Şahin Torun, ''Yabanın ekmeği ne kadar tuzludur?'', Yenişafak Kitap Eki, 10 Temmuz 2013
Alman filolog ve edebiyat tarihçisi Erich Auerbach'a dair iki kitap var elimizde: İlki Martin Vialon'un hazırladığı Sezgin Durgun, Haluk Barışcan, Cevdet Perin ve Fikret Tepe'nin çevirdiği seçme yazılardan oluşan Yabanın Tuzlu Ekmeği diğeri ise 'Auerbach Türkiye'de' alt başlığıyla yayınlanan, Can Evren çevirisi, Kader Konuk'un Doğu Batı Mimesis adlı kitabı.
Mimesis'in büyük kuramcısı Eric Auerbach'ı, İstanbul'da iken yazmış olduğu 'Mimesis / Mimesis Dargestellte Wirklichkeit in der abendländischen Literatur - Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili' adlı büyük başyapıtı ile biliyoruz. Henüz Türkçede bir çevirisi olmayan bu başyapıtın öğrendiğimize göre Hacettepe Üniversitesi'nden Ender Ateşman ve büyük çeviri ustası Ahmet Cemal tarafından başlanan iki çevirisi birden hazırlanıyormuş.
Eric Auerbach, bildiğimiz gibi İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'da yükselmeye başlayan Hitler faşizmi yüzünden İstanbul'a geliyor. Yine bildiğimiz gibi büyük yapıtlarından bir diğeri olan 'Roman Filolojisine Giriş'i de tıpkı Mimesis gibi İstanbul'da tamamlıyor, Auerbach. 1910-1913 yılları arasında hukuk eğitimi almış olsa da, 1914'te Roman filolojisi okuyan ve bundan sonra kesin bir kararla hep filoloji alanında kalan Auerbach'ın İstanbul'da tamamlamış olduğu bu iki kitabını birbirine eklenen uzun bir düşüncenin ürünleri olarak görmek gerekiyor öncelikle. Zira 'Roman Filolojisine Giriş'i aynı zamanda Auerbach'ın düşünsel serüveni bağlamında Mimesis için bir ön hazırlık olarak görebiliriz.
Türkiye'de yazılmış
Birinci Dünya Savaşı'ndan önce başlayan ve savaş nedeniyle kesintiye uğrayan bu filoloji eğitimine 1918'de yeniden başlayan Auerbach'ın 1929'da tamamladığı 'Dante als Dichter der irdischen Welt / Seküler Dünyanın Şairi Dante' adlı kitabını da bu düşünsel dizgeye ekleyecek olursak, Mimesis'in nasıl bir ön hazırlığın ürünü olduğunu daha kolay anlayabiliriz sanırım.
Zira Mimesis'i oldukça manidar biçimde önceleyen bu iki kitaba bakıldığında, önce sekülerizmin ve Batılı dünyanın kodlarını çözen Auerbach'ın buradan Roman filolojisine ulaşarak sanki Mimesis'in temelini oluşturmak istercesine bir çaba sergilediği görülecektir.
'Yabanın Tuzlu Ekmeği' ülkemizin eğitim tarihinde çok büyük etkisi olmasına rağmen fazlaca bilinmeyen Eric Auerbach hakkında öğrencisi Martin Vialon'un hazırlamış olduğu bir seçkiyi içeriyor. Vialon'un oldukça kapsamlı sunuşundan başka, Auerbach'ın önemli bir kısmını Türkiye'deyken yazmış olduğu ve yazılı olarak sadece Türkçe versiyonlarına ulaşılabilen on dört yazısı ile içlerinde Walter Benjamin'e yazdığı mektuplar başta olmak üzere İstanbul'dan yazdığı birkaç mektubu yer alıyor.
Seçkide yer verilen bu yazılarda Auerbach'ın Montesquieu, Montaigne, Pascal, Voltaire, Rousseau ve Vico gibi fikirlerinden oldukça etkilendiği düşünürlere yönelik yorum ve çözümlemelerinin yanı sıra Dante'den Flaubert'e, Stendhal'den Proust'a ve Wolf'e kadar pek çok önemli yazar, şair ve romancıyı özellikle Mimesis ekseninde incelediği yazılarını Mimesis'ten önce okumak biz Türkiyeli okurlar açısından bir şansa sayılsa gerek.
