ISBN13 978-975-342-926-9
13x19,5 cm, 152 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Seçme İkilemi, 2014
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Giriş, s. 11-23.

Kaygı çağında yaşadığımızı işitiyoruz sık sık. Yeni binyılın gelişiyle birlikte, öyle görünüyor ki kamusal denetimin yeni medya, bilimsel araştırmalar, ekonomik gelişim ve askeri müdahaleler üstündeki gücü günbegün azalıyor ve gelecek için her tür felaketi tasavvur edebilir hale geliyoruz. [1] Geçtiğimiz binyılın son aylarında, milenyum hatası tehlikesi baş gösterdiğinde bu kaygıyı deneyimlemiştik zaten. Siyasetçilerden bilgisayar sistemlerinin muhtemel çöküşüne hazırlıklı olmamız gerektiğini işitip duruyorduk; günümüz toplumunda direksiyonda artık kimse yokmuş gibiydi. Ama muhtemel felaketlerden duyulan korku, komplocu arayışına dönüşüverdi: Milenyum hatası filan olmadığı anlaşılınca, koparılan yaygaranın sorumlusunun, daha gelişmiş bilgisayarlar satmak isteyen bilgisayar şirketleri olduğu gibi bir teori doğdu.

Yeni kaygı çağından bahsederken, geçtiğimiz yüzyılda büyük toplumsal krizlerin peşinden her seferinde kaygı çağının geldiğini akılda tutmamız gerekiyor — bilhassa da savaşlardan sonra. Geçtiğimiz yüzyılın ilk kaygı çağı Birinci Dünya Savaşı ertesinde yaşanmıştı: İkinci Sanayi Devrimi'nin beraberinde getirdiği yeni imha silahlarının kullanılması, modern uygarlığın değerlerine dair köklü bir sorgulamaya yol açmıştı. The Crisis of the Mind'da (Zihnin Krizi) Paul Valery, [2] modern çağı birbirine en uzak fikirlerin hep birlikte serbestçe varlığını sürdürür göründüğü, yaşamak ve öğrenmek için sabit bir referansın kalmadığı bir çağ olarak betimler. Askeri kriz sona erdiğinde bile, ekonomik kriz ve bununla birlikte en önemlisi, "zihnin krizi" devam etmiş, tüm bunlar da kaygıyı beslemişti. Avrupalılar bilhassa varoluşlarına ilişkin bir yeise kapılmıştı, zira kimilerine göre anlamsızlık çağına girilmişti. Kimileri de bu ezici kaygı hissinin temel nedenini, modern idollerin toptan ölümünde görmüştü: Âdemoğlu handiyse yapayalnız kalmıştı, zira Tanrı'ya inancını kaybetmişti. Gelgelelim bilime, ilerlemeye ve akla inancın kaybolması da bir o kadar önemli olmuştu. Avrupa'nın da ölümü gibiydi bu. Ne var ki kaygı zamanları Avrupa'da yeni totaliter liderlere yer açmıştı. İtalyan faşizmi ve Almanya'da Hitler'in iktidara gelişi, kaygı çağına çözüm bulma girişimleriydi. Öte yandan uyguladıkları politikalar ikinci kaygı çağının doğmasına katkıda bulunmuştu. Nitekim İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, bir kez daha, bilhassa Yahudi Soykırımı ve Hiroşima deneyimiyle yoğunlaşan bir kaygı çağına girilmişti. Bir kez daha, görülmedik gaddarlıkta bir şiddete yol açan kitle imha silahları, savaş bittikten sonra ortaya çıkan kaygı duygusunu tırmandırmıştı. Ve yine, gelecek fikriyle boğuşan insanlığın krizi ekonomik krizle birleşmişti. Fakat "bolluk çağı"nı müjdeleyen 1960'larla birlikte, bu kaygı bahsi de azalmıştı.

Tabii ki en son kaygı çağı, 1990'larda en zalim şiddet biçimlerine tanıklık etmiş olmamızla ve son birkaç yıldır yirmi birinci yüzyılın yeni savaşları ve şerleriyle —terörist saldırı ve ölümcül virüs kullanımı tehdidiyle— meşgul oluşumuzla ilgilidir. Bu tehlikeler, ölümsüzmüş gibi göründükleri için ayrıca korkutucudur sanki — köklerini kazıyabilecek tıbbi veya askeri bir çözüm yoktur ve sürekli çoğalabilmelerine rağmen görünmezliklerini korumaktadırlar. New York sokaklarında çalışan Çinli bir satıcı, o sıralar Amerikalılar tarafından bir numaralı şer figürü olarak algılanan Bin Ladin'in tekinsiz karakterini hoş bir şekilde resmetmiş, eski Western filmlerindeki aranıyor ilanlarını taklit eden "Bin Ladin — ölü veya diri" logolu tişörtlerin arasına "Bin Ladin — ölü ve diri" logolu gömlekler yerleştirmiştir.

