İsa Karaaslan, “İkinci Yeni’nin Bahisleri Yükselten Şairi: Turgut Uyar’ı Bir Anlama Girişimi, Ayraç, Mart 2011
Eleştiri tarihimizde mühim bir yeri olan Hüseyin Cöntürk, Turgut Uyar’ı anlatırken şu önemli tespiti yapıyordu: “Şairin iyi bir şair olması için bir “dünya görüşü” olması şart değildir. Ama “özel bir dünyası” olması ya da “dünyaya özel bir bakışı” olması şarttır.” (Hüseyin Cöntürk, Çağının Eleştirisi 1, YKY, 2006, s. 204) Cöntürk’e göre eğer Turgut Uyar’ın bir kusuru varsa o da dünyasının biraz fazla özel olmasıdır. Bu ifadeler ancak, ikinci yeni şiirini derinlemesine tahlil eden bir bakış açısına sahip eleştirmene ait olabilirdi. Zira Cöntürk’ün burada işaret ettiği alan tam olarak İkinci Yeni’nin anlam ve algılama evrenini yansıtıyordu. 1950’li yılların sonunda Garip’lerden sonra seslerini yükselten bu şairlerin her biri başlangıçta aynı kulvardan çıkmış olsalar bile bu akımdan bağımsız bir serüven sürecek olan tek şairin yalnızca Sezai Karakoç olduğunu söylemek doğru olmazdı. Cöntürk, devam eden yazısında Turgut Uyar’ın önemli bir şair olmasını kendisine özgü bir dünyası olmasına bağlıyordu. Orhan Koçak da ilkin Turgut Uyar’ın bir şair olarak nasıl var olduğu meselesinden yola çıkıyor ve bunu irdelerken de Güven Turan’ın da dikkatini çeken: “Doğrusu, Turgut Uyar’ın Türkiyem’deki şiirlerden hemen sonra, taş çatlasa iki yıl sonra, Dünyanın En Güzel Arabistanı’ndaki şiirlere nasıl geçtiğini bilemiyorum… Bu iki şiir kitabı arasındaki fark, sadece bir şiir dili farkı olarak da kalmıyor. Bir dünya farkı da belirgin bir şekilde kendini gösteriyor” tespitine odaklanıyor. Doğrusu Orhan Koçak’ın temel çıkış noktalarından biri olan bu durum Turgut Uyar okumalarımda beni de hayrete düşürmemiş değildi. Uyar’ın toplu şiirlerinin yayınlandığı kitabında Arz-ı Hal ve Türkiyem’deki aşağıya alıntıladığım –Türkiyem kitabının da son şiiri olan– örnekte olduğu gibi:
“(…) Bu şiirde sevda sevda üstüne
Senelerdir veda veda üstüne
Yareli yüreğimde dağ dağ üstüne (…)”
Benzer klişelerle yazılan şiirlerden sonra birden bire Dünyanın En Güzel Arabistanı’na geçeriz. Yine Uyar’ın ilk iki şiir kitabına yönelik en sert eleştiri Hüseyin Cöntürk’ten geliyor; Cöntürk, Ataç’ın Turgut Uyar’ı öven “Önsöz”üne karşılık bilindik sert üslubunu kullanıyor: “Önsözü” nü okurken gülümsemeden edemedim: demek o dönemde Uyar’ın şiiri beğenilebilecek bir şiirdi. Başkalarını bilmem ama ben bu kitapta “ güzellik” namına pek bir şey bulamadım.” Bu şiirlerde güzellik namına bir şey bulamadığını söylerken, haklıydı Hüseyin Cöntürk. Kendini yeniden icat ve kendine her daim yabancılık çeken bir şairin neden Edip Cansever gibi ilk şiir kitaplarını reddetmediğini de Orhan Koçak’ın değindiği meselelerden anlıyoruz. Turgut Uyar’ın okura hissettirmek istediği önemli hususlardan biri; şairin alışamadım dediği bu dünyada kendine bile yabancı olduğunu sezdirmekti. Peki, nasıl farkına varırız bu yabancılığın? Yukarıya alıntıladığım mısralar –şairin bu kitabını 1952 yılında (25 yaşında) yayınladığını da düşünürsek neresinden bakarsak bakalım iyi bir şiirin habercisi değildi. Bütün bunlardan sonra birden bire “Geyikli Gece” şiirine bakalım: “Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/Her şey naylondandı o kadar/Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı./Ama geyikli geceyi bulmadan önce/Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.(…)” Bu şiire geldiğimizde Turgut Uyar’ın kendini yeniden icat fikri yürürlüğe girmiş oluyordu ve artık ilk iki kitabının kurtulamadığı klişelerden de kurtulmaya başlıyordu.