Sözün bu kısmındayken ve 'Yabanın Tuzlu Ekmeği'ne Martin Vialon'un ciddi bir vefa kaygısı ile yazmış olduğu sunuşu okurken Kader Konuk'un 'Doğu Batı Mimes' ine giderek hem Vialon'un, hem de E.Said'in vurgulamış olduğu göçmenlik, yurtsuzluk ve yabanlık eksenindeki Auerbach ve İstanbul yorumlarına karşı Kader Konuk'un 'Doğu Batı Mimesis'teki eleştirisini hatırlatmak istiyorum. Zira gerek Vialon'un ve gerekse E.Said'in yorumuna göre, İstanbul'dayken ciddi biçimde bir yoksunluk ve yalnızlık içinde kalan Auerbach portresi Kader Konuk'a göre çokça anlamlı değil. Auerbach elbette bir biçimde İstanbul'da bazı şeylerin yoksunluğunu yaşamıştı ve Mimesis'i de bu yoksunluklar içindeyken yazmıştı ama yaşadığı bu yalnızlık ve yoksunluk ne Vialon'un ne de E.Said'in vurguladıkları kadar bir yoksunluk ve yalnızlık olmamıştı.
'Dil devrimi sakıncalı'
1936'dan 1947'ye kadar İstanbul'da yaşayan Auerbach'ın özellikle mektuplarında vurgulamış olduğu bu hal sadece kendi gerçeğiyle sınırlı olmayıp Türkiye ve Türk insanı hakkındaki yorumlarında da görülebilecek bir hal. Onun şikâyeti daha çok kendisinden çokça şey beklenen bir ülkede görmek istediği bütünlükle gördüğü gerçeklik arasındaki çekişmedir. Sözgelimi Türk insanı için şöyle söylemektedir Auerbach; '...Avrupa'nın güney ülkelerinde yaşayanlardan daha katı, daha teklifsiz, daha sevimsiz ve daha boyun eğmez türde insanlar bunlar; yine de hoş ve hayat gücüyle dolular, köleliğe ve zor işlere alışıklar, bir de yavaş çalışmaya...'
Auerbach'ın bu anlamda özellikle yeni kurulan Türkiye'de yaşanan sosyokültürel ve politik gelişimler hakkındaki yorumları da oldukça düşündürücü bir içeriği ortaya koymaktadır. Sözgelimi, W. Benjamin'e yazdığı mektupta; 'Bir dil devrimi yaparak eski dille ilişkisini kesen modern Türkiye'nin yöneticilerinin tam bir barbarlaşma eğilimi içine girdiklerini' söyleyerek bu şekilde geçmişi unutturmak üzere yapılan dil devriminin Türk dil tarihi açısından sakıncalarına değinmiş, dili resmi bir standardın içine hapseden bu girişimin bir yere kadar eşit bir dil imkânı sağlasa da, böylesine sınırlarla oluşan bir standardın, genel dilbilim ekseninde kabul edilen dilin kökeni de ters düşeceğini belirtmiştir.
Velhasıl, kendini adamış olduğu filoloji çalışmalarını olgunlaştırmak bakımından Türkiye de olduğu süreyi çok değerli çalışmalarla süsleyen Auerbach, kendisini İstanbul'a çağıran modern Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucularını da ciddi biçimde analiz ederek bir yandan onlara egemen olan heyecanı takdirle izlerken öbür yandan da şöyle demekten alamamıştı kendini; 'Var olan İslam kültürü mirasının reddi, hayal ürünü bir kadim Türklük ile bağlantı kurma, kendisine karşı nefretle karışık bir hayranlık duyulan Avrupa'yı kendi silahları ile vurmak için teknik anlamda Avrupa zihniyetiyle modernleşme. Sonuç: Had safhada milliyetçilik ve aynı zamanda tarihsel milli karakterin tahribatı.'