Yeni kaygı çağı öncelikle terörist saldırı tehlikesiyle ve yeni hastalıklarla bağlantılıymış gibi görünüyorsa da, kaygının öznenin hem kendisine dair hem de toplum genelindeki konumunda meydana gelen değişimlere dair algısının değişmesinden doğduğunu unutmamalıyız. Medya son birkaç yıldır yeni psikolojik bozuklukları haber yapıp duruyor. Yeni sendromların bazıları çok acayip: 1990' larda birtakım yeni zengin Amerikalılar, bazen "refah gribi" (affluenza) diye de geçen "ani servet sendromu"ndan mustaripti; aileleri aşırı korumacı olan küçük çocuklar "macera eksikliği bozukluğu" geliştirme tehlikesiyle karşı karşıyaydı; kadın dergileri de, nasıl göründükleri konusunda aşırı kaygılanan insanlardaki "beden algısı bozuklukları"ndan bahsediyordu. Dahası, bu bozuklukların sayısı hızla artıyor gibi görünüyor. Kendine tümüyle hâkim olması, sürekli üretken olması ve aynı zamanda toplum genelinin huzurunu kaçırmaması gereken özneye bir mâni olarak algılanan her şey çabucak bozukluk kategorisine alınıyor. Öznenin toplumsal beklentilere ilişkin iç kargaşası ve ikilemleri çabucak kaygı olarak adlandırılıyor. 11 Eylül öncesinde bile kaygı terimi olabildiğince genişletilerek kullanılmaya başlamıştı. Mesela New York Times, New York Moda Haftası'yla ilgili bir haberde, [3] moda dergisi editörlerinin gösteride "ayakkabı kaygısı" yaşadığından bahsediyordu. Makalede, editörlerin podyumda gördüklerinden dolayı mı, kendi ayakkabıları kötü olduğu için mi, yoksa evlerindeki devasa koleksiyonları içinden hangi ayakkabıyı seçeceklerini bilemediklerinden mi kaygılandıkları belirtilmiyordu.

Yirminci yüzyılda kaygıyı konu alan çalışmasında Rollo May, [4] 1945'ten önce "örtülü kaygı"nın, 1945'ten sonraysa "aleni kaygı"nın varlığına dikkat çeker. Ama kaygıya dair her iki kamusal tavır da benzer bir doğrultuya işaret etmektedir: İkisi de öznenin yalnızlığını, sevemeyişi ya da sevilemeyişini, uyum sağlamaya dönük baskıyı ve bireyin özel bir "evsizlik" hissettiğini vurgular. "Örtülü kaygı" emarelerinin büyük ölçüde, Thomas Wolfe'un You Can't Go Home Again (Eve Gidemezsin Artık) [5] romanında sembolik ifadesini bulan meseleye dayandığına işaret eder May. Buna göre, buradaki eve gidemeyişin anlamı, öznenin psikolojik özerkliğini kabullenmede yaşadığı güçlükle ilişkili olmalıdır. Öznelerin hem işyerlerinde hem de boş zamanlarında aşırı faaliyetle kendilerini oyalamaya dönük çırpınmaları da bununla bağlantılıdır. 1920'lerin sonunda ortaya çıkan kaygının ekonomik buhranla bağlantısı vardır elbette; gelgelelim ekonomik güvensizlik, insanların özel hayatlarında yaşamaya başladığı güvensizlikle iç içe geçmiştir ve insanların üstlenmesi gereken roller konusunda bir karışıklık doğmuştur. Middletown (Ortaşehir) adını verdikleri yerdeki yaşam üzerine meşhur çalışmalarında Robert ve Helen Lynd, insanların 1920'lerin sonunda bilhassa yabancılaştığına işaret eder, çünkü bir yanda zorlantılı bir çalışma gereksinimi, yaygın bir uyum sağlama mücadelesi ve boş zamanlarını sürekli bir faaliyetle tıka basa doldurmak gibi hummalı bir çaba içine girmiş, diğer yandaysa kültürel gereklilikler konusunda çatışan örüntülerin doğurduğu kaosun içine düşmüşlerdir. Lyndlere göre, aynı anda hayatın her alanında değişim ve belirsizlikle uğraşmak öyle dayanılmaz bir hal almıştır ki, insanlar katı ve muhafazakâr ekonomik ve toplumsal ideolojilere sarılmaya başlamıştır.

