Giriş bölümünden, s. 11-16.
Sınıf ve duygular diye bir tez, proje ya da araştırma konum hiç olmadı. Son yedi yıl içinde doktoramın saha çalışmasını yürütürken, uluslararası bir sendika konfederasyonu kampanyasında çalışırken, doğrudan aktivist olarak işçi örgütlenmesinde yer alırken, erkek işçilerle, işçi liderleriyle, tüccarlarla, fabrikatörlerle, sendikacılarla yoğun bir mesai harcadım. Bu süreçte kendiliğinden notlar, hikâyeler, portreler birikti. Başlarda genç erkek işçilerin işyeri deneyimleri, gündelik hayattaki algıları, alışkanlıkları, kültürel pratikleri ve eylem biçimleri üzerinden değişen sınıf oluşum süreçlerini anlamaya çalışan bir akademik saha çalışması yürütüyordum. Bu alan daha ziyade işçi sınıfı sosyolojisi, emek süreçleri ve kolektif eylem gibi başlıklar üzerinden ele alınır. Ben de ilk zamanlar bu literatürün içerisinden düşünüyordum. Duygular sosyolojisi diye ayrı bir alan olduğunu çok daha sonra fark edecektim. Gerçi Andrew Sayer’in 2005’te yayımlanır yayımlanmaz okuduğum Sınıfın Ahlaki Önemi başlıklı çalışması sayesinde,[1] duygular ve sınıf ilişkisi üstüne kafa yorma fırsatım olmuştu. Ancak yine de bu konuyu merkeze koyan bir çalışma yapmak aklıma gelmemişti.
Duygular meselesine daha yakından eğilmem zihnimde yavaş yavaş oluşan bir izleğin bazı okumalarla belirgin hale gelmesiyle gerçekleşti. Bunlardan birincisi ilk saha çalışmamdan bir yıl sonra, 2008’de yayımlanan Nurdan Gürbilek’in Mağdurun Dili başlıklı kitabı.[2]Bu kitapta, işçi bedenlerinde ve zihinlerinde kendi gözlemlediğim bazı durumların, ruh hallerinin ve çatışmaların edebiyat aracılığıyla nasıl ifade edildiğini gördüm. Uzun zaman önce okuduğum romanlara bambaşka bir gözle bakmayı öğrendim. Hınç, incinmişlik, ezilmişlik, öfke, gurur yarası, okuduğum çoğu sosyolojik araştırmanın anlatamadığı kadar berrak bir üslup ve derinlikli bir kavrayışla, üstelik edebiyat eleştirisi üzerinden anlatılıyordu Mağdurun Dili’nde. Ondan bir yıl sonra 2009’da, Londra’da popüler bilim kitaplarına çok merak sardığım bir dönemde, Antonio Damasio’nun Spinoza’yı Aramak: Neşe, Üzüntü ve Hisseden Beyin başlıklı çalışmasına rastladım.[3]Damasio, sinirbilim alanında çığır açan çalışmalarla beden ve beyindeki bir dizi aktivite sonucu duyguların oluşma biçimlerini inceliyor, beden/beyin, duygu/akıl ikiliklerini aşan bir yaklaşım geliştiriyordu. Sinirbilim açısından duyguların bedene dair zihinsel haritalar olarak görülmesi daha mikroskopik bir bakışla duygular alanına eğilmeme yol açtı.
