Enis Akın, “Aşkımın itiraz kaydı: Orhan Koçak’ın yeni kitabı Bahisleri Yükseltmek dolayısıyla”, Yasakmeyve, Mart- Nisan 2011
Geçen ay Karayazı dergisine yazdığım yazıda “İkinci Yeni şiirini anlamaya yönelik bugün elimize neredeyse hiç eser olmaması ne kadar tuhaf” şeklinde bir cümle kurarken elbette mübalağa ediyordum ve Orhan Koçak’ın Bahisleri Yükseltmek: Turgut Uyar Şiirinde Kendini Yaratma Deneyimi adlı kitabının yayına hazırlandığını birkaç ay önce duyduğumda çok sevinmiştim: Uzun zamandır susuzluğunu çektiğimiz bir metin geliyordu!
Orhan Koçak’ın kitabının alt-başlığının da işaret ettiği gibi “kendini yeniden yaratma” ekseninde Turgut Uyar’ın şiirsel yolculuğunun izinden giden kitap, Uyar’ın bir söyleşisinde dile getirdiği “şairlerimizin kırkından sonra (…) kendilerini yeniden icat edemediklerinden sustuklarına inanıyorum” ifadesiyle açılıyor [s.11] ve o noktanın yörüngesinden hiç ayrılmıyor. Bu nokta, Orhan Koçak’a göre bugüne kadar gözden kaçırılmış. Ancak önsözün hemen ikinci sayfasında bir itiraf geliyor ve Koçak’ın “Efendimiz Acemilik” yazısını Sonsuz ve Öbürü adlı kitaptan ilk kez 1985 yılında okuduğunu öğreniyoruz: “‘Efendimiz Acemilik’ denemesini ilk kez okuduğumda benim zihinsel derimden içeri işleyebilen de başlığın ilk terimi bile değil, sadece ikincisi olduydu: sevgili yetersizlik, tatlı kekemelik, muhteşem başarısızlık.” [s.12]
“Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum” demişti “Geyikli Gece”nin son mısraında Turgut Uyar; “Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene” demişti “Gül”ün son mısraında Cemal Süreya. Türkiye kendini yeniden icat ederken, birey de kendini yeniden icat ediyordu; bu olgu, o kuşakla ilgili yazılan hemen hemen her metnin içinde verilidir, “gözden kaçırılacak” bir şey mi bu? Orhan Koçak’ın da yayıncıları arasında bulunduğu Defter dergisinde yayımlanan Turgut Uyar incelememe “utanma” kavramıyla başlamıştım: Neydi utanma? Psikolojinin terimleriyle ortaya konacak olursa “süper-egonun egoya işkence aletlerinden biri” denebilir veya kişinin yaşamda yapıp ettikleri, kendi mükemmeliyetçi beklentilerine karşılık gelemeyince, ahlaki bütünlüğünü yitirme duygusu… Asal olarak rekabetçi-narsistik kişilerde görülen ve kendine karşı saldırgan bir tutum olan utanma, “suçluluk duygusu”yla birlikte, “kendini yaratma” senaryosunu daha ilk baştan mümkün kılan içsel güçlerden biri değil mi?
Turgut Uyar, neden diğerleri (Berk, Cansever) gibi basitçe reddetmedi ilk iki kitabını? Hemen hemen hiçbir yenilik içermeyen iki kitap dolusu şiirin, neden Büyük Saat’in parçası kalması gerekiyordu? Resim sanatından anladığımı iddia edecek değilim, ama bir “derinlik” duygusu yaratabilmek için yakına bir nesne konması gibi, ilk iki kitabı içermeyen bir Büyük Saat “büyük” olabilir miydi? Sanmıyorum. Bütünlüklü bir imge oluşturmak, Uyar için diğerlerinden daha önemliydi, onun “gövde” kavramını andıran gücü buradan geldi.
