Asuman Kafaoğlu-Büke, "Gölge, ağacın yere düşen düşüncesidir", Radikal Kitap Eki, 18 Ocak 2013
Bu kitabı anlatmaya, bir resmi anlatarak başlamak istiyorum. Resimden çok anladığım için değil, görsel olarak anlamak, anlatmayı kolaylaştırdığı için. Aklımdaki resim, Kazimir Maleviç’in 1918’de yaptığı ünlü “Beyaz Üzerine Beyaz” adlı tablosu. Böyle bir resmi yapmak için, artık resmin devlet ve dine hizmet etmediği, herkes tarafından anlaşılır olmak gibi bir sınırlandırmayı kabul etmediği bir dönemin gelmesi gerekmişti. Yine de bugün New York Modern Sanat Müzesi’nde (MoMA) duran resim en olumsuz eleştirilerden nasibini aldı, bir çocuk bile yapabilir diyenler oldu. Ne de olsa beyaz bir kare içinde başka beyaz bir kareden ibaret bir tabloydu. Maleviç, süprematizm diye adlandırdığı sanat anlayışını anlattığı manifestosunda, saf duygunun önemini vurguluyordu. Süprematizm kavramı yaratıcı sanatın bütün zorunluluklardan, görevlerden arınmasıydı. Sanattan beklenen mesaja, öyküye, derse sırtını dönüyordu sanatçı.
Sanat anlayışında bu olgu, bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Edebiyata yansıması daha sonraki yıllarda gerçekleşmiştir. Kurgusal tüm bağlardan kopartılmış bir metni anlamak, olay örgüsü olmadan bir öyküyü takip etmek çok zordur. Özellikle kahraman yoksa, kurguda bütünlük bulmak güçleşir. Birgül Oğuz’un Hah adlı öykü kitabını anlatmak da tam bu nedenlerden dolayı zor. Aynı Maleviç’in soyut resmi gibi, Oğuz’un öyküleri de tüm bağlardan kopartılmış, salt dilsel bir haz için kurgulanmışlar. Şiir olarak okunacak metinler.
Hah üç öyküden oluşuyor. “Tuz Ruhun” adlı birinci öykü, dört bölüme sahip ve “Anam beni doğurmamış” sözleriyle başlıyor. Birgül Oğuz, temasız ve konusuz anlatı içinde doğum ve ölümü anlatıyor. Ölümle sarsılmış bir süreç bu. Babanın yasının tutulduğu, acıyı örtmek için başka şeyler düşünmeye zorlanıldığı günlerin öyküsü. Gelenlere doldurulan çaylar, kaybedileni düşünmekten alıkoyduğu için minnetle servis ediliyor. Bu öyküde yazarın hissettirdiği şey, eğer dursa, bir an için düşünmek zorunda kalsa, acıya dayanamayacağı. Bu yüzden metin başka yönlere akıyor. Başka nesneleri merkeze alarak ölüm etrafında dolaşıyor. Öykü boyunca “...annelerini erken, babalarını ölümlerine yakın seviyor” sözleri, bir motif gibi tekrarlanıyor. Sonunda, öykünün merkezinde, sahip olmanın yattığını anlamaya başlıyoruz. Kaybetmek için önce sahip olmak gerekir. Ama bir insana ne kadar sahip olabiliriz? Öykünün bir yerinde, “Senin Değilim” diye bir haykırış duyulduğunda, sahiplenme ile kaybetme arasındaki orantılı denge anlaşılır oluyor.
Olay örgüsü olmadığı için, bir şiiri anlatmak kadar zor Birgül Oğuz’un öykülerini anlatmak, fakat şiirsel dilini göstermek adına birkaç alıntı yapmak gerekir: “gölge, ağacın yere düşen düşüncesidir” ya da “yerinden edilmiş bir kavim gibi” yoğun imgeler çok fazla Oğuz’un öykülerinde.
Kitapta yer alan ikinci öykü, benim asıl sevdiğim oldu. Öyküyü okumaya başlar başlamaz hemen Leyla Erbil’in Üç Başlı Ejderha’sını düşünmeye başladığımı fark ettim. Nedenini ise birkaç sayfa sonra anladım, gönderme çok açıktı. Üç Başlı Ejderha, ailede nesiller boyu aktarılan acıyı anlatır. Ana-babalardan çocuklara taşınan acı ve aktarılan suçluluk duygusu. Romanın girişinde devrimci yürüyüşlere beraber götürülen çocukları anlatır Erbil: “Tanıdığımda babasının omzunda mitinglere gelen minicik bir şeydi,,, biz-halk hep birlikte, ‘Yaşasın işçi sınıfı öncülüğünde tüm halkların mücadelesi’, ‘Tek yol devrim’ diye çığırırken o ‘Çocuklara dayak yok!’ diye en tizinden küçücük hançeresinin,,, sürgün şimdi,,, eritildi savruldu süpürüldü,,, hangi iyi şey oldu bittiyse dünyada,,, hangi hareket,,, kuşaklar arasında,,, babalarla torunlar,,, analar ve kızları,,, gönüllü sürgün,,,”
Birgül Oğuz “Dan” öyküsüne, Leyla Erbil’in “çocuklara dayak yok” diye bağıran bu çocuğunu pastiş yapmış. Aynı şekilde yine devrimci bir yürüyüşe çocuklarıyla gelmiş babalar: “Memo’nun eli Metin Amca’nın avcunda. Kırmızı gömlek giymiş Memo, boynuna da mukavvadan pankart asmış: ÇOCUKLARA DAYAK YOK. Aptal. Memo tembel ve şişko...” Birgül Oğuz sade bir gönderme ile belki de yazınsal olarak yakın durmak istediği türü belli ediyor. Edebiyat tarihine yapılan bu türden göndermeler, genelde okurun zihninde böyle bağlantılara neden olur. Oğuz da öykülerini bir şekilde Erbil’in öykülerine bağlıyor.
“Dan”da genç bir kadın olduğunu tahmin ettiğimiz anlatıcı, Memo’nun çocukluk arkadaşı. Babaları arkadaş olduğu için, birlikte mitinglere götürülüyorlar. Birlikte oynayan ama daha çok da kavga eden iki çocuk olarak görüyoruz onları; büyüklerin ayakları altında, yüzbinlerce insanın katıldığı bir yürüyüşte. Silahlar patlamaya, helikopterler uçmaya başladığında, kan da akıyor. Yıllar sonra Memo sevgilisi olduğunda, babaların ihaneti ve ölümü ardından, yeniden tanıyoruz çocukları. Babalarının suçlarını, cesaretini, ölümünü yaşayışlarını görüyoruz.
Hah okuması zor öykülerden oluşuyor, her okurun kolayca seveceği türden değil. Bu öykülerde anlatılan duygular bir karakterin duyguları değil, soyutlanmış, insandan bağımsız hale getirilmiş duygular. Örneğin babanın ölümü, soyutlanmış bir yas olarak aktarılıyor. Soyutlama okurken kuşkusuz okura daha fazla iş düşüyor, karakterden bağımsız olarak anlatılan duyguyu bir karaktere, dolayısıyla okurun kendisine bağlaması gerekiyor anlayabilmek için. “Dan” ve “Su Ruhu” adlı öykülerde bu çabanın karşılığını alıyor okur, öykünün bağlandığı noktalarda şaşırtmacalar ya da komik bir an, bükülmelere neden oluyor. Fakat “Tuz Ruhun”da kopukluklar öylesine fazlası ki, zihinde toparlanmıyor. Öykülerden beklediğimiz düğüm çözülmeleri bu birinci öyküde olmuyor çünkü fazlasıyla dağınık.
Birgül Oğuz’un stilini biraz Leyla Erbil’e, biraz Aslı Erdoğan’a benzettim. Elbette genç bir yazar için çok iddialı bir benzetme olabilir fakat duyarlılık olarak bu iki yazardan aşağı kalır yanı yok. 1981 doğumlu bu yazarın adını önümüzdeki senelerde daha çok duyacağımıza ve yeni kitaplarını merakla bekleyeceğimize eminim. Taze bir ses. Az bulunur bir dil yeteneği!