Duygu Aksoy, "Hah derin tesirler yaratacak bir sessizliğin kitabı..”, Dağ Medya, 29 Kasım 2014
Üzerine susulması gereken bir kelime, "yas"...
Ölümü kabullenişi ritüele dönüştüren, acıyı hafiflettiği kadar da derinleştiren, öleni bir anıya dönüştürme deneyimini içeren bir süreç aynı zamanda.. Ölüm ise, bir yanıyla geride kalanların hayatlarını yeniden kurmalarını zorunlu kılan bir hakikat, hala hayatta olanlar için değişimin en güçlü sâiki...
Birgül Oğuz’un 2007 yılında yayımladığı Fasulyenin Bildiği adlı öykü kitabının ardından yayımlanan ikinci kitabı Hah ölüm ve yas üzerine.. Birbirinden farklı fakat aynı tema üzerinden izleyen hikayelerden oluşan Hah derin tesirler yaratacak bir sessizliğin kitabı.
Yazar, hikayesini ölen babası Üzgün Uzun’a ithaf etmiş. Tüm hikaye baba ve ölüm teması üzerine kurulu bu yüzden. Babanın ölümüyle ardında bıraktığı acıyı okuyucuyla paylaşan yazar okuyucunun tanıklığında yarım kalmış bir yası tamamlıyor belki de.
Birgül Oğuz aldığı bir ödülle dikkatimi çekmiş yazarlardan. Geçen aylarda "Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü"nü genç edebiyatçı Hah adlı öyküsüyle kazandı haberini okuduğumda içimde bir merak oluştu. Edebi eserleri aldıkları ödüllere göre değerlendirmenin doğru olmadığına her zaman inanmışımdır oysa. Hatta edebiyat ödüllerine biraz mesafeli yaklaşmaktan yanayımdır. Fakat bir eserin aldığı ödülle raflardaki diğer eserlerin bir adım önüne geçtiği de aşikar. İyi yazarlarla tanışmak için ödüllerin iyi birer vesile olduğunu inkar etmemek lazım sanırım...
Kitap adıyla da ilgi çekiyor. Hah, ah yerine kullanılmış bir ünlem aslında, bunu yazar satır arasında kendisi söylüyor. "Ama ha hah, ha âh ne fark ederdi".. Fakat bu Hah bildiğimiz âh’tan farklı, biraz ümitsiz, biraz da kızgın bir edayla söylenmiş gibi..İsmet Özel’in dizesini ödünç alırsak "âhla istidâ edilemeyecek ahvallerimiz" için kullanılmış sanki..
Birgül Oğuz kitabın daha içindekiler bölümünde özgün ve farklı bir dile sahip olduğunun sinyallerini vermiş. "Tuz Ruhu", "Dan" ve "Su Ruhu" adlı üç bölümden oluşan Hah metaforik diliyle okuması dikkat ve titizlik isteyen bir kitap. Tuz ruhu, çocukluğun biraz da gençliğin temsiliyken, su ruhu babayı temsil ediyor olmalı.. "Ama dünyanın tuzu sensin diyor baba"..bir bölümde. Tuzun yakıcılığı suda (babada) eriyip sakinleşiyor bir bakıma..
Kitabın oldukça ince olması büyük avantaj okuyucu için. İnce kitapları herkes gibi ben de severim, fazlalıkları atmayı başarabilen yazarların marifeti olduklarını düşünürüm çünkü.. Hah da tam 88 sayfalık bir öykü toplamı..
Hikayelerdeki içeriksel bütünlüğe rağmen, anlatıcılar ve zaman sürekli değişime uğruyor. Bu anlamda birçok ana karakter/anlatıcı mevcut. Hatta "Çık" adlı bölümde anlatıcı bir ölü. Bu durum kitaptaki anlatımı zenginleştirirken konu birliği yas halinden çıkmamıza olanak tanımıyor yine de.
Yazarın dil ve üslûbuna yoğun bir şiirsellik hakim..
Bunu daha kitabın ilk cümlelerinde görmek mümkün. "Şükürler olsun beni vakitsiz azat eden anama. Ben serin, ben tenhayım. Akasya’nın ağırlığından damlayan cana suret, cana gölge, cana vahayım. Şuur ki cana acıdır, ben şuuru canıma tattırmadım. Ben tenha, dünyanın uzağıyım." ifadeleri bir şiir değil de ne? Özellikle "Kırk" adlı tek sayfalık bölüm tam anlamıyla bir sembolik şiir tadında.
Hikayenin hemen her sayfasında ünlü şairlerin dizelerine kâh aynısıyla kâh uyarlanmış halleriyle rastlıyoruz. Birgül Oğuz şiirle arasının ne kadar iyi olduğunu hissettirmiş fazlasıyla. Şiirlerine ve hikayelerine atıflar yapılan şair ve yazarların yelpazesi de oldukça geniş. İsmet Özel’den, Can Yücel’e, Ahmet Arif’ten Leyla Erbil’e, T.S.Eliot’dan Shakespeare’e kadar büyük şairlerden aralara serpiştirilmiş dizelerin hikayenin ana omurgasına yerleşebilmeleri ise yazarın ustalığı olarak anılmalı bana göre..