Kitabın zirve noktalarından birinde Orhan Koçak, “[şair] kendi yenilenen, hep yenilenecek ‘doğumunu’ mu hazırlıyordur? ‘Yenilgiden çıkarılmış deney’ bu mudur? –Ben buna inanmak isterdim, çünkü şimdiye kadar sadece bunu söyledim” diye yazar [s.144]. Gerçekten de kitap Turgut Uyar’ın kendini dönem dönem yeniden doğurmasının izinden gider ve bunu büyük bir tutarlılıkla son sayfasına kadar bırakmaz. Elbette, bu çabanın, bir başka çabadan, örneğin, Turgut Uyar’ın daha geleneksel olan ilk iki kitabıyla son kitabı arasında hiçbir kopuş olmadığını göstermeyi hedefleyen bir çabadan (birisi de böyle bir kitap yazabilir) daha “nesnel” olması gerekmiyor.
Bir yana bu kitabın söylediklerini, diğer yana da bu kitabın yaptıklarını ayırmak suretiyle “şair kimliğimle” birkaç söz söylemek istiyorum. Söyledikleri itibariyle bu kitap hem çok tartışılacak hem de tartışmalara seviye atlatacak, öyle görünüyor. Yaptıkları itibariyle bu kitap ise, Türk Şiirine birden fazla anlamda müdahale ediyor. Elbette yalnızca ve tek başına bu kitap nedeniyle değil, ama son noktasını bu kitabın koyduğu bir biçimde Turgut Uyar İkinci Yeni’nin merkezine taşınmıştır; İlhan Berk, Edip Cansever, Cemal Süreya ve diğerleri isteseler de istemeseler de bu durumun kendilerine biçtiği “dallar ve yapraklar” rollerinden üzerlerine uyan rolü giyineceklerdir. Ece Ayhan’ın ve Sezai Karakoç’un buna direnmeye gücü olup olmadığını zaman gösterecek.
Orhan Koçak’ın kitabı, şairler ve Turgut Uyar’ın sadık okurları için yazılmış bir kitap. “Klişeleşmiş Bir Turgut Uyar mitini” (varsa) yapı-söküme uğratmaktan çok, bugüne kadar Uyar’ı en çok “seven” şairlerin bile Uyar’da neyi ne kadar gözden kaçırdığının altını çizerek eksik kalmış bir Turgut Uyar imgesini sayfa sayfa tamamlamayı hedefliyor. 50 yıl önce önemini ispat etmiş bir şairin imgesi bugün hâlâ neden eksik olsun?
Bir yazarın yazdığı konuda yazılmış bütün yazı envanterinin üzerinden geçmesi elbette beklenemez. Ancak Orhan Koçak’ın bu kitapta gözden kaçırdığı (veya gözardı ettiği) önemli bir metne değinmek gerekebilir. Bugüne kadar Turgut Uyar üzerine yazılanların toplandığı var olan iki kitabın da dışında bırakılmış olan Oben Güney’in Kasım 1964’te Dönem dergisinde yayımlanan “Bir İnsan Getirme Sorunu ve Turgut Uyar ya da Ölü Yıkayıcılar” başlıklı yazısından Koçak’ın kitabın 290 sayfası boyunca hiç bahsetmemesi ilginç (sadece 29. sayfada isim vermeden bir cümlelik bir değini var). İlginç, çünkü Oben Güney, Turgut Uyar’ın şiirini, şiire “bir insan getirmek” sorunu açısından (bir açıdan, kendini yaratmak) daha 50 yıl önce kurcalamaya başlayan ilk yazının yazarı.
Oben Güney’in dili çok eski, ifadeleri bozuk, düşünceleri tutarsız, vb. ancak hiçbir edisyon katkısı görmeden basıldığı açık olan bu yazı, her şeye rağmen doğru saiklerle başlamış. Ben açıkçası Bahisleri Yükseltmek’in Oben Güney’e bir yanıtla başlamasını hayal ederdim. Tam üç sayı boyunca devam etmiş olan Güney’in yazısı bugün Orhan Koçak’ın kitabında karşımıza tam teşekküllü bir merkez olarak çıkan Turgut Uyar “mit”inin belki de ilk bulanık çizimini veriyordu. Turgut Uyar’ı dönemin en önemli dergisinde öne çıkartan (ve eminim çok da utandıran) bir yazıydı.
