla güvenlik görevlileri görünüyordu. Binanın kocaman camlarından sadece içinde bulundukları salonun kararmış bir kopyası görülebiliyordu, her pencere kanadına on üç kişilik bir yumağın görüntüsü yansıyordu. Açıklaması zor bir birlikte durma ihtiyacı hissetmişlerdi, sanki bu yeni Vaziyet karşısında kendilerini yeniden kurarken bir tür akrabalık bağı ortaya çıkmıştı. Bir molekülün atomları gibi, sandalyelere doğru hareket ettiler – birbirlerine ilişkilerinin gerektirdiğinden ne daha yakın ne de daha uzak.
Oturdular. Karşılıklı yorgun gülüşmeler oldu. Amerikalı bir kadın konuşmaya başladı. Ben bir lavaboyu ziyaret edeyim. Başka bir kadın da ona eklendi. Sıra sıra sandalyelere oturmuş herkes birbirinin yüzünü görüyordu, bir karenin üç kenarı şeklinde dizilmişlerdi. – Şimdi Sydney yolunda olmam gerekirdi. Ağabeyim evleniyor da. Belki yine de yetişebilirim. – Herkesin bir hikâyesi vardı.
(Adamlardan biri büyülenmiş bir şekilde, uzakta, insanı hayrete düşüren tarihöncesi bir şeyin, bir tür kara yumuşakçasının, tamamen pençe ve kabuktan oluşan yarı evrimleşmiş bir eklembacaklının salonun bir kenarından bir kenarına ağır ağır ve yan yan ilerlediğini gördü. Muhakkak bir haşereydi ama oturduğu noktadan sıçan kadar büyük görünüyordu. Başka kimsenin dikkatini çekmemiş gibiydi.)
İki kadın ellerinde su şişeleri ve atıştırmalıklarla döndü. Güvenlikçiler verdiler sağolsunlar. Hiç yoktan iyidir. Merak eden varsa, tuvaletlerin durumu fena değil.
On beş yıllık evliliğimizde ilk kez karımdan ayrı bir gece geçiriyorum. İnanabiliyor musunuz? (Kravatını gevşetmiş bir Japondu konuşan.) On beş yıl boyunca her gece karımın yanında uyudum. Şimdi onun bir yanı boş yatakta yattığını düşünmek tuhaf geliyor. Yanına dönüp yatmıştır. Geceyi bunca yeni arkadaşla –hem de bir sürü hoş hanımla!– geçiriyor olduğumu bilse neler düşünürdü allah bilir! Of ki ne of! İlk defa bir geceyi evden uzakta geçiriyorum, hem de sabahlara kadar uyumadan! Olacak şey değil.
Yıllardır böyle bir şey yapmamıştım.
Konuşacak az şey vardı ama samimi bir sıcaklık ortama bariz bir şekilde yayılmıştı. İnsanlar birbirine fıstık ikram etti. Orta yaşlı, iriyarı, yüzünde derin yarıklar olan bir adam, yanında oturan sırt çantalı turist kız kendisine son sigarasını ikram edince sigarayı aldı ve ikisi yavaş yavaş, arada kızın elinde tuttuğu boş Marlboro kutusuna kül silkerek sigaralarını içtiler. Tüfeklerini bacaklarının arasında dikmiş güvenlik görevlileri uyukluyordu.
Arkadaşlar, birbirimizi böyle sessiz sessiz oturacak kadar tanımıyoruz diye düşünüyorum. Ancak birbirini iyi tanıyan insanlar böyle oturur. Birbirimizi görmezden gelmeyelim. Sizce de öyle değil mi? Naçizane bir öneride bulunmak isterim –kabul edip etmemek size kalmış– ama aklıma şu geldi: Aramızda anlatacak bir hikâye bilen var mı acaba?
Öğrenciyken akşamları birbirimize hep hikâye anlatırdık. Başka bir şeye paramız yetmezdi zaten! Yine öyle güzel hikâyeler dinlemeyi çok isterim. İnsanı rahatlatır, başka dünyalara götürür. Hem de fark etmeden check-in saatine kadar oyalanmış oluruz. Ne dersiniz?
Ben hiç hikâye bilmem. Böyle şeylere pek kabiliyetim yoktur zaten.
Fakat herkes sohbet ediyor olmaktan memnundu.
Beyefendi hiç öyle demeyin! Herkesin bildiği bir hikâye vardır elbet! Size az önce on beş yıldır Tokyo’nun aynı mahallesinde, aynı dairenin aynı yatak odasında karımla beraber uyuduğumu söyledim; bir de kendinize bakın, ne kadar farklı farklı insanlarsınız! Sırf her gün evden işe nasıl gittiğinizi anlatsanız, bana en güzel masal gibi gelir! Hatta efsane gibi! Kusura bakmayın, biraz yorgunum, stres oldum, normalde böyle konuşmam, ama madem bir aradayız bence yapmamız gereken hikâye anlatmak.
Birinin sesi duyuldu: Benim anlatacak bir hikâyem var.
Aynen böyle, merasimsiz bir şekilde.