Birbiriyle ilintili görünmeyen alanların (sosyoloji, edebiyat eleştirisi ve sinirbilim) bir araya gelme sürecine akademik saha çalışmasında ve işçi örgütlenmesinde yaşadığım olumlu ve olumsuz deneyimler eşlik etti. Etnografik çalışma, araştırma yapılan kişilerle yoğun bir duygusal bağ kurulmasına neden oluyor. İşçi örgütlenmesinde ise bu bağı kurmak örgütlenmenin önkoşulu zaten. O nedenle işçilerin ve örgütleyicilerin duygusal çelişkilerine sadece tanıklık etmedim; bu çelişkilerin yarattığı deneyimlere ortak oldum. Kimi zaman işçi arkadaşlarımın bana yakıştırdığı rolleri —ablalık, terapistlik gibi— farkında olmadan üstlendim, ama bu rollerin duygusal yükünü kaldırmakta zorlandım. Aşırı bağlanma ile uzaklaşma isteği, coşku ile hüzün duyguları arasında gidip geldim. Geceleri uyuyamadığım, sabahları yataktan kalkmak istemediğim zamanlar çok oldu. O nedenle hem kendimin, hem de birlikte çalıştığım kişilerin karmaşık duygusal dünyaları üzerine düşünmenin sağaltıcı bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. Sadece bu da değil. Sınıf ilişkileri duygular aracılığıyla deneyimleniyorsa değişim arzusu ve iddiasında olan herkesin duygu alanını ciddiye alması şart. Bundan şüphe duymuyorum.
Akademik çalışmaya sığmayan sorulardan ve notlardan çıktı bu yazılar. Akademik araştırmanın içinde ele aldığım kimi sorun alanlarını deneme formunun verdiği olanaklarla farklı bir biçimde işleme şansı verdiler bana. Sahadan topladığım bazı verileri, kişisel gözlemleri, örgütlenme deneyimlerini kullanarak, her defasında bir problematik ışığında, sınıf ve duygular ilişkisinin farklı yönlerini kavramaya çalıştım. Saha çalışmalarım sırasında bir süre bazı engeller nedeniyle sınırlı veri toplayabildim. Bu durum çalışmamı güçleştirse de topladığım veriye, en fazla sonucu çıkarabilme gayretiyle, çok daha büyük bir dikkatle, yeniden ve yeniden bakma şansı verdi. “Bu durum/söz/davranış bize ne demek istiyor olabilir?” sorusunu kendime ilke edindim. Öte yandan aralıklı olarak sahaya geri dönmek daha önce belli şekillerde yorumladığım veriler hakkındaki fikirlerimin değişmesine de yol açtı. Bu durumun izlerini denemelerde görmek mümkün.
Antropoloji literatürüne aşina olanlar, öykülerin kullanılma biçimlerine sızan etnografik tonu tanıyacaklardır.[4] Burada etnografik yöntem bana sınıf ve duygu temalarının etrafında bir problemi işleme imkânı sağladığı için önemli. Her yazıda yola çıktığım problem birden fazla şekilde formüle edilebilir; ama giriş kısmında şu ifadelerin açıklayıcı olacağını sanıyorum: Entelektüel merak işçi için bir lüks müdür? Sermaye ve aile ilişkilerine tabi kılınan işçinin bedenini özgürleştirebilecek araçlar var mıdır? İşçilikten kapitalistliğe geçiş ne gibi çelişkiler meydana getirir? İşçiler ve liderlerini kolektif eylemin içinde bir arada tutan nedir? Sendikacı koltuğu işçiye ne yapar? İşçi neden pavyona gider? Doğulu işçi lideri ve Batılı akademisyen ayrı dünyaların insanları mı? Son olarak da bütün bu yazılara geri dönüp bakarsak piyasada, işyerinde ve sokaktaki sınıf deneyimlerinin yaşattığı duygu durumları bize ne söylüyor? Bu soruları sorarken gerçek saha verisine dayalı hikâyeler, portreler ve karşılaştırmaların yanı sıra kurmaca karakterlere başvuruyorum.