Oben Güney yazısının ilginç saptamalarından biri şöyle: “Daha da ileri giderek diyebilirim ki, toplumcu ozanların çoğu çağdaş değillerdir. Çok ters bir durum gibi gözüküyorsa da bu bir gerçektir.” Bu yazıya tek cevap dönemin Marksist şairi Ahmet Oktay’dan geliyor. Ahmet Oktay’ın Nisan 1965 tarihli yine Dönem dergisinde yayınlanan “Şiirimizde Bazı İlişkiler” başlıklı cevabında Oben Güney’in yazısına yalnızca iki paragrafta değinilirken, Ahmet Oktay’ın cevabı, tarih bilinci, emeğin yabancılaşması vb. üzerine bir “ders” niteliğinde. Elbette ders, kürsü, vb. söz konusu olunca ortada Marksizm filan da kalmıyor ve yazı “Ve şair “insan getirmeye” çalışmıyor aslında, yaşayan insanı uyarmaya çalışıyor. Bilinçli bir başkaldırmaya çağırıyor onu” cümleleriyle son bulurken Marx’ın “yeni ekonomi / yeni toplum / yeni insan” önerisi de (konjonktür gereği?) bir tarafa bırakılıp Türk Solunun neredeyse karşı-devrimci / aristokrat tavrıyla, “bizim” aslında kendimizi geliştirmeye hiçbir ihtiyacımızın olmadığı, tamamıyla inkişaf etmiş olduğumuz gerçeğiyle yüz yüze bırakılıyor Oben Güney. Turgut Uyar’ın mitik bir karakter olarak inşasının ilk adımı bu küçük tartışmanın ardından 50 yıl kadar ertelendi.
Bu yıl, Turgut Uyar’ın ailesi bir şiir yarışması organize ediyor: “1. Turgut Uyar Şiir Yarışması”. Acaba hangi “şair” yenilgiyi, acemiliği, çıkmazı öven Turgut Uyar adına düzenlenen bu yarıştan galip çıkacak, “başarılı” olacak, kazanacak? Turgut Uyar’ı yıllardan beri her ortamda savunan, anlamaya çalışan, her yere yanında taşıyan birinden şu sözleri duymak artık şaşırtıcı olmamalı: Evet, merkezdeki yeri (belki de fazlasıyla) teslim edilmiş bir Turgut Uyar, “kazanmış” bir Turgut Uyar, “Efendimiz Acemilik”in ikinci değil birinci terimine vurgu yapan bir Turgut Uyar, popüler kültürün hadım edilmiş ikonlarından birine dönüştürülmüş bir Turgut Uyar. Jüride yer alanları, kendilerine saygıları üzerine düşünmeye davet ediyorum.
Bir başka örnek olarak, bu yazı yayımlandığında 28 Şubatta Akatlar Kültür Merkezinde “Ustalara Saygı Toplantısı - Turgut Uyar” başlıklı bir etkinlik yapılmış olacak. Katılımcılara bakıyorum Deniz Durukan, Doğan Hızlan, Tuna Kiremitçi, Turgay Fişekçi ve Vural Bahadır Bayrıl. Katılımcıların içine sadece Doğan Hızlan’ın ne söyleyeceği bir merak konusu, ancak onun bir sözü, bir anısı olabilir. Sanat Emeği dergisinde yıllarını İkinci Yeni’yi karalamakla geçirmiş bir Turgay Fişekçi, şiirle ne gibi bir ilişkisi olduğu belli olmayan bir Tuna Kiremitçi, kıymeti kendinden menkul diğer isimlerin yaptığıysa, yüzeye vuran ölü bir balinadan pay kapma yarışından başka bir şey değil. Bununla kalsa neyse, pay kapabilmek için önce ölü balinayı iyice bir öldürmeleri ve küçük parçalara ayırmaları da gerekiyor: Turgut Uyar’ı popüler kültürün “hoşluklarından” biri olmak üzere kastre edecekler. Bakın toplantının duyurusu ne diyor: “şiirimizin kendine özgü ve coşkulu bir damarını oluşturan Turgut Uyar”. “Non-konformizm”, “nihilizm” tanımları etrafında araştırılabilecek bir Turgut Uyar’ın, sahne alır almaz “kendine özgü” gibi bulaşık pazarlama terimleriyle “yumuşatılması” işte burada başlıyor. Kitlelere mal etmek için önce kastre edeceksiniz. Kayda geçmesi için bir kez ve son kez yazıyorum: Doğan Hızlan hariç, hemen her konuda ne söyleyeceği baştan belli olan bu isimlerin Türk Şiiri, Turgut Uyar, vb. konusunda söz alacak bir ehliyetleri yoktur.