İkinci Dünya Savaşı ertesinde kaygı alenileşmiştir, zira insanlar muhtemel binbir çeşit yeni felaketten (mesela atom savaşına ilişkin felaketlerden) açıkça korkmaya başladığı gibi, toplumsal rolleri konusunda da kendilerini daha emniyetsiz hissetmeye başlamıştır. Robert Jay Lifton, o dönemde özne için seçeneklerin çoğalmasının kendisinde bir sorun görmüştür, zira özne muhtemel yeni savaşlardan dehşete kapıldığı gibi, durmaksızın kimliğini değiştirme baskısına da maruz kalmıştır; bu da özel bir kaygı hissini tetiklemiştir. Gelgelelim kimlik dağınıklığıyla ilgili bu kaygı, "köktenci dini tarikatlar ve muhtelif bütüncü spiritüel hareketler"de [6] ifadesini bulan bir kesinlik arayışını beslemiştir.

Şu kolaylıkla söylenebilir ki, bugünün yeni kaygı çağı önceki iki çağa çok benzemektedir. Günümüz kültüründe de kaygının birincil nedeni ekonomik belirsizlik değilmiş gibi görünmektedir, zira kaygı daha ziyade insanların toplumsal rollerine ilişkin yaşadığı problemlerle, sürekli kimlik değiştirmek istemeleriyle ve eylemleri için herhangi bir rehber bulmalarının imkânsızlığıyla bağlantılıdır. Bu belirsizlikler bugün de insanların dini köktenciliğe dönmeleri ve yeni totalitarizm biçimleri doğuran toplumsal kısıtlamalara kucak açmalarıyla sonuçlanmaktadır.

11 Eylül'den önce Batılılar, her şeyin değişebilir olduğu ve hayatın bir bilgisayar oyununa benzediği bir simülakra dünyasında yaşadıkları algısını kolayca benimseyebilirdi. Nitekim insanlar, uygun bir genetik kodla ve yeni ilaçların icadıyla ölüm kalım meselelerinin gelecekte daha öngörülebilir ve kontrol edilebilir olacağı gibi bir umuda sahipti. Ama 11 Eylül bu iyimserliği değiştirdi: Birdenbire hem insan vücudu hem de toplumun kendisi yine çok daha kırılganmış gibi görünmeye başladı. Ezici bir kaygıya yol açan etken bilhassa, insanların dünya algısını düzenliyormuş gibi görünen fantazi yapılarının yıkılması ve iki tekinsiz failin —terörizm ve virüsün — ortaya çıkmasıydı.

İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminde de tehlike konusunda benzer tavırlar içindeydik. Amerika ile komünist devletler arasında gerilimlerin tırmandığı zamanlara dönüp baktığımızda, her iki tarafın da kaygıyı dışardan gelen tehlikeyle ilişkili olarak algıladığını gözlemleyebiliriz; buna verilen yanıtlardan biri, muhtelif komplo teorileriydi. [7] 1950'ler Amerikasında, zamanın korku filmlerinde de özel bir şekilde yansıtılan yoğun bir komünist komplo korkusu vardı. Komünizm, toplumsal bünyeyi işgal edebilecek bir parazit veya toplumun tüm gözeneklerine nüfuz edebilecek ölümcül bir bakteri olarak algılanıyordu. Korku filmleri topluma dışardan gelen tehlikeyi ya uzaylılar biçiminde ya da Invasion of the Body Snatchers (Beden Hırsızlarının İstilası; Don Siegel, 1956) filmindeki gibi, insanları yakalayıp yerlerine uzaylı ikizlerini geçiren tuhaf bir dışsal fenomen olarak resmediyordu. Zamanın toplumsal paranoyasının bir diğer merkezi de, muhtelif psikolojik denetim biçimleri içeren komünist ideolojik telkin yoluyla beyin yıkanması kaygısıydı. O esnada komünist Doğu da, yabancı casusların içeri sızmasından ve Batı'dan burjuva tüketimciliği ve eğlence biçiminde gelen ideolojik denetimden korkuyordu.

1970'lerin sonu ve 1980'lerin başında korku nesnesinin gitgide toplumun ve bilhassa insan vücudunun içinde konumlandırılmaya başlamasıyla birlikte, kaygı algısında köklü bir değişim meydana gelmiştir. Böylece komünistlerin korkusu, muhalifler ve gençlik hareketi biçimindeki iç düşmana yönelmiştir. HIV virüsünün ortaya çıkması Batı'da tehlike algısını kökünden değiştirmiş ve insan vücudu düşman saldırısının nihai hedefi haline gelmiştir. Dolayısıyla geçtiğimiz on yılda, insanlara yönelik nihai tehlike olarak bombanın yerini virüs almış gibi görünmeye başlamış, vücut da aynı anda hem muhtemel bir kurban hem de bu iç tehlikeye karşı müthiş bir savaşçı olarak algılanır hale gelmiştir. Bu esnada immünoloji (bağışıklık bilimi) olağanüstü bir güç kazanmış ve insan vücuduna yönelik bakteri ve virüs tehditlerine dair çalışmalarda, askeri bir jargon olan "içerdeki savaşlar" terimi kullanılmaya başlamıştır. Keza Hollywood korku filmlerinde de bir değişim gözlenebilir: It Came From Outer Space (Uzaydan Geldi; Jack Arnold, 1953) gibi filmlerin yerini They Came From Within (İçerden Geldiler; David Cronenberg, 1975) gibi filmler almıştır.

