Yunus Emre Tozal, "Proterleştirmenin metalaştırılması", Ayraç, Mart 2011
Kapitalist sistem, her şeyden evvel kültürel, siyasal ve ekonomik açıdan homojen olmaktan uzaktır. Tüm sermaye birikimlerini birbirlerine karşı kışkırtmış bir sistem olacağı için, şöyle tanımlanabilir: Bir ineğin vardır. Sütünü satar bir inek daha alırsın. Daha sonra onun sütünü de satar bir yeni inek daha alırsın, daha sonra onun da sütünü satıp bir inek daha alırsın. Ne kadar ineğin olursa o kadar hükmedersin. İneği olmayanları da sütünü sağdırmak için maaşla çalıştırırsın. Dolayısıyla aslında kapitalizm, kölelerin de efendi olabilecekleri imkânının olduğu vaadini veren, ama bunu başarabilmeleri için asıl konumları olan kölelik görevlerini çok iyi icra etmeleri gerektiğini söyleyen ve bu şekilde kölelerin daha önceki idari sistemlerden çok daha verimli kullanılabildiği yönetim sistemi olarak akıllarda kalmıştır. İnsana önem verilmeyen, insanın yaşam standardını yükseltmeye değil, alçaltmaya çalışan bir sistem olduğundan, teknoloji sayesinde bir iş yarı süresinde yapılmaya başlandığında işçilerin çalışma süresini azaltmak yerine yarısının işten çıkarıldığı bir sistemdir. Bertrand Russell “In praise of idleness” isimli 1950 Nobel edebiyat ödüllü denemeler kitabı Aylaklığa Övgü’de, tüketim toplumuna karşı bir çıkış olarak, tüketim toplumunun insanı sürekli bir tüketime, tükettiklerini ve tüketeceklerini kazanması için de kazanmaya ve dolayısıyla çalışmaya zorladığını, bu çalışmanınsa hiçbir zaman bitmediğini anlatır. Hiç çalışmamayı değil, gereğinden fazla çalışıp kapital biriktirmeyi eleştiren Russell, sanayi toplumu ve devamında kapitalizm ile birlikte verimlilik artışıyla doğru orantısı olduğu düşünülen çalışma suresini son derece sistemli bir şekilde sorgular ve İngiltere’deki ayakkabı üreticilerinden yola çıkarak bilimsel hesaplamalarla tam zamanlı çalışma suresinin günde 4 saate inmesi gerektiği tezini savunur. İnsanların rekabet adı altında, kullanılanın çok üstünde miktarlarda üretim yapmak için, normalde yetecek olandan çok daha fazla çalıştığını anlatır Russell.
Kapitalizmi tarih sahnesinde incelediğimizde ortaya farklı bakış açılarının çıkması, kapitalizmin çıkış noktasından itibaren ne kadar çelişkilerle dolu olduğunu göstermekle kalmaz, aynı zamanda özünde barındırdığı şeylerin çeşitli yer ve zamanlarda ne kadar gelişip gelişmediğini de gösterir. Özellikle iki ayrı bakış açısına göre kapitalist sistemin zaman içerisinde geçireceği düşünülen dönüşümlerin ne zaman gerçekleşeceğine dair varsayımlar, bugün artık mitolojileştirilmiş bir mihenk taşı olarak sunulmaktadır. Birincisi kapitalizmin geçireceği evreler sonucunda “ilerici” bakış açısıyla anlatılagelen ve fakat hiç ulaşılamayacak olan ütopik hedefler, ikincisiyse kapitalizmin özünde bulunan şeylerin tarih sahnesi içerisinde ne kadar değişim-dönüşüm yaşadığı gerçeği… “Kapitalizm ve sosyalizm ancak birbirlerinin varlığında manidardır, birinin yok olması diğerinin de muhtemel sonunu hazırlar” tespiti ile dikkatleri çeken Immanuel Wallerstein, 1982 baharında Hawaii Üniversitesi Siyasal Bilimler Bölümü’nde verdiği konferans notlarıyla hazırladığı Tarihsel Kapitalizm kitabında, “tarihsel kapitalizm”in “saçma” bir sistem olduğunu açık açık beyan eder. Wallerstein’e göre daha fazla sermaye üretmek için üretmek, insanı sadece daha hızlı koşmak için koşmaya çalışan fareye benzetir; süreç içerisinde zenginler daha çok zengin olurken, fakirlerin yaşam standartlarında bir gelişme olmadığı gibi, fakirler zaman geçtikçe daha da sıkıntılı bir yaşam standardına sürüklenir.