İkinci Yeni’nin diğer edebiyat akımları gibi bir manifestosunun olmadığını biliyoruz. Cemal Süreya da İkinci Yeni’nin planlı programlı bir akım olmadığını söylerken manifestosuz bir şiir akımına dikkatleri çekiyordu. Zaten tek bir manifesto yerine her şairin kendine mahsus poetikası vardı. Muzaffer Erdost’tan bize yadigâr kalan bu tanım ne kadar doğrudur, İkinci Yeni diye bir şey var mıdır? Okur olarak İkinci Yeni’den ne anlamalıyız? Aslında bütün İkinci Yeni şairlerinin verdiği en önemli savaşlardan biri: yerleşmiş olana; yani klişeye karşı idi. İkinci Yeni’den bize tevarüs eden belki de en önemli şey olan bu savaş; günümüz şiirinde de etkisini sürdürmektedir. Cemal Süreya o bilindik “Folklor Şiire Düşman” yazısında : “Çağdaş şiir gel kelimeye dayandı” derken kendine has şairane bir eda ile İkinci Yeni’nin manifestosunu bu tek cümleye sığdırıyordu aslında. Burada yine Hüseyin Cöntürk’ü anmakta fayda var. Cöntürk’e göre klişeleşmiş bir dünya çabucak okuyucu bulur. Çünkü çoğunluğun klişeleşmiş bir dünyası vardır. Bu klişeleşmiş şiirden ve dünyadansa ancak Turgut Uyar gibi kendine mahsus dünyası olan şairler kurtulabilir. Turgut Uyar bu özel dünyasında gücünü kendi acemiliğinden alıyordu.
Orhan Koçak’ın da vurguladığı gibi İkinci Yeni’nin henüz kendini fark ettirdiği dönemlerde bu şiiri anlamaya, anlamlandırmaya çalışanlar; İkinci Yeni şairlerinin sözcükleri çarpıtması, yeni sözdizimleri oluşturmaları gibi sathi konular etrafında kaldılar. İkinci Yeni tamamıyla doğal bir süreçti ve başta Turgut Uyar olmak üzere sürecin her şairi kendini yeniden icadın peşindeydi. Koçak, Arz-ı Hal ve Türkiyem gibi iki klişe kitabı da göz önünde bulundurarak “Patlama” anından önce zorlanmayı en çok hisseden şairin Turgut Uyar olduğunu söylüyor ve “Her “taşkınlık” ancak bir kapanma veya çekilme hamlesinden sonra” geldiğine göre önemli bir noktaya çekiyor okurun dikkatini.