Ama 11 Eylül ertesinde, virüsle bomba birlikte hareket etmeye ve çok benzer bir kalıba uymaya başlamış gibi bir izlenim doğmuştur. Teröristler virüs ve bakteriler gibidir adeta; önce göze görünmez, sonra orada burada aniden patlak verirler; sonrasında yeniden saklanırlar ve nasıl çoğaldıklarını veya saldırıya maruz kaldıktan sonra ne gibi mutasyonlardan geçtiklerini hiç bilemeyiz. Antibiyotiğe direnç kazanan bakteriler misali, teröristler de onları yok etmesi gereken savaşa karşı direniyor gibidir. [8]

Amerikan hükümeti 11 Eylül'den bu yana, gizlenmiş teröristlerden gelebilecek öngörülemez tehlikeyi halka durmaksızın anımsatarak, muhtemel yeni saldırılara dair korkuyu ayakta tutmaktadır. Hükümetin muhtemel yeni saldırılara dair imaları belli bir örüntü çerçevesinde kullandığını gözlemleyenler bile olmuştur. 11 Eylül ertesindeki ilk aylarda yeni uyarılar üç haftada bir, hafta sonundan hemen önce gelmiştir. Hükümetin bir psikologdan, dış politikalarına yönelik vatansever desteğin sürmesini istiyorsa halkı muhtemel tehlikeye karşı tetikte tutması gerektiği gibi bir tavsiye almış olabileceği geliyor insanın aklına. Medyanın olası yeni saldırı hedefleriyle ilgili spekülasyonlarında da belli bir örüntü olduğu görülebilir: Bir sonraki muhtemel saldırının nereye düzenleneceğini tahmin etme konusunda medyada bir yarış başlamıştır adeta. Bu tür spekülasyonların ilk örneklerinden biri, Disneyland'in böyle sembolik bir hedef olabileceğiydi. Disneyland öyle nihai bir Amerikan fantazisidir ki, Amerikalıların buraya düzenlenecek bir saldırının, Amerika'nın öz-imgesinde bilhassa sembolik bir yara açacağını tasavvur etmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Gelgelelim tasavvur edilen diğer saldırıların tümü, kirletilmiş su, havalandırma, gıda zehirlenmesi vb. yoluyla şiddetin hedefi olacak vücuda odaklanmıştır.

Tehlikenin muhtemel kaynağına dair bu spekülasyonlarda, içle dış arasında ilginç bir bağlantıyla karşılaşıyoruz yine. Şarbon saldırıları gitgide daha çok içerdeki bir düşmanın işi gibi görünmeye başlıyor. Dışardan gelen olası yeni tehlikelerle birlikte patlak veren başka iç tehlikeler de vardır; tıbbi ve diğer endüstriyel aygıtlarda yaygın kullanılan radyoaktif malzemelerden yapılabilen "kirli bombalar" mesela. 11 Eylül ertesinde bilimciler bu tür bombaların nasıl yapılabileceği hakkında halkı (ve muhtemel yeni teröristleri de) bilgilendirmeye başlamış; bir yandan da, halkın korkularını yatıştırmak amacıyla, kimsenin bu bombalardan yapmak istemeyeceğini, zira böyle bir aygıtın yapımının yapan kişinin kendisi için de ölümcül olabileceğini iddia etmişlerdir. (Bu noktada, kendini feda etmenin 11 Eylül'de önemli bir rolü olduğunu unutmuş gibidirler.) Gelgelelim, bu tür bir bombanın nasıl bir zarara yol açacağını tasavvur ederken, eski Sovyetler Birliği'yle çarpıcı bir karşılaştırmaya başvurmuşlardır: "Doktor Kelly, kobalt gıda ışınlama çubuğu içeren bir kirli bombanın, Manhattan'ın güney ucunda, rüzgârın hafifçe kuzeydoğuya doğru estiği bir günde patlatılması halinde neler olabileceğine dair bir vaka çalışması sundu. Manhattan'ın, kuzeyde Central Park'a kadar uzanan bir alanda, Çernobil elektrik santrali etrafındaki temelli kapatılmış bölgedekine yakın düzeylerde kirliliğe maruz kalacağını hesapladı. Dr. Kelly'nin söylediğine göre, Manhattan'ın yıllar boyu boş kalması gerekebilir." [9] Sıradaki felaketin ne olabileceğini tahmin etmeye çalışan bilimler bize nasıl bir huzur getirebilir ki? Dr. Kelly, Independence Day (Bağımsızlık Günü) veya Armageddon tarzında bir gişe filmine senaryo yazar gibidir adeta. Gelecekteki olası Amerikan felaketinin eski Sovyetler Birliği'nde meydana gelen felakete benzer olabileceği gerçeği de, geçmişteki siyasal bölünmelerin rahatsız edici anılarını canlandırmaktadır.