Wallerstein, Marx gibi kararlı bir suçlayıcının bile tarihsel kapitalizmin oynadığı “ilerici” role büyük önem verdiğini, “ilerici” sözünün tarihsel olarak “daha sonra gelen” anlamında kullanılmadığı müddetçe bu sürece inanmayacağını belirtir. Çünkü tarihsel kapitalizm süreci, her zaman “ilerici” görüşlerle ayakta kalmış, üst tabakaların çıkarlarına daha çok hizmet eden bir toplumsal sistem oluşturulmaya çalışılmıştır. Wallerstein’e göre “proleter” etiketi birey için kullanıldığı müddetçe hafızalarda kavramsal açıdan kuşkular barındırmaktan başka bir şeye yaramamıştır, zaten Wallerstein tarihsel kapitalizmi “doğal” bir sistem olarak değil, “saçma” bir sistem olarak görür. “İlerleme” fikriyle artan tüketimin tüketicilerin yaşam düzeyini gerçekten yükseltip yükseltmediğinin ayrı bir soru olarak kalması, egemenliğin kavram olarak Aristo’nun “üçüncünün olmazlığı” yasasına dayandırıldığını gösterir. Bu süreçte ilerleme fikrinin kaçınılmazlığı tarihsel kapitalizme olan inancın dev boyutlu gizli gücünde saklı kalmıştır. İflas, kapitalist sistemin acımasız bir temizlik malzemesi haline getirilmişse, tarihsel kapitalizmin öngördüğü işçilerin gitgide daha çok proleterleşme süreçlerinin, metalaşma süreçlerine bağlandıkları açıkça görülecektir. Şöyle ki, işçiler, emeklerini satarak geçimlerini devam ettirirken, işçi konumundakilerin sermaye sahipleri olma süreçleri zorlaştırılmakta, gittikçe “imkânsız” hale getirilmektedir. Çünkü sermaye sahibi olma süreci acımasızdır ve girişimciyi girişimciye, iktisadi sektörü bir başka iktisadi sektöre karşı kışkırtır, mücadele tanımı gereği dur durak bilmeksizin bir yarış sürecine sürükler ve “altta kalanın canı çıksın” mantığıyla sermaye sahibini yükseltir. Tarihsel kapitalizmde elde edilen kazançların ne ölçüde reel olduğunu tartışan Wallerstein, yaşam standartlarındaki değişim üzerinden analizler yaparak, tarihsel kapitalizmin çok büyük boyutlarda maddi mal üretimi ve kutuplaşma getirdiğini ifade ediyor. Kutupsallaşmanın mekânsal oluşunu, kazanç coğrafyasının sık sık kaydığının bir göstergesi olduğunun altını çizen Wallerstein, dünya işçilerinin bey sofrasında çorba içmeye neden hiçbir zaman davet edilmemiş olmalarını tekrar düşünmemiz gerektiğini belirtiyor. Wallerstein, tarihsel kapitalizm’den önceki dünyaları güzelleştirmeye çalışmıyor, tarihsel kapitalizmin ilerlemeyi mi yoksa gerilemeyi mi temsil ettiğini tartışıyor.
Modern devlet yapılarında devletlerin, hukuk söz konusu olduğunda kendi yasama haklarının kapsamı üzerinde kendi koydukları sınırlardan başka bir sınır tanımamaları, Wallerstein’e göre nimetlerin paylaştırılmasındaki kutuplaşmayı beraberinde getirerek, kapitalist piyasadaki seviyeyi en üst noktasına çıkarır. Wallerstein, kutuplaşmayı üst seviyeye çıkaran üç ana mekanizmadan bahseder:
1) Hükümetler, vergilendirme süreci yoluyla büyük miktarda sermaye toplayıp sübvansiyonlar yardımıyla ellerinde zaten büyük sermaye bulunan kişi ya da gruplara dağıtabilmişlerdir. Kamu hizmeti gerekçesiyle dağıtılan sübvansiyonlar, pahalıya çıkan kalkınma aşamasının tamamlanma noktasında ilgili iktisadi etkinlikleri nominal değerin altına çekmiştir. Çünkü kârlı satışlarla karşılanabileceği düşünülebilecek ürün geliştirme giderlerini devletin üstlenmesi, sermaye sahiplerine gerektiği gibi değil, emek sahiplerine gerekmediği şekilde yansıyacaktır.
2) Tarihsel kapitalizm boyunca özel sermaye birikiminin en büyük kaynağı, kamu geliri hırsızlıklarının ve bunlarla ilgili yozlaşmış özel vergi usullerinin olması, dikkat çekicidir.
3) Hükümetler, sermaye sahiplerini daha çok zengin edebilen mekanizmalarını geliştirme noktasında “kârın bireyselleşmesi, rizikonun toplumsallaştırılması” ilkesine göre hareket etmişler, hükümetlerin iflaslarını ve hatta zararlarını önlemek için tarihsel kapitalizmin ayakta tutulmasında devletin temel rollerinden biri olarak savunulmuştur.
Wallerstein, son olarak devletlerin silahlı gücünün tekelleştirilmiş olması ya da tekelleştirmeye çalışılmasının, aslında polis güçlerinin çıkış noktasında, işçilerin kendilerine ayrılan rolleri kabullenmesi için ortaya çıktığı ve en ufak bir eylemde orantısız güç kullanmasını da unutmamak gerektiği düşüncesinde. Nitekim son dönemlerde Mısır’da ve ardından diğer Arap ülkelerinde başlayan karışıklıklar da gösteriyor ki, vatandaşlarını ve işçilerini devlet mekanizması tarafından açık kuvvet kullanılarak pahalı ve istikrarsızlaştırıcı tekniklerle kontrol altında tutmaya çalışmaları, o devletin güçlülüğünden çok zayıflığına işarettir. Çünkü gerçekten güçlü olan devlet mekanizmaları, vatandaşlarını ve özellikle de işçilerini daha ince yollardan denetim altında tutabilmektedir.