Öte yandan öyle görünüyor ki bu isimler ve başkaları, yeni yükselen değerden pay kapma yarışında daha çok boy gösterecekler. Türk Şiirinde yıllardan beri yapılan aynı alışkanlık tezgâhlanıyor. Esasen son derece sert bir şiir sahibi olan, Türk Şiirinde belki mastürbasyondan (!) ilk söz etmiş isim olan Behçet Necatigil’in yıllardan beri “kırık incelikler” söylemleriyle, ölü balina muamelesine maruz bırakıldığı durum da aynen budur. Sol kültürel iktidar değişmedi, hâlâ tepemizde duruyor. Hatta bazı kadroları aynen korunuyor. Sormuyorlar kendilerine neden örneğin acaba bir müslüman, örneğin bir Hüseyin Atlansoy yok o listede, o jüride, vb? Onlar sevemiyorlar mı Turgut Uyar’ı “bizim” kadar? 70’lerde sol kültür iktidarının adı, örneğin TKP’nin mali desteğiyle çıkan “Sanat Emeği”ydi ve orada İkinci Yeninin şiir olmadığını yazıp durdular, bugün aynı/benzer “sözde-sol” kadrolar yükselen değerlerden parsa kapmak için tam ters şeyleri savunuyorlar; yaşarken ehlileştiremedikleri İkinci Yeni şairlerini “anarak”, “överek” ehlileştirecekler!
Önümüzdeki yıllarda “fake” bir Turgut Uyar’ın balondan iktidarı altında yaşıyor olacağız. Nurullah Ataç acemi, ünsüz, üstelik kötü şiirler yazan bir tıfıl oğlana (ama gerçek birine) zar atıyordu, başta Turgut Uyar olmak üzere İkinci Yeni şairleri kendilerinden yıllarca esirgenmiş saygıyı ehlileşme bedelini ödeyerek edinmeye başladıklarında Hasan Hüseyin’in sahihliğini mumla aramaya başlayacağımız günler yakındır: Turgut Uyar hisseleri halka açıldı!
Turgut Uyar’ı ne kadar seversek, merkez fikrine bir o kadar temkinli yaklaşmak gerek. İkinci Yeni’nin, manifestolarından ikisi Dönem dergisinde yayınlandı: “Çıkmazın Güzelliği” [Turgut Uyar, Sayı 2, Kasım 1963] ve “Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire” [Edip Cansever, Sayı 5, Şubat 1964]. Hüseyin Cöntürk ve Asım Bezirci’nin ortak yapımı olan dergi “toplumcu” ve “bireysel” şairleri bir arada barındırıyordu. Bugünden bakan bizler İkinci Yeni şairlerini kabaca 60-90 yılları arasında, sosyalist gerçekçi kültür iktidarı tarafından dışlanma şeklinde tezahür eden bir “ezilen” retoriği içinde algıladık, ancak artık bu durum, Bahisleri Yükseltmek’le birlikte, iyice değişiyor: Bugün İkinci Yeni’yi karşıtına gerek olmaksızın anlayabiliyoruz. İkinci Yenici dediğimiz şairler dönemin popüler kültür iktidarının baskılarına direnebilmişlerdi; azgın bir inat olmadan başarılamayacak bir iştir bu.
Orhan Koçak, Bahisleri Yükseltmek’te söyledikleriyle bu azgınlardan biri olan Turgut Uyar’ın ehlileştirilmesi projesine engel olmaya çalışarak bize İkinci Yeniyle hesaplaşmanın gerçek bir olasılığını sunuyor: Artık Turgut Uyar’ı sevmeyebiliriz.