Teröristin belli bir hücrenin üyesi olduğu ve sadece kendi bağlantısı olan çok az kişiyi tanıdığı, örgütün tam yapısına dair bir fikrinin olmadığı ve asıl önderleri tanımadığı görüşü, gizli servislerde işleyen mantığı fazlasıyla andırmaktadır. Eski Sovyet casusları bilhassa bu tür hücre yapılarıyla iş görüyordu; bu yapılar üyelerinin davalarına olan tam bağlılıklarına ve amirlerine sorgusuz sualsiz itaatlerine bel bağlıyordu. Ama Sovyet casusları söz konusu olduğunda, komünist rejimden duydukları memnuniyetsizlik veya salt maddi tamah yüzünden, Batı'nın onları kendi tarafına çekmesi ve Batılı güçler için çalışmaya ikna etmesi giderek kolaylaşmıştır; oysa günümüz teröristlerinde durum böyle değildir. "Satın alınamadıkları" veya taraf değiştirmeye ikna edilemedikleri için Batılı gözlemcilere daha da ürkütücü görünmektedirler. Büyük ideolojilere inançsızlık üzerinde temellenen bir toplumun gözünde terörist, hâlâ uğrunda kendi hayatını feda etmeye razı olduğu bir ideolojiye inanan bir kişinin dehşet verici gerçekliğini sunar. Dahası, bu yüce dava herhangi bir maddi tatmin arayışı da içermediğinden, terörist —komünist casusların aksine— bildik ayartmalara kapılmaya razı veya ideolojik inançlarını kolaylıkla değiştirebilecek birisi gibi algılanamaz.

Casus, eskiden düşman bir gücün hayati bilgiler edinme amacıyla içimize yerleştirdiği (implant) bir kişiyken, bugün, önceki siyasal bölünmelerin çöküşüyle birlikte, yerleştirme de başka biçimler alıyor. Ünlü televizyon dizisi X-Files iyi bir kurmaca örnektir: Dizide ilkin dışarıdan gelen ama sonrasında içerde tehlikeli bir mutasyon başlatan implant nihai tehlikeye dönüşür. Bölümlerden birinde ajan Scully, kafasına bir çip yerleştirilmiş olduğunu anlar — uzaylıların işidir muhakkak. Gelgelelim çipi çıkarttırdığında, viral bir tür kanser vücudunda öyle feci bir metastaz yapar ki ancak çip tekrar yerine konulduğunda durdurulabilir. Scully uzaylı olduğunu tahmin ettiği bir oğlan çocuğunun cesedinden bir dokuyu incelerken işler daha da karışır. Scully önce dokuya DNA'yı kökünden değiştiren bir virüs bulaşmış olduğunu tespit eder, ama sonra kendi DNA'sının da değişmiş olduğunu anlar. Scully ne bulduğunu Mulder'a açıklarken, Mulder'ın yorumu oğlanın bir uzaylı olması gerektiğidir; ama Scully'nin vardığı sonuç, bizim çoktan uzaylı olduğumuzdur — düşman açıkça içerdedir. Ne var ki dışarda değil de içerdeki bir düşmanla uğraşmak her zaman çok daha sorunludur. Oklahoma bombalamasının ardından, bu suçun Amerikalı bir genç tarafından işlenebileceğini kavramak Amerikalılar için güç olmuş ve bunun sonucunda, Timothy McVeigh'in kalçasına bir çip yerleştirilmiş olduğu, birtakım dış düşmanların bu yolla eylemlerini kontrol ettiği şeklinde komplo teorileri doğmuştur.

Kapitalizm ile komünizm arasında bir bölünme olduğu zamanlarda düşman açıkça dışardan gelen birisi olarak algılanıyorken, küreselleşen kapitalizm çağında düşman göçebe bir terörist biçimini almış (ele avuca gelmezliğiyle, tuhaf bir biçimde o anti-Semitik imgeyi, tehlikeli göçebe Yahudi imgesini andıran bir imgedir bu); aynı zamanda, Batılı kapitalist toplumların emaresi olan iç antagonizmalar da viral tehlikeler biçiminde algılanır olmuştur. [10]

