| ISBN13 978-975-342-916-0 | 13x19,5 cm, 256 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Açılış Bölümünden, s. 11-13 "Ağlama". Hıçkırıklarımı birbirinden ayıran sessizlikte bu seda, yokuşu hızla tırmanmış, acil haberi bir an önce verip kurtulmak isteyen bir kız çocuğunun suretine dönüşüyor. Kaldırmıyorum başımı. “Ağlama”: Hecelerin kayışındaki sürat kavurucu yaz sıcağında yüksek, soğuk göklerden düşen bir dolu tanesi, bir ileti gibi sekiyor yerden. Kaldırmıyorum başımı. Yalnızım. Bir ağustos gününün bu yorgun ve ak şafağında benim için var olan şeyler hayli az. Boboli Bahçeleri’ndeki patikaların birinde, bir rüyada gibi üzerimde geceliğim, yerde, mıcırın üzerinde oturuyorum. Midemden başıma yükselen bir burkulmayla akıyor gözyaşlarım; bilincim yerinde ama elimde değil, tutamıyorum kendimi. Kafam dizlerimin üzerine kapanmış, altımda, minik taşların üzerinde ayaklarım çıplak ve gri. Tepemde, boğulan birini yutarak üzerine kapanan dalgaları andıran ve az önce indiğim yokuşta gidip gelen solgun bir kalabalık var: Kimsenin, yere oturmuş, hıçkırıklarla sarsılan bir kadına aldıracak hali yok. Sabahın dördünde ürkmüş bir koyun sürüsü gibi itişe kakışa, viraneye dönen şehirlerini kendi gözleriyle görmek ve gece boyu süren dehşetle art arda patlayan Alman mayınlarının dünyanın kabuğunu sarsma niyet ve gayretinin sonuçlarını duydukları seslerle ilişkilendirmek üzere herkes buraya akıyor. Farkında olmasam da her birinin Forte Belvedere’den göreceği manzara için ağlıyorum aslında: Mantıklı bir açıklaması yok gözyaşlarımın, ama içimde kaynıyor yaşlar ve giderek sıklaşıyor hıçkırıklarım ve kıvılcımların anlık ışıltılarında delice uçuşan saman saplarını, Santa Trinita Köprüsü’nü, altın sarısı kale burçlarını, çocukluğumun minik, çiçekli fincanını görüyorum. Bir saniye için dindiğim ve içimi kaplayan hiçlikte her şeye rağmen kalkmam gerektiğinin bilincine vardığım an, “ağlama” diyen o ses süratle uzaklaşan bir dalga gibi dokunuyor. Başımı kaldırıp bir an bakıyorum ki çoktan hatıra olmuş. Bu haliyle dinliyorum onu. En ağır, en sancılı kaybımı keşfetmenin şaşkınlığı içinde suskunum. Evimin enkazı altında yitirdiğim şey, ağır ve tatlı nefesiyle yüz sayfalık bir yazıda uykuya yatırdığım, üç asır öncesinden arkadaşım Artemisia. Ruhumun gizli yaralarından birer kar tanesi gibi sökün eden girdapsı imgelerde tanıyorum sesini: İlk imge dağlanmış ve umarsız, ölmeden önce ezilmiş bir köpek gibi kasılan Artemisia. Mayıs güneşi altında pırıl pırıl, tertemiz, çok net imgeler hepsi. Ardından, evinden iki adım ötedeki Pincio Tepesi’nde, keşişlerin enginar tarlalarında seke seke dolaşan bir Artemisia, küçücük bir kız çocuğu beliriyor. Ve nihayet yeni, bambaşka bir Artemisia: Odasına kapanmış, hıçkırıklarını bastırmak için ağzını mendiliyle kapatmış, kaşları çatık küfürler savuran ve bir elini öfkeyle havaya kaldıran bir genç kız. Ve bu yollarda, evet tam da bu yollarda, sırtında bayramlıkları, yüzünü hafif bir gülümsemeyle eğmiş, o ciddi duruşuyla çok farklı bir Artemisia: Düşes Hazretleri geçmek üzere. Gözlerim kurudu, ağlamıyorum artık ve patlamalardan yağan küllerin altında sohbete başlıyoruz: Borgo San Jacopo’dan Arno’ya baktığın pencere nasıldı? Ya Santa Felicita’ya gömülen şarkıcı arkadaşının portresi? Ama ulaşamaz oldum artık ona; sanırım çok küçüldü, mültecilerin kemerlerin altında açlıktan ağlamaya başlayan süt bebekleri kadar küçüldü şu an. Taş taş üstünde kalmamış bu dünyada, bir karınca yuvasından salgılanıyormuş gibi mekanik bir çeviklik ve istihzayla akmayı sürdürüyor imgeler: Durduramıyorum onları, benim için özel değer taşıyanları da seçemiyorum. Erzak odasında güğümünde duran süt ancak iki saat sonra dağıtılacak; bekleşen kadınların yüzleri ani bir hayal kırıklığı ve yeisle buruşuyor, iki sızlanan dilenci, bulunması imkânsız bir ilacı isteyen saralı, sancısı tutan kalp hastası, veremli bir masalcı kadın ve bir yerine iki tayın koparan beş kurnaz çocuk. Felçli küçük Angelica bir mucize eseri dini alayıaşıyor: Mavi gözlerini anımsıyorum; güvenilmez, hain ve efsunlu gözler. Seyyar satıcı annesinin, “çok dindardır yavrum” deyişi de hâlâ aklımda. Artemisia’yı kaybedeceğimi bilmediğim dönemlerde o gözlerden hareketle yeni bir öyküye soyunmak istemiştim; ve Angelica'nın çok korkmuş olabileceğinden kaygılanıyordum ki onun başı hizasında, o güne kadar hiç göremediğim bir netlikte, narin, zarif ve hafif küstah, isyankâr hatlarıyla bakımsız bir kız çocuğu, on yaşındaki Artemisia beliriyor: Küçük, yeşilimsi bir yüzü, sarı saçları ve griye çalan gözleri var. Onun için esef ve özlem duymamı sağlamak ve duyduğum azabı daha da dayanılmaz kılmak için indiriyor gözkapaklarını: Bana asla söylemeyeceği bir şey düşündüğünü hissettirmek istiyor sanki. Ama hemen tahmin ediyorum ben: “Cecilia”, diyorum, “Cecilia Nari’yi düşünüyorsun?” Bu umarsız küçük kız var gücüyle sarılıyor bacaklarıma, duyuyorum onu. Henüz ayağa kalkmış da değilim ama hıçkırıklarım yalnız benim ve onun için şimdi: 1598 yılında doğmuş, yanı başımızda kol gezen ölümün içinde yaşlı ve şu an kırılgan hafızama gömülü Artemisia için. Bir arkadaş armağan etmiştim ona. Bir yetişkin olarak kendim inanmasam da bu dostu ona geri verebileceğime onu ikna etmem ve güvenini pekiştirmem gerekiyor. Ona duyduğum sevgiyle karışık merhamette kendim için bir özür, tümüyle bugüne ait, denetleyemediğim bir özür buluyorum. Angelica, Cecilia’nın gözlerine sahip ve onun hastalığından muzdarip, bu yüzden seviyorum onu. Her şeyi, olup biten her şeyi çok iyi hatırlıyorum. |