Turgut Uyar’ın düz yazılarının toplandığı kitabına seçtiği başlık: “Korkulu Ustalık” onun poetikasının özetlenmiş hali gibidir. Ona göre şair yenileceğini, kaybedeceğini duyumsayarak hep çalışarak “bahisleri yükselterek” yazmalıydı. Koçak’ın Turgut Uyar üzerinden vurguladığı konular günümüz şiirinin-şairinin de bazı sorularına cevap verir nitelikte. Uyar, kırkından sonra artık yazamayan şairlerin, hayatın yükü, geçim derdi falan gibi sebeplerle değil de kendilerini yeniden icat edemediklerinden sustuklarına inandığını söyler. Durduğu yerde kalmaktan korkar Turgut Uyar ve şiiri bir sanat olmanın da ötesinde bir yaşama çabası olarak görür. Her gün yeniden, farklı şeylere maruz kaldığına göre insan; bunların yeni biçimlerle söylenmesi gerektiğine inanır. Kitapları arasındaki geçişlere ve farklılıklara baktığımız zaman buna şahit oluruz. Zaten o büyük bir şiirin ortasını yazmıyor muydu? Cemal Süreya’ya göre. Bu tespitleri biraz daha açımlıyor Orhan Koçak ve ekliyor: “Uyar’ın şiiri(en çok da söz konusu “orta” bölge) belleğe nakşedilip de bir dost meclisinde bir solukta seslendirilebilecek bir şiir değildir” Koçak’a göre bu Turgut Uyar’ın suçluluğundan kaynaklanmaktadır; çünkü suçluluk başından beri Uyar’da bir şiirsizleşme, şiirin dışına çıkma eğilimini besler ve yeni bir yabancılığa, yeni bir tanınmazlığa doğru hep yol alır. Koçak, Uyar’ın şiirinin en temel özelliğiniyse yol boyunca üstlendiği hiçbir iddiayı unutmaması olarak nitelendirir.
Bu kitapta Orhan Koçak, Turgut Uyar’ın şiirine ağırlıklı olarak Harold Bloom’un Etkilenme Endişesi isimli kitabından yola çıkarak bakıyor. Bunu yaparken de merkeze Uyar’ın “Efendimiz Acemilik” yazısında değindiği acemilik meselesiyle birlikte yeniden icat fikri ekseninde dolaşıyor. Ne diyordu Turgut Uyar bu yazısında hatırlayalım: “Hâlbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız, yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız.” Hem şiirlerinde bulunan izleklere hem de düz yazılarına ve söyleşilerine baktığımızda Uyar’da dikkatimizi çeken belirginlik; alışmamaktır. Şair, şiirini bu minval üzere bina eder. Şiir serüvenini devam ettirdiği bu yolda; herhangi bir şeye alışmak söz konusu olmadığı için; kendini ve şiiri yeniden icat eder ve her icat eskinin daha ötesindedir. Kitabına adını veren şiire –Büyük Saat– bakacak olursak burada: “Ben! Çocukları sevdim yaşadım. Dünyaya alışmadım” diyecek ve yine şiirinin merkezine alışamamak temini yerleştirecekti. Benzer bir durum “ürkek ırmaklar’a” isimli şiirinde de dile getirilmektedir. “alışmamak” olgusu bu kez “şaşırmak” şekline dönüşmüştür. Yaşamın bu sonsuz kıyısında Uyar şiirinin merkezinde “alışamamak” ve “şaşırmak” kavramları durur. Şair her gün maruz kaldığı yaşamak saldırısını hep yeni şekiller ve anlatım biçimleriyle anlatmaya çalışmaktadır: “ (…) büyük şehirde dururum farkeder şaşkın olurum /aklım başıma gelir bir kıyıya inince / kıyının sonsuzluğunu görünce / farkeder şaşkın olurum (…)
Şiire yaklaşım konusunda İsmet Özel’de de benzer bir tavır söz konusudur. Özel, dünyaya alışanların şiir yazamayacağını savunur. Zaten yine Özel’e göre modern şiir bir travmaya maruz kalan bir adamın; ağzından çıkan şeyler değil miydi? Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramak olduğuna göre; bu saldırının farkına varmaktı.
Şiiri yazmak kadar; şiir üzerine söz söylemek de zordur. Günümüzün akademik dilini de düşünecek olursak; genel olarak akademisyenlerin düştüğü hata –bu hassaten İkinci Yeni şiiri için– şiiri köşeye sıkıştırmak gibi gelmiştir bana hep. Orhan Koçak’ın Turgut Uyar gibi kendine has dünyası bulunan bir şairi kendini yaratma deneyimi üzerinden, daha rahat, okuru yormayan bir dille ele alması kitabın olumlu taraflarından. Günümüz şiir incelemelerinde eksikliğini hissettiğimiz en önemli şey imge çözümlemesidir. Orhan Koçak, Bahisleri Yükseltmek kitabıyla bir nebze de olsa gidermeye çalışıyor bu eksikliği.