Terörizmle ilişkili bu "yeni kaygı çağı" bahsi, paradoksal bir şekilde, gelişmiş dünya ile gelişmemiş dünya arasındaki bölünmelerle ilgili yeni korkuları harekete geçirmiştir; öyle ki bazı ülkeler için en büyük korku, dışlanmışlar alanına düşmek olmuştur. ABD'de patlak veren şarbon telaşının ardından, Orta Avrupa'nın küçük bir ülkesi olan Slovenya'da medya birdenbire bir dizi sahte şarbon vakası bildirmişti. Birkaç gün boyunca medya, kamu kurumlarına gönderilen ve beyaz toz içeren tuhaf mektuplar konusunda halkı alarma geçirmişti. Ancak, olayın sahte şarbon gönderen birinin şakasından ibaret olduğu anlaşılınca bu drama kısa sürede sona ermişti. Yine de, Sloven medyasının bu şarbon korkusunu bildirişinde, endişeyle birlikte bir tür narsisistik iftihar da ayırt etmek mümkündü. Bu şarbon vakaları günün bir numaralı haberi haline geldiğinde, bu ufak ülke, korkuları bakımından azametli Amerika'nın eşiti olmuştu adeta. Slovenya da yakınlarda, eski Yugoslavya'dan ayrılmasının ardından kısa bir savaş deneyimi yaşadığı için, Dünya Ticaret Merkezi'ne (DTM) düzenlenen saldırının kurbanlarıyla derinden özdeşleşmişti. Slovenler (ve daha büyük ölçüde Bosnalılar), insanın bütün dünya algısı ve emniyeti yerle bir olduğunda çektiği acıyı kendilerinin de deneyimlediğini hatırlamıştı.

Terörist saldırının pek beklenmediği yerlerde bile 11 Eylül kurbanlarıyla belli bir sembolik özdeşleşme olduğu gözlemlenebilir, ki bu bir nevi Batı dünyasına ait olma arzusu olarak anlaşılabilir. Bu arzu bilhassa bazı Polonyalıların DTM'de kendi yurttaşlarının da öldüğü haberine gösterdiği tepkide açığa çıkmıştır. İlk haberlere göre düzinelerce Polonyalı öldürülmüştü, ama sonradan bu rakam giderek azaldığında, Polonya'da bazı insanlar neredeyse hayal kırıklığına uğramıştı: Gizliden gizliye daha fazla Polonyalının ölmesini istiyor değillerdi, daha ziyade "ait" olmayı ve önemli Avrupa ülkelerinden biri sayılmayı istiyorlardı. Bazı Polonyalılar DTM'de önemli bir kayıp vermiş olmayı, saldırıda pek çok vatandaşını kaybetmiş Batılı ülkelerin eşiti olmanın getireceği sembolik tanınmayı kazanmanın bir yolu olarak görmüştü. Post-sosyalist ülkelerin gelişmiş dünyanın parçası olmaya ilişkin güçlü bir arzusu vardır ve Amerika'daki terörist saldırı esnasında bu ülke hükümetleri, Amerika'ya destek sunmakta olabildiğince hızlı davranmak gerektiğini düşünmüşlerdir — Amerika'nın onların doğrudan yardımına hiç ihtiyacı olmasa bile. Ama aynı zamanda bu ülke halkları, Amerika'nın savaş takıntısından, sürekli yeni bir düşman arayışından ve Üçüncü Dünya meselelerine kayıtsızlığından rahatsızlık duymuştur. Post-sosyalist ülkeler gelişmiş dünyaya ait olma arzularıyla sık sık acınası hallere düşebilmekle birlikte, gelişmiş dünya onlara karşı tam bir kayıtsızlık göstermektedir.

Batı'yla Üçüncü Dünya arasında oynanan bu baştan çıkarma oyununun en bariz göründüğü yer sanat dünyasıdır. Batı sanat dünyası içinde takdir görme arayışındaki Üçüncü Dünya sanatçıları bu çabalarında çoğunlukla başarısız olmaktadır. İlya Kabakov Batı sanat dünyasının farklı ülkelerden geçen bir hızlı tren gibi olduğuna dikkat çekerek Batılı kültürlerle Batılı olmayan kültürler arasındaki gerilimi hoş bir şekilde tasvir etmiştir. Bu uzak yörelerdeki insanlar platformlarda dikilip treni yakalayabileceklerini umar. Gelgelelim tren nadiren durur; dursa bile trende yer yoktur. Yine de bazı insanlar trene binmeyi başarır ve sonrasında ümitsizce boş bir koltuk ararlar. Şans eseri bir koltuk boşaldığında ve binen kişi oturduğunda, diğer yolcular yeni gelene küçümsemeyle bakıp şöyle bir yorumda bulunur: "Niye daha önce oturmadın ki? Hem niye o kadar çaresiz görünüyordun — yüzün gülsün biraz! Aramıza yeni insanların girmesi bizi hep mutlu eder." Günümüzün post-sosyalist dünyasında küresel sermayenin oynadığı oyunun aynısıdır bu ve 11 Eylül saldırısına ilişkin olarak, pek çok post-sosyalist ülkenin en çok istediği şey, doğru trendeki yolcular olarak algılanmak olmuştur. Ancak doğru trende olmak, terör kurbanlarına şefkat göstermekten ibaret değildir; trenin makinistlerinden —yani küresel sermayeden— ayrıcalıklı muamele görme arzusunu da içermektedir.

