Yücel Kayıran, “Mimesis’i yazma süreci”, Radikal Kitap Eki, 15 Mart 2013
Alman-Yahudi filoloğu Erich Auerbach’ın İstanbul’daki sürgün deneyimiyle, Türkiye’de, “Rum, Ermeni ve Kürt vatandaşlara uygulanan zulmün örtbas edilmesi” deneyimi arasındaki ilgi nedir? Ne alaka da diyebilirsiniz. Kader Konuk’un, Doğu Batı Mimesis: Auerbach Türkiye’de adlı kitabında, bizi, yüz yüze bıraktığı soru/sorunlardan biri bu. Kuşkusuz ideolojik bakımdan, böyle bir ilgi kurmak pek zor olmasa gerek. Ama kendisini “bir edebiyat eleştirmeni ve kültür tarihçisi” olarak tanımlayan Konuk’un kurduğu ilgi, ideolojik bir temele ve bu temelin bakış açısına değil, tam tersine Auerbach’ın, İstanbul’da yazdığı başyapıtı Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili’nin temel kavram ve problemlerine dayanmaktadır.
Nasıl? Önce Konuk’u bu çalışmaya götüren ana tezinden bahsetmek gerek.
Hemen söylemek gerekirse, Konuk’un, kitabın girizgâhına konumlandırılmış temel problemlerinden biri, Auerbach’ın İstanbul’daki sürgün deneyiminin gerçekliği ile bu deneyime ilişkin oluşturulmuş “mit” ve “söylem”i arasındaki uygunsuzluktur. Konuk’a göre, Auerbach’ın, gerek İstanbul’a “gelişine”, gerekse Mimesis’i, İstanbul’un koşullarında nasıl yazdığına ilişkin ileri sürülen argüman veya tezler, gerçeği tam olarak dile getirmekten uzaktır. Mevcut argüman, Nazilerin “Alman olmayan” kategorisine soktuğu Alman-Yahudi bir filoloğun, çoğunluğu Müslüman olan bir toplumdaki sürgün deneyimini öne çıkarmaktadır. Bu argümana göre, böyle bir yerin bir Yahudiye yuva olması mümkün değildir. Çünkü, Said’in dile getirdiği gibi, “Auerbach gibi ortaçağ ve Rönesans dönemi Roman edebiyatı alanında eğitim görmüş bir bilim insanı için İstanbul, ‘…korkunç Türkü, keza İslam’ı, Hıristiyanlığın baş belasını, Doğu’nun en büyük dönekliğinin cisimleşmiş halini temsil eder. Avrupa kültürünün klasik dönemi boyunca Türkiye Doğu’ydu, İslam ise onun korkulu saldırgan temsilcisi. (…)[Ancak şu mümkündür] Avrupa’daki faşizmin Avrupa’dan sürgünün daha derin ve yoğun bir biçimi olduğu sıralarda İstanbul’da sürgün olmak.”
"Auerbach, kendini evinde hissetmiştir"
Sürgün ifadesinin, bu bağlamda “tecritle” eşanlamlı olduğunu gözden yitirmeyelim. Bu anlayışa göre, “sürgünde yazılan çoğu eser gibi Mimesis de entelektüel tecridin bir ürünü, sanatçının inzivaya çekilip eve kapanmasının doğal bir sonucudur.” Çünkü “sürgün hâlâ eleştirelliği sağlayan bir kopuş, (…) evlerinden kovulup başka bir yerde yaşamak zorunda kaldığında ortaya” çıkmaktadır. Konuk, temelde Edward Said’in temsil ettiği bu “kopuş mecazı” anlayışına katılmamakta ve “sürgünün hem tarihselliğini hem de maddi varlığını hesaba katan yeni bir yaklaşım” önermektedir.
Konuk’a göre, ileri sürülenin tersine Auerbach, İstanbul’da “sürgündeyken kendini evinde hissetmiştir”. Sıkça dile getirilen, Auerbach’ın İstanbul’daki kütüphanelerin yetersizliğine” ilişkin sözü, “genel bir yetersizlik mertebesine” yükseltilmiştir. Kaldı ki Auerbach, Konuk’a göre, “İstanbul’da ‘neredeyse hiç kitap yoktu’ dememiş; tersine “bazı durumlarda kullandığı metinlerin ‘güvenilir eleştirel basımları’ olmadan çalışmak durumunda kaldığını” söyleniştir. Konuk, Auerbach’ın eşi ve oğlunun, sürgüne katılırken, Almanya’dan “altmış küsur koli kitap” getirdiğini de ayrıntı bilgi olarak belirtiyor.
Kader Konuk’un bu bağlamdaki ana tezi şu: “Modern Türk kimliğinin yalnızca Kemalist kadrolar tarafından kurulmadığını; sığınmacıların, yani Türkiye toplumu içerisindeki ayrıcalıklı yabancıların bu kimliğin inşasında önemli rol oynadıklarıdır.” Başka bir deyişle, “Nazizmden korunmaları karşılığında, Alman bilimcilerin Türkiye’nin geniş çaplı Batılılaşma reformlarını uygulamaya yardımcı olmalarını sağlamak amaçlanmıştır.” Çünkü Auerbach’ın temsil ettiği, klasik antik Yunan-Roma edebiyatının ve diğer sanatlarının yeniden keşfine dayalı Rönesans hümanizmine dayalı perspektifi ile klasik antik Yunan-Roma edebiyatının ve diğer sanatlarının yeniden keşfine dayalı Cumhuriyetçi Türklerin hümanist reformları birbiriyle örtüşmektedir. Bu bağlamda, Konuk, gizli olarak bir başka tezi daha ileri sürülmektedir. Batı Avrupa, modern kimliğini nasıl antik Yunan-Roma hümanizmi üzerine kurmuş ise, yeni Cumhuriyetçi Türkler de, 1947’de kesintiye uğrayıncaya kadar, modern Türkiye kimliğini, antik Yunan-Roma hümanizmi üzerine kurmuştur.
Mimesis, başka yerde yazılmış olsaydı
Konuk’a göre, Auerbach’ın, İstanbul’daki sürgünlüğü pragmatist temellere değil, hümanist ve filoloji görüşünün temelindeki felsefi argümanla bağlantılıdır. Bu felsefi argüman, İtalyan filozof Vico’nun, “tarihin temelinde anlatının yattığı” fikrini dile getirir. Buradan hareketle, Auerbach, “anlatı üsluplarının tarih ve gerçeklik kavramlarının evrilmesiyle bağlantılı olduğu” yaklaşımını ortaya koyar. Auerbach’ın bir diğer önemli kavramlaştırması ise “içsel gerçeklik” ile “dünyevi gerçeklik” arasındadır. Auerbach’a göre, “anlatıcı ampirik kronolojinin yerine olaylar arasındaki gizli ve genelde göz ardı edilen bağları” koymaktadır. (Kairos) dolayısıyla içsel gerçeklik, öznenin kişisel gerçeklik deneyimini kapsarken, dünyevi gerçeklik, zamanla ve mekanla sınırlı gerçekliktir. Konuk’un tezi şurada: Auerbach, Mimesis’i, zihinsel olarak, dünyevi gerçeklik içinde değil, içsel gerçeklik içinde yazmıştır. Yani Mimesis, başka yerde yazılmış olsaydı da, İstanbul’daki yazılışından farklı olmayacaktı.
Martin Vialon, Auerbach’ın yazılarından oluşan bir seçmeyi Yabanın Tuzlu Ekmeği (2010) adıyla bir araya getirmişti. Kader Konuk’un Doğu Batı Mimesis adlı çalışması, Auerbach için yeni bir gündem açıyor. Karşılaştırmalı Edebiyatın temel metni sayılan Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili adlı başyapıtı da umarız bugünlerde basılır. Metin Celâl Yabanın Tuzlu Ekmeği’yle ilgili tanıtım yazısında Mimesis’in, Ahmet Cemal tarafından çevrilmekte olduğunu, dile getirmişti. Kader Konuk da, Hacettepe Üniversitesi’nden Ender Ateşman’ın Mimesis’i çevirmekte olduğunu belirtiyor. İki farklı çeviri... Mimesis gibi bir temel yapıt için, bence önemli gelişme.
Konuk, Auerbachvari bir hümanizm ile İslam’ın bağdaşıp bağdaşmayacağı meselesinin, Anadolu tasavvufu ile Yunus Emre üzerinden tartışıldığına dikkat çekiyor. Ama her iki bağlam da, kanımca asıl güzergâh üzerinde yer almıyor. Asıl güzergâhın, doğrudan İslam felsefesi filozoflarının problemleri olması gerekirdi. Antik Yunan Felsefesi filozoflarının, Yahudi-Hıristiyan felsefesinin düşünürlerden önce, İslam felsefesinin düşünürleri tarafından keşfedildiğini unutmayalım.
Girizgâhtaki soruya gelince, bu ilgi, Auerbach’ın “figura” kavramı bağlamında kurulmuş bir ilgidir. Bu ne demek? Kitabın adıyla ilgili olarak da sorulacaktır: Doğu Batı Mimesis adlandırmasıyla kastedilen nedir? Bunun için kitabı okumak gerekiyor.