Her yazı birden fazla duygu durumunu ele alıyor: Korku ve özgüven, horlanma ve gurur, acı ve neşe, utanma ve utandırma, farklı olma isteği ve kabul görme arzusu, ezilmişlik ve küçük görme, çilecilik ve tanınma isteği, sınıf atlama arzusu ve yetersizlik hissi bunlardan bazıları. Yazıların kendi aralarında da konuşmalarını sağlamaya çalıştım. Hepsi bir arada bütüne dair bir resim sunmaktan ziyade, aynı gerçekliğin çoğul yönlerini ortaya çıkartmayı amaçladıkları için. Bir denemede satır arasında geçen bir görüntünün, bir başka denemede mercek altına alınan olgu haline gelmesini istedim. Bu nedenle bir yazıda ortaya çıkan bir potansiyel, bir başkasında bastırılırken; değişik yazılarda aynı işçi farklı yönleriyle karşımıza çıkabiliyor. Bir öyküde imkânı temsil eden bir duygu, vaat olan bir çağrı, bir başkasında sınıra dönüşebiliyor. Kişiler için de geçerli: Pek çok duygu durumu aynı gövdede yer buluyor kendine, ama bazıları daha fazla rengini veriyor karakterlere ve onların yapıp ettiklerine. Pavyona giden işçi, sermayenin topraklarını eken işçi, yazar olan işçi, işçilikten nefret eden işçi. Bunlara işçilik, erkeklik ve insanlık hallerinin çeşitlemeleri olarak bakıyorum, birbirinden ayrıksı kategoriler olarak değil.
Bu kitaptaki denemelerin geçtiği zaman dilimi olan 2007-11 yılları arasında saha ve örgütlenme çalışması yürüttüğüm sektörlerde çalışanların neredeyse tamamına yakını erkek olduğu için yazılarda erkeklerin hikâyesi anlatılıyor. Ancak ayrı bir erkeklik izleği yok bu kitapta. Yazarken, Türkiye’de de daha yeni gelişmeye başlayan bir erkeklik literatürünün farkında olarak, ama ona angaje olmadan ilerledim. Hakkını veremeyeceğim bir erkeklik analizi yapma iddiasında olmadım.[5] Zira bu literatürün içinden konuşmak çok daha rafine soruların sorulmasını gerektiriyor. Benzer nedenlerden sınıf ve duygular temasının toplumsal cinsiyet boyutu da şimdilik bu kitabın sınırları dışında kaldı. Erkek işçilerin kadınlarla ilgili kendi duyguları, direnişteki işçilerin eşleri ve aileleriyle ilgili yaptığım görüşme ve gözlemler ve bir kadın araştırmacı/örgütleyici olarak benim yaşadığım deneyimler var sadece yazılarda. Kadın işçilerle olan daha yakın zamanlı deneyimlerimin ayrı bir çalışmanın konusu olacağını umuyorum.
Son olarak denemelerin kuramı kullanış biçimiyle ilgili bir not düşmek istiyorum. Belirli bir kuramsal yaklaşım üzerinden işçi sınıfını inceleyen metinler değil bunlar. Niyetim bir sınıf ve duygular kuramı geliştirmek de değil. Zaten böyle bir çabanın sonuç verici olduğunu düşünmüyorum. Kuramın rolü şu: Bir problemin belirginleşmesini, gölgede kalan bir yanına ışık tutulmasını, birbirinden bağımsız görünen olguları bir bütünün parçası olarak yeniden düşünmemi, bir düğümü fark etmemi, bir başkasını çözmemi sağladığı ölçüde tarihçiler, siyaset felsefecileri, sosyal kuramcılar, evrimci biyologlarla konuşuyor yazılar. Rancière, Arendt, Bahtin, Geertz, Marx, Hobsbawm, Damasio, Sayer, Thompson, Gould, Dawkins ve başkaları bu kitabın farklı noktalarında —bazen bir dipnotta, bazen bir argümanın tam kalbinde— karşımıza bu nedenle çıkacaklar.
İşçiler arasında örgütlenme çalışması yapmaya ilk başlayışım on bir yıl önce eğitim işkolundaki bir sendikanın üniversiteler şubesinde deneyimsiz bir işyeri temsilcisi olduğum günlere dayanıyor. Bu serüven, etnografik araştırmamdaki işçilerin örgütlenme çabalarının parçası olmamla devam etti. Son dört yılda ise farklı sektörlerden işçilerin örgütlenme çalışmalarının bire bir içinde oldum. Bu süreçte işçilik halinin bir yandan gölgeli, çelişkili ve yabancılaştırıcı, diğer yandan umut dolu, şenlikli ve yaratıcı imkânlara açık yanlarıyla yüzleştim. Tabii kendi güçlü ve zayıf yanlarımla da. Kendime dair çelişkilerin bir kısmını “Doğulu İşçi Liderine Batılı Akademisyenden Mektup”ta anlatabildiğimi umuyorum. Bu süreçte işçi arkadaşlarımın duygularına sonsuz bir saygı beslediğim kadar gerektiğinde onlarla tartışmayı, haksız olduklarını düşündüğümde bunu ifade etmeyi öğrendim. Karşılıklı birbirini tanıma, sevme ve birbirinden öğrenme sürecinden çıkan en güçlü vaat ise toplumsal gerçekliğe olduğu kadar kendimize ve yaptıklarımıza eleştirel bakabilme yetisini geliştirmek oldu. Bu hiç kolay olmadı. Birçok kişiyle ayrı düşerek duygusal bedeller ödedik ve ödettik. Sınırlarımızın farkına varmak, içimizdeki şüpheler ve yetersizlikler kadar dayanıklılığı ve potansiyeli anlayabilmek bizi güçlendirdi. Değiştirmeyi hedeflediğimiz gerçekliğin bizatihi parçası olduğumuzu kavramak bizi kapana kıstırmadı. Tersine, radikal değişim talebinin özgürleştirici kalp atışı tam da buradaydı zaten. Kim demiş kuramsal düşüncenin, kendi içinden çıkıp geri döndüğü pratiğe etki edemeyeceğini?
Notlar
[1] Andrew Sayer, Moral Significance of Class, Cambridge: Cambridge University Press, 2005.Metne dön.
[2] Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili, İstanbul: Metis, 2008.Metne dön.
[3] Antonio Damasio, Looking for Spinoza, Joy, Sorrow and the Feeling Brain, New York: Harvest, Harcourt Inc. 2003.Metne dön.
[4] İşçinin Varlık Problemi ile Doğulu İşçi Liderine Batılı Akademisyenden Mektup yazılarında ismi geçen ve bunun için kendisinden izin alınan Ali Mendillioğlu dışındaki bütün kişilerin isimleri ya değiştirilmiş ya da kullanılmamıştır. Metne dön.
[5] Bu alanda Türkiye’de yayımlanan ve benim de çok zihin açıcı bulduğum ilk çalışmalardan biri şuydu: Kurtuluş Cengiz, Uğraş Ulaş Tol ve Önder Küçükural, “Hegemonik Erkekliğin Peşinden”, Toplum ve Bilim, 101, 2004, s. 50-70. Bu yazının bulunduğu Toplum ve Bilim’in 101. sayısında erkeklikle ilgili diğer yazıların yanı sıra yakın dönemde erkekliğin farklı boyutlarıyla ilgili bir dizi çalışma bu alanda bir literatür oluşturmaya başladı: Pınar Selek, Sürüne Sürüne Erkek Olmak, İstanbul: İletişim, 2008; Serpil Sancar, Erkeklik: İmkânsız İktidar. Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler, İstanbul: Metis, 2010; Nurseli Yeşim Sümbüloğlu (haz.), Erkek Millet, Asker Millet: Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik ve Erkeklik(ler), İstanbul: İletişim, 2013; H. Bahadır Türk, Hayali Kahramanlar, Hakiki Erkekler, Çizgiroman ve Fotoromanda Erkeklik Temsili Üstüne Düşünceler, İstanbul: İletişim, 2013.Metne dön.