Günümüzün kitle imha silahları daha önce görmediğimiz binbir çeşit muhtemel felaketten duyduğumuz korkuyu artırdığı için ve medyadan muhtemel yeni dehşetler —mesela kitlesel zehirlenme, bulaşıcı hastalıklara yakalanma, kirli bombalar ve diğer nükleer tehlikeler— hakkında sürekli uyarılar aldığımız için, artan kaygı düzeylerine çare bulunması talebi de giderek artmaktadır. The New York Times'ın ABD'de "korkunun SARS'tan daha hızlı yayıldığı"nı ve bunun sonucunda insanların Çin lokantalarından topluca uzak durduğunu yazan haberi şöyle biter: "En büyük sorun bilinmeyenler. Ortada şu şu ilacı alırsanız bir şeyiniz kalmaz diyen yok. Doktorlar, 'İnsanları eğitmek için uğraşıyoruz, ama endişeli zihinler söyleneni her zaman işitmiyor. Düşüncelerin idrak edilebilmesi için önce kaygıdan kurtulmak gerekiyor,' diyor." [11] Hükümet hava kirliliğinden korunmak için halkı selobant almaya teşvik ederken ve insanlar kendilerini virüslerden korumak için maskeler takarken, ilaç sanayii çeşit çeşit kaygı önleyici ilaç satarak serpilmekte ve kimi şirketler de, korkularının yatışması için Amerikalıları "perakende terapisi" denen şeye yöneltmektedir.

Bu kitapta, insanlar için kaygı uyandırıcı olduğu söylenen şeylerin medya temsillerinin arkasına bakarak günümüz toplumunda kaygının nasıl işlediğini analiz edeceğiz. İlk meselemiz kaygıyla korku arasındaki farkı incelemek olacak ve bu noktada, kaygı üzerine Freudcu ve Lacancı görüş son derece önemli olacak. Yeni savaş tehlikeleri yeni binyılın başından bu yana en büyük kaygı tehdidi haline geldiği için, İkinci Bölüm'de savaş kaygılarına ve savaşlardan sonra ortaya çıkan travmalara bakacağız.

Günümüzde kapitalizm medyanın bahsettiği kaygıları gitgide kendi menfaatine çevirmekte, aynı anda da işyerlerinde sürekli yeni emniyetsizlikler doğurmaktadır. Üçüncü Bölüm'de, hiperkapitalizm çağında insanların kendilerine ilişkin algılarında meydana gelen değişimlere ve hiperkapitalizmin bel bağladığı kaygılara bakacağız.

İş dışında, insanlarda epey bir kaygı duygusu uyandıran bir diğer şey de aşktır. Bu nedenle Dördüncü Bölüm'de, mahrem ilişkilerimizde bizi travmatize eden şeyin ne olduğuna ve bu noktada, erkeklerle kadınların özel hayatlarındaki kaygıyı nasıl farklı gördüklerine bakacağız.

Ebeveynlik bilhassa kaygı uyandırıcı görünmektedir ve ebeveynler sık sık çocuklarını yetiştirmede başarısız olduklarını hissetmektedir. Beşinci Bölüm'de, çocuklarını kendisinden korumak için öldürmeye karar veren psikotik bir anne vakası aracılığıyla kaygının bu çeşidine bakacağız.

Son on yılda tanıklık insanları travmalarından kurtarmanın ve kaygılarını hafifletmenin bir yolu olarak ortaya çıkmıştır, ama Altıncı Bölüm'de göreceğimiz gibi, tanıklık sanayiinin doğuşu, günümüz toplumunda otoritelerin ölümüne ilişkin genel kaygılarımızla ve artık çektiğimiz acıları işitecek kimse olmadığı "korkusuyla" bağlantılıdır.

Bu kitabın temel doğrultusu, kaygının, tekil öznenin bölünmüşlüğüyle (yani tutarsızlığıyla) ve topluma özgü antagonizmalarla başa çıkma şekliyle ne gibi bir bağlantısı olduğuna bakmak olacak. Günümüz toplumunda, kaygıya bir deva bulmak için, kaygı doğurabilecek rahatsız edici nesneleri sürekli teşhir etmeye yönelik bir çaba varmış gibi görünüyor (çağdaş sanatlarda bile, mesela kadavraları teşhir ederek ölümde neyin kaygı uyandırdığını anlamaya uğraşıyoruz). Günümüzde kaygıların sürekli çoğalışı, bizi kaygıdan kurtulmuş bir topluma daha fazla yaklaştıracak çabuk bir çözüm (mesela ilaçlar) arzusunu da uyandırıyor.

