Tolga Güven, "Tıbbın "mucize'si", Radikal Kitap, 4 Mart 2014
Organ nakli, insanoğlunun binlerce yıl hayalini kurduğu, ama ancak yirminci yüzyıldaki gelişmeler sayesinde gerçekleştirilebilmiş, modern tıbbın belki de en somut “mucize”si. Beraberinde pek çok sorunu da getirmiş olmakla birlikte, organ nakilleri, insanın ölümün önüne set çekebilme becerisinin belki de en somut örneklerini ortaya koyuyor.
Ne yazık ki, Türkiye’de ölüm kavramı ve ölmekte olan insanın deneyimi toplumsal düzlemde yeterince tartışılmış değil; bu konular Türkiye’de halen tabu niteliğinde. Bu yaklaşım, organ naklinin tıp etiğinde “yaşamın sonu” olarak bilinen dönemle bağlantısının anlaşılamamasına ve Türkiye’nin organ naklinde yaşadığı pek çok sorunun da yetersiz ya da hatalı biçimlerde değerlendirilmesine yol açıyor. Türkiye, yaşamın sonundaki karar süreçlerini ve genel olarak da ölümü konuşmaksızın bu sorunları çözebileceğini sanıyor. Tepeden inme yasal düzenlemeler ve yönetmelikler ile donör açığının kapatılabileceği, sorunların sadece mevzuat açığı ya da toplumsal duyarsızlık gibi nedenler ile açıklanabileceği düşünülüyor; yeni yönetmelikler çıkartılıyor, sağlık çalışanlarına eğitimler veriliyor, ancak Türkiye’nin organ bağışı açığı bir türlü giderilemediği gibi, giderek de büyüyor. Çünkü, organ naklinin barındırdığı sorunların tüm boyutları ile anlaşılabilmesi için –özellikle de sosyalbilimler alanından gelecek olan katkılarla zenginleşecek– kapsamlı incelemelere ihtiyaç var.
Aslıhan Sanal’ın Yeni Organlar, Yeni Hayatlar: Organ Nakli, Ahlak ve Ekonomi isimli eseri, tam da bu ihtiyaca cevap veriyor ve bu nedenle Türkiye açısından büyük önem taşıyor. Sanal, bir sosyalbilimci gözüyle bizlere Türkiye’deki organ nakli (spesifik olarak da böbrek nakli) süreçlerinin farklı yüzlerini ve bu süreçleri yaşayan insanların deneyimlerini anlatıyor; bunu yaparken de yargılamayı değil, anlama çabasını ön plana çıkartan antrolopojik bir bakış açısı kullanıyor. Bu sayede de okur, organ bağışı süreçlerine ilişkin “sahici” insan manzaralarına tanıklık etme fırsatı buluyor.
Kitap temel olarak iki kısımdan oluşuyor. “Arzulanan” isimli ilk kısım, Sanal’ın saha çalışması temelinde görüştüğü hastaların deneyimlerine odaklanıyor. Bu hastaların yaşadıkları zorlukları ve organ naklinin ardından geçirdikleri değişimleri çeşitli kavramsallaştırmalar üzerinden inceleyen yazar, bir taraftan tarihi ve toplumsal bağlamı da ihmal etmiyor. Ayrıca 19. yüzyılda modern tıp eğitiminin başlangıcından Haberal, Kalayoğlu ve gibi cerrahların kilit roller üstlendiği modern nakil merkezlerinin Türkiye’deki kuruluş süreçlerine kadar ilerleyen tarihi arkaplanda, organ nakli süreçlerinin toplumsal yansımalarını da titizlikle değerlendiriyor.
Gerçekten kurguya
"İmkânsız" başlığını taşıyan kitabın ikinci kısmında ise Sanal, Türkiye’de akademisyenlerin pek de inceleme cesareti gösteremediği bir alana el atarak, ölümü ve ölüleri mercek altına alıyor. Yine hem tarihi, hem de toplumsal bağlamda Türkiye’deki ölüm algısının ve ölü bedenlerin izini sürüyor. Osmanlı’da modern anatominin ve diseksiyonun tıp eğitimine girişinden başlayıp, kadavraların Türkiye’deki başlıca kaynaklarından biri olarak akıl hastanelerine, oradan da organ nakline ilişkin yasal düzenlemelerin çıkartılması ve beyin ölümü kriterlerinin Türkiye’de uygulanmaya başlanmasına kadar uzanan bu süreçte, okur en az ilk kısımdaki kadar ilgi çekici bir başka yolculuğa çıkıyor. Bu yolculukta Şânîzâde Atâullah gibi önemli tarihi figürlerden, İhsan Oktay Anar’ın kurgu karakteri Bünyamin‘e kadar uzanan farklı ve renkli pek çok kimlik okura eşlik ederken, Laleper Aytek’in siyah-beyaz fotoğrafları da ayrı bir tat katıyor. Tarihi içerikle ilgili kimi detaylarda bazı eksikler bulunmakla birlikte (İlk modern tıp okulu olarak Tıphane-i Amire yerine, bu okulun daha sonra dönüştüğü yapı olan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’ye atıfta bulunulması gibi) bunlar eserin bütünlüğünü bozmuyor.
Sanal’ın Türkiye’de kadavralara atfedilen konumu ele aldığı ve bu konum ışığında beyin ölümü kriterlerinin uygulamaya geçirilmesinde yaşanan güçlüklerin nedenlerini somut bir biçimde incelediği “beyin ölümü” ve “yaşam ve ölümün teolojik sınırları” başlıkları altında yapmış olduğu tespitlerin önemini de vurgulamak gerekiyor. Türkiye’deki pek çok akademisyenin aksine, Sanal –kitabın başka yerlerinde de yaptığı üzere- bu başlıklarda da kendini sadece seküler kaynaklarla sınırlamıyor; teolojik perspektifleri ve Kuran metninden yaptığı alıntıları antropolojik yaklaşımı ile birleştiriyor. Sanal, ayrıca organ nakline ilişkin ahlaki sorunlara ve bu sorunların arkaplanındaki ekonomik ve politik bağlamlara da değiniyor. Özellikle “organ mafyası” gibi hassas başlıklara yaklaşımında, Sanal’ın yargılamayı değil anlamayı tercih eden bakış açısının önemi de bir kez daha anlaşılıyor.
Eserin dili de içeriği kadar dikkat çekici. Sanal, tüm kitap boyunca değerlendirmelerini birinci şahıstan ve yer yer edebi bir dille sunarken, görüştüğü kişilerin iç dünyalarını da duyarlılıkla yansıtıyor. Kendini tanıklık ettiği olaylardan da soyutlamayan yazar, olaylara ilişkin refleksiyonlarını okurla sık sık paylaşıyor. Böylece, zengin akademik ve entelektüel içeriği olan, ama aynı zamanda kolay ve keyifle okunan, içten bir metin ortaya çıkıyor. Doktora tezi olarak planlanmış ve İngilizce kaleme alınmış olan metnin Türkçe çevirisi de son derece akıcı.
Yeni Organlar, Yeni Hayatlar, sadece organ nakli ile ilgilenen profesyonellere ve akademisyenlere değil, Türkiye’nin kendine özgü tarihi, sosyal, kültürel ve politik bağlamlarında tıbba ve sağlığa ilişkin farklı perspektifleri anlamak isteyen tüm okurlara sesleniyor.