Kapitalizmi tarihsel bir toplumsal sistem olarak kabul edildiğinde görülecektir ki, bireylerin ya da birey gruplarının daha çok sermaye elde etmek amacıyla sermaye yatırma çabası içerisinde olmaları, kendilerine yaptıkları bir iyilik gibi görülse de, bu sermayelerin üretiminden pazarlanışına birçok insanın hayat standardının sabitleştirildiği gözlerden kaçırılmaktadır. Bir tarafta birçok insan standart hayat şartlarına mahkûm olurken, diğer taraftan sermaye sahipleri güçlendikçe güçlenmekte, sermayecilerin kendi aralarında rekabetleri arttıkça artmaktadır. Dolayısıyla kâr, elde edilmesi zaruri bir ihtiyaç haline gelmektedir. Üretilen her şeyi piyasa sürecinden geçirmekte ısrar eden, hatta zaruri kılan bir süreç, ürünü süreç içerisinde metalaştırmakla kalmadı, Wallerstein’in deyimiyle üretim süreçlerini karmaşık meta zincirleri halinde birbirine bağladı. Bu şu demek; yatırımcı sadece bir tek bir ürün üretmek için bile birçok sektöre ihtiyaç duyacak, birçok sürece tanıklık edecek ve metalaştırılma süreçlerine de katkı sağlayacak. Örneğin sadece ayakkabı üretmeyi düşünen bir sermaye sahibi, kumaşını, ipliğini, boyasını, sektörel ihtiyacını, kauçuğunu, plastiğini vb. parçaların hammaddesine ininceye kadar birçok metalaştırılmış süreci izlemek zorunda kalacak. Metalaşmış süreçler birbirine bağlandıkça, hayat standardı oluşturulan insan sayısı artacak. Wallerstein’e göre bu noktada tüm kapitalistlerin çıkarı tüm üretim maliyetlerinin düşürülmesinde yatar gibi gözükse de gerçekleştirilen maliyet düşüşleri sık sık bir kısım kapitalistleri diğerleri karşısında üstün tutmaktadır. Dolayısıyla bazı kapitalistlerin genel farkın büyük olması uğruna küçük bir paya razı olmak yerine daha küçük bir genel fark içinde kendi paylarını büyütmeye yeğlemeleri, daha fazla alıcının bulunmasını zorunlu kılmaktadır ki, bu bir çelişkidir. Çünkü Wallerstein’e göre üretim maliyetlerini düşürmek için harcanan çaba, para akışını ve dağıtımını azaltarak birikim sürecinin tamamlanması için gerekli olan alıcı artışını önler. Herkesin kendi çıkarının peşinde koştuğunu söylemek de, bu nedenle yeterli değildir.
Wallerstein’e göre, devlet olmasaydı, kapitalizm bu kadar başarılı olamazdı. Çünkü emeği metalaştırmakta, sermaye sahiplerinin sermayelerini büyültmede devlet, etkin bir rol oynamıştır. “Ne yapmalı?” sorusuna gelince, Wallerstein birey olarak herkesin ne yapması gerektiğini, hangi görevleri kendisine düstur edineceğini 3 şıkta anlatıyor:
1) Eleştirel ve ayık kafa ile entelektüel görev,
2) Taviz vermememiz gereken değerler olarak ahlaki görev,
3) Mevcut sistemin daha kötü değil de, daha iyi olacak şekilde farklı bir dünya sistemine geçmesine nasıl katkıda bulunabilinirliği ile siyasi görev.
“Daha iyisini, daha yenisini almalıyım!” mantığını zorla toplumun hafızasına sokan yeni dünya düzeni olarak adlandırılan kapitalizmin varlığını devam ettirebilmesi, tüketicilerin daha çok tüketmesine bağlıdır denilebilir. Tüketiciler tükettikçe üreticilerin üretmesi gerekecek, üreticiler ürettikçe daha çok kâr edecek. Dolayısıyla kapitalizmin coğrafi keşiflerle birlikte başladığını söylersek, yanlış bir şey söyleşmiş olmayız. Malların ve hizmetlerin üretiminin yanı sıra kültürün, sınıfın, ideolojinin, yani kısacası insana dair her turlu fiziksel ve sosyal olanın üretiminin ve yeniden üretiminin tarihsel bir gerçekleşme biçimi olan kapitalizmin döndürdüğü çarkı, Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü kitabından şu alıntıyla ifade edip yazıyı bitirelim:
“- Anne üşüyorum. Sobayı yakamaz mısın?
- Kömürümüz yok.
- Neden?
- Çünkü baban işsiz kaldı.
- Neden?
- Fazla kömür olduğu için...”