Kaygı günümüzde kontrol edilebilir olması gereken ve uzun vadede kurtulabileceğimiz bir şey —kısaca, öznenin mutluluğunun önündeki nihai bir engel— olarak algılanıyor. Felsefe ve psikanalizin kaygıyı temel bir insanlık hali, sadece felç edici etkileri olan bir fenomen değil insanların dünyayla ilişki kurmalarını sağlayan koşulun ta kendisi olarak tartışmış olduğu ise neredeyse unutulup gitmiş durumda.

Notlar

[1] Haber medyası, 11 Eylül'ün ardından, insanların belirsizliklerle nasıl başa çıktığını anlatırken hemen her gün kaygı terimini kullanıyor. Tipik bir haberin başlangıcı şöyle: "Yolcuların SARS'tan ve Irak'ta devam eden çarpışmadan — keza havaalanlarının yarı-askeri bölgelere ve hastalık denetim merkezlerine dönüştürülmesinden— duyduğu kaygı, havayolu endüstrisi için kıyamet zamanlarını haber veriyor. Mahşerin dört atlısı birer birer teşrif ediyor. Önce 11 Eylül ve ölüm, şimdi de savaş ve veba. Sırada ne var?" The New York Times, 6 Nisan 2003.Metne dön
[2] Paul Valery, "The Crisis of the Mind", Londra, The Athenaeum, 11 Nisan ve 2 Mayıs 1919.Metne dön
[3] Haberin manidar başlığı şöyledir: "Artan Seçeneklerin Dünyasında Güçsüzlük Hissi: Elektriğin Yeni Serbest Pazarında Özgür Bırakılan Tüketicinin Kaygısı Büyüyor", The New York Times, 26 Eylül 2000.Metne dön
[4] Rollo May, The Meaning of Anxiety, New York: Ronald Press, 1950.Metne dön
[5] Thomas Wolfe, You Can't Go Home Again, New York: Harper and Brothers, 1940.Metne dön
[6] Robert Jay Lifton, The Life of the Self: Towards a New Psychology, New York: Simon and Shuster, 1976, s. 141.Metne dön
[7] Komplo teorilerine dair kapsamlı bir çalışma için bkz. Peter Knight, Conspiracy Culture: From Kennedy to the X-Files, Londra: Routledge, 2001.Metne dön
[8] on on yılda eski Yugoslavya'yı paramparça eden çatışmalarda, içerden ve dışardan gelen bu eşzamanlı tehdit özel bir şekilde yansımıştır. Arnavut ayrılıkçılar oldukları iddia edilenler (Miloşeviç rejimince terörist diye adlandırılanlar) hakkındaki ilk paranoyanın merkezinde, Arnavutların ordu yemeklerini zehirlemeye çalıştığı hikâyeleri yer almıştır. Sonrasında Miloşeviç'in kazandığı büyük ideolojik zafer, sürekli yeni düşmanlar icat ederek ulusalcı siyasetine muazzam bir destek yaratabilmesi ve Sırplara karşı bir tür nihai tehdit bulunduğu korkusunu canlı tutabilmesi olmuştur. Şiddetin bir topluluğu aniden vuran bir virüs gibi olduğu algısı, Arnavutlar ile Makedonlar arasındaki ulusalcı gerilimleri resmeden Before the Rain (Milce Manchevski, 1994) filminin de temasıdır. Burada virüs olarak şiddet fikri nihayetinde çatışmanın siyasal boyutlarının üstünü örtmektedir.Metne dön
[9] The New York Times, 7 Mart 2002.Metne dön
[10] Miloşeviç Lahey'de, hem NATO'nun Üçüncü Dünya ülkelerindeki askeri eylemlerini kınayan hem de başından beri terörizmle savaşan Amerika-karşıtı bir kahraman rolü oynamaya başlamıştır. Miloşeviç'in "başarısı", sürekli yeni muhtemel düşmanlar bulur ve böylece kaygıyı canlı tutarken topluma, halkın büyük kısmının dikkate almadığı radikal ekonomik ve siyasal değişiklikler getirebilmesiydi. (Bu değişikliklerle ilgili olarak, Miloşeviç'in düşmesinin ardından, Sırp siyasetçilerin onu savaş suçlarına karıştığı için değil de sadece finansal manipülasyonları için suçlamak istemiş olması son derece ironiktir.) Bush hükümeti de, teröristler ve bakterilerle savaş kisvesi altında, kamunun dikkatini çekmiyor gibi görünen radikal ekonomik ve siyasal değişiklikler getirmektedir. İnsanlar kararsız ve korkmuş hissettiğinde, düşmanlarının net bir imgesini aramaya koyulur ve bu düşmanların ortadan kaldırılmasının kaygılarını yatıştıracağını umar.Metne dön
[11] The New York Times, 17 Nisan 2003.Metne dön

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X