Karin Karakaşlı, “Burası hep mi böyle?”, Sabah Kitap Eki, 25 Kasım 2011
1980 darbesinde çocuktum daha. Siyaseti bir çocuğun hayvani iç güdüleriyle yaşadım. Büyük sözler, adlandırmalar, tanımlar yoktu ama korku vardı, onu çok iyi hatırlarım. Kalın perdelerin altından sızan, sokak aralarında bir silah ya da bomba niyetine patlayan, pencere önlerinde beklenen korku.
Hep güzel abi ve ablaların siyah-bez fotoğrafları vardı gazetelerde, onların yüzünü okşardım bir de. Kim olduklarını düşünür, onlara hayalden hayatlar kurardım. Nasıl ve neden öldürüldüklerini öğrenmeme çok vardı daha.
Aslı Biçen’in Tehdit Mektupları romanını okurken içimdeki küçük kız hortladı bir yerlerden. Askeri darbenin ertesinde hayatları ellerinden alınan gencecik insanları gördüm karşımda. Daldım gittim.
Mektup-roman olarak kurguladığı kitabında bizi ODTÜ’li mühendislik öğrencisi Cihan’ın dünyasına buyur ediyor Aslı Biçen. Tek kelimeyle sevilesi bir oğlan; bana işte o kız çocuğu halimi anımsatan masumiyeti ile sıcacık mektuplar yazıyor Paris’te resim eğitimi alan sevgilisi Hale’ye. Kardeşi gibi sevdiği ev arkadaşı Ali, örgüte dahil; Cihansa sol görüşte ama harekete üye olmayan kendi halinde bir genç. Gel gör ki, devir herkesin üzerinden buldozer gibi geçen bir vahşete kurulu. Mahkeme tutanakları, babası Bahattin Perver’in gönderilmemiş mektupları, yine babaya yönelik tehdit mektupları, davaya bakan genç ülkücü savcının günlüğü, Cihan’ın silahlı örgüte yardım iddiasıyla nasıl da haksızca yargılandığının ve hüküm giydiğinin, Mamak Cezaevi’nde neler yaşamış olabileceğinin izleriyle dolu.
“Burası böyle. Balgat, Ankara. Her zamanki nizami binalar, gayrinizami basamaklar, birbirinin tıpkısı kapı pencereler, gri duvarlar, dışı düz içi çarpık kooperatif evleri. Her zamanki bozuk şofben, yıkanmak için kaloriferden su almalar. Paris nasıl? Kaç milyon erkek yaşıyor? Ne kadar benimsin?” diye soran o saf, o âşık Cihan, ensesinde hissettiği ölümü, işkence korkusunu, sevdiklerini kaybını ve bir av hayvanı tedirginliğinde yaşamanın ağırlığını paylaşır oluyor dürüstlükle: “Geçen gün arka sokaktan eve dönerken yerde kan izleri vardı. Karın üzerinde rengi pembeye dönmüş ve sulanmış mürekkep gibi dağılmaya başlamış. İçimizde kapalı devre dolaşan bir şeyi böyle sokaklara saçılmış görmek… ve bir daha görmek, sonra başka bir yerde bir daha… Oyun gibi. İnsanları yok etmek oyun gibi.”
Bireyