Osman Çakmakçı, “Kitlenin süsü püsü göz boyar”, Agos Kitap/Kirk, Şubat 2012
Benjamin ve Adorno’nun yakın arkadaşı, Simmel ve Lukacs’ın en yetenekli “öğrencisi” Siegfried Kracauer’in Kitle Süsü’ndeki yazılar kesinlikle günümüze de ilham verecek ölçüde taze ve canlı.
Kracauer (1889-1966) Almanya doğumlu yazar, gazeteci, sosyolog, film kuramcısı ve daha bir sürü alanda ürün vermiş bir düşünür. Frankfurt Okulu’yla bir dönem yakın bir ilişki içinde olmuş ama daha sonra zamanla onlardan uzaklaşmış. Bu okulun hayata, topluma ve kültüre bakışından genel olarak derinden etkilenmiş. Nasıl etkilenmesin ki Benjamin ve Adorno’nun (ki bu kitabını Adorno’ya ithaf ediyor) yakın arkadaşı, Simmel ve Lukacs’ın en yetenekli “öğrencisi” Kracauer. Kitap, düşünürün 1920’lerde ve 30’ların başlarında Frankfurter Zeitung gazetesinde yazdığı çok sayıda deneme arasından bizzat kendisinin 1963 yılında yaptığı bir seçmeden oluşuyor.
Bir dönemin ruhunu, kendi hakkında verdiği yargılara bakarak değil, ona ait yüzeysel, geçici, marjinal fenomenleri inceleyerek kavrayabileceğimizi düşünen Kracauer, bu kitapta toplanan denemelerinde de bu bilinçli epistemolojik tercihin izini sürüyor. Alışveriş merkezleri, seyahat, dansçı kızlar, fotoğraf, çok satan kitaplar, otel lobileri, biyografiler ve sinema üzerinden yalıtılmışlık, yabancılaşma, can sıkıntısı, şehir kültürü ve birey-grup ilişkisi gibi modernliğe özgü temel konuları ele alıyor. Scheler, Benjamin ve Kafka üzerine yazdığı yazılarda da bir yandan bu düşünür ve yazarları incelerken bir yandan da kendi felsefi konumunu ortaya koyuyor. Kracauer, kitabı oluşturan ve birçoğunda ileri sürdüğü savlar hâlâ günümüzde geçerli olan yazılarında, topluma kültürel kodlar yoluyla bakarak, ayrıntılardan yola çıkarak, bütün üzerine kapsamlı yargılarda bulunuyor.
Kitle Süsü yazarın özgün bölümlemesiyle okurun karşısına çıkıyor. Kitapta birbirinden önemli, dikkat çekici ve hatta çekici yazı bulunuyor. ‘Giriş: Doğal Geometri’ başlıklı ilk bölümde şehrin ve doğanın geometrisine el atıyor. Onun bakışıyla şehir ve doğa göründüklerinden çok daha farklı, neredeyse gizemli bir görünüş kazanıyor. Özellikle ‘Hareketin Etüdü’ dediği yazıda bir boğa güreşçisinin boğayla ilişkisini çok keskin hatlarla, neredeyse yabanıl çizgilerini ön plana çıkartarak, olabilecek en diri canlılıkta betimliyor. ‘İki Düzlem’de Fransız şehri Marsilya’nın “doğal geometrisi” çarpıcı, akıllara durgunluk veren bir bakış yeniliğiyle ve farklılığıyla ortaya konuyor. Bu yazılar bana doğanın bir geometrisi bulunduğunun ve bu geometrinin doğanın gizli yönlerini keşfetmekte kilit rol oynayabileceğinin en büyük kanıtları olarak göründü. Kesinlikle günümüze de ilham verecek ölçüde taze ve canlı bu yazılar. Bana heyecan verdi. Hem de çok.
‘Fotoğraf’ başlıklı yazısındaki kimi görüşlerin eskidiğini ve günümüz yorumlarının dışında kaldığını söyleyebilirim. Yazı, fotoğraf, resim ve sinema dolaylarında geziniyor ve resme fotoğrafa oranla daha büyük bir gerçeklik payesi veriyor. Sanatsal fotoğrafın mümkün olmadığını ileri sürüyor ki günümüzde bunun geçersizleştirildiğini, sanatsal fotoğrafın pekâlâ mümkün olabildiğini görebiliyoruz. Ne var ki oldukça uzun olan bu yazıda simge ve imge ayrımı muhteşem bir şekilde ele alınıyor. Daha da ötesi, insan hayatı kültürelleştikçe, kültüre boğuldukça doğayla ilişkisinin o ölçüde koptuğunu söylüyor ki, bu görüşe yürekten katılıyorum. Burada şöyle bir alıntı yapmak gerekiyor: “Tarihsel açıdan son basamağı fotoğraf olan temsiller dizisi simge ile başlar. Simgenin kökenleri ise doğanın hâlâ insan bilincinin tamamını kuşattığı ‘doğal toplum’a kadar uzanır. Sözcüklerin tarihi hep duyusal, doğal imlerle başlar ve yalnızca gelişimi boyunca soyut, mecazi anlamlara ulaşır; dinde de bireylerin ve insanoğlunun gelişiminde de maddi olandan yola çıkıp düşünsel ve tinsel olana evrilen bu süreç izlenebilir. Aynı biçimde ilk çağ insanlarının doğa sezgilerin ve kendilerini kuşatan dünyayı ayrıntılarıyla belirlediği simgeler de bütünüyle bedensel ve maddi anlamlardan çıkmıştır. Dil gibi, simgecilik de doğa tarafından öğretilir.” (s. 36) “Bilinç kendinin farkına vardıkça ve başlangıçtaki ‘doğa ile insanın özdeşliği’ azaldıkça, imge daha soyut ve gayrimaddi bir anlam yüklenir.” (s. 36) Bu yazıda Kracauer, fotoğrafı merkeze alarak doğa-insan çelişkisini müthiş bir açıklıkla irdeliyor.
Kitaptaki bir diğer ‘çekici’ ve zekâ parıltılarıyla dolu yazı ‘Seyahat ve Dans’ başlıklı. Kracauer bu yazıda günümüz dünyasında seyahat ve dansın anlamıyla bir zamanlarki anlamlarını karşılaştırıyor. Seyahatin artık belli bir yeri ziyaret etme amacıyla değil, sadece gitmek için yapıldığını, zamanın ve uzamın dışına kaçabilmek için yapıldığını söylüyor. “Önemli olan seyahatin sağladığı kopuşun kendisidir, onun sayesinde şu veya bu tip bir yeri temaşa edebilmek değil.” (s. 41) Dansa gelince: “İlk çağlarda dans bir kült edimiydi, ama artık bir hareket kültü haline geldi; ritim eskiden erotik ve manevi bir bildirimdi, bugünse kendine yeten ritim her türlü anlamdan sıyrılma peşinde.” (s. 41) Seyahat ve dans anlamlarını dönüştürdüler, kendilerine yabancılaştılar ve zaman ve uzamın dışına kaçma projelerine dönüştüler.
Kitle Süsü’nde yer alan Kafka ve Simmel üzerine yazılar da sadece bu yazarların yazınsal ve düşünsel kişiliklerini yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda Kracauer’in berrak zihnini gözler önüne seriyor. Kitle Süsü önemli bir kitap.