Yazarın İsmet Özel’e olan ilgisi oldukça dikkat çekici. Onun şiirine bir saygı duruşu niteliğinde alıntı ve uyarlamalara çokça rastlıyoruz kitapta. Yazar için ismet Özel ayrı bir yerde duruyor anlaşılan.. "Dünya o zamanlar, birbirimize raptolduğumuz bir cevherdi","Ve Etkafa’dan bir an olsun tiksinmemeyi başarsam, dünyayı solduracaktım." "Bütün ağırlığını Rûya’ya teslim edip,enginde yatan o berrak sayfada dilediğince gezinme hakkı yoktu." benzeri göndermeler sıklıkla karşımıza çıkıyor..
"Acı insanları bir araya getirir ama bir arada tutmaz"
Yazar ilk hikayelerde ölümü, yas evindeki garip ve çoğu zaman rahatsız edici durumları, yakınlarını kaybedenlere has sitemkar ve isyankar halleri, en hakiki nasihatçi olan ölümün kalplerde ve evlerde bıraktığı izleri anlatmış daha çok. Birlikte yas tutmanın imkansızlığına dikkat çeker gibi, etrafındaki insanlara tahammül edemeyişi de bir kabullenemeyişin göstergesi. "Acı insanları bir araya getirir ama bir arada tutmaz. Beni kavmimle bir tutmayın. Çaycıyım ben, ağlayıcı, tedarikçi, refakatçi."
Örneğin yas evinde isyan ruhunu Gül, sineye çekip teslim olmayı ise Gülnigar temsil ediyor "Dur" adlı hikayede. "İlk soruyu Gül sordu: Allah nasıl biri? Sonra ruhu hışım ve redle bilendi." "Gülnigar ise hiç soru sormadı. Sağ elini sol göğsüne koydu ve bir kalbin ağrısını tarttı durdu." Hem çaycıyım ben hem de ağlayıcı diyen anlatıcı ise bunlardan fazlası olduğuna inanıyordu insanın.."Bizi hem hayatta hem yaşantıda tutan, birbirimize ve dünyaya rapteden bir cevher vardı. Emindim. Çünkü dünyayı idrak ediyorduk ama ne dünya ne idrak bizi öldürebiliyordu. Demek ki biz bunlardan daha fazla bir şeydik."
Ölüm onun kaleminde hayatın istisnası olmaktan çıkıp, her anımızı kuşatan bir gerçekliğe dönüşüyor. Kurgusunu babanın ölümü üzerinden kurarken başka ölümlerin de elinden tutmayı ihmal etmemiş yazar. İçselleştirdiği ölüm, babaya has kişisellikten çıkıp, her varlığın ölümüne dikkat kesilen bir hassasiyeti doğuruyor. Balığın ölümü bile söze değer bir konu oluyor onun hikayesinde. Ama biliyor ki balığın yası tutulmaz..
Sene bindokuzyüzeylül zamanları..
Siyasi atmosferin yarattığı karanlık zamanlar, sebepsiz ölümler, kaçış ve yıpranışlar.. Babayı öldüren de bir ihtilal. Babası ölen küçük bir çocuğun dilinden zamanın acımasızlığını anlatan yazar babaların hep giden olduğunu ve babalar öldüğünde evlerin de öldüğünü hatırlatıyor.
"Çünkü onlar annelerini erken, babalarını ölümlerine yakın seviyor. Onlar en çok bunu biliyor. Babalarsa sevilmeye gelmiyor. Babalar bir kere sevildi mi hemen kısalıp ölüyor. Buna önce yas, sonra yasa deniyor.."
Yazarın ölüm meselesine dikkati bir yanda dursun, bilgi ve hakikat probleminin vazgeçilmez tartışma konusu akıl ve sezgi düalitesine değinmeyi ihmal etmemesini de gözden kaçırmayalım. Yazar tüm dünya ağrılarını ortak duyumsamamızı sağlayan şeyin kalp bilgisi olduğunu söylüyor. Yas bilgisini de kalp bilgisi olarak doğuştan bildiğimizi, insanın akıl yürütmeksizin bilebilme yeteneğine sahip kalbin, belki de en güçlü ve en sarsılmaz bilgi kaynağı olduğunu hatırlatıyor okuyucuya.
"..Yas evine mi doğdu da Gül böyle yapıyor? Sahi Gül ne biliyor?"
"Neyseki Gül kalbiyle değil, duadaklarıyla kusur işliyor. Çünkü kalp bir kere kalp oldu mu, dünyanın bütün kalpleriyle bir güplüyor. Eski yasa, eski gergef, eski dava: düşünmüyor, güplüyor. Yoksa kalp değil."
"İnsanın canı ezelden beri toprakla tıkalı doğrudur. Ama illa aklıyla mı bilmeli insan? İşte, göğsüyle de bilmeyi bilen bilir. Fecrin kirpiklerini görmek güzeldir." derken de sezginin ve duygunun kapılarını sonuna kadar açıyor yazar.
Birgül Oğuz’un Hah’ı bir şiirin hikaye ya da bir hikayenin şiir olmak istemesi gibi adeta.. Bunu başarabilmek elbette özel bir yetenek ister. Yazar aldığı ödülü fazlasıyla hak etmiş bize göre. Birgül Oğuz’u benim gibi şiirle arası iyi okurların çok etkilenerek okuyacağından hiç şüphemiz yok.
İyi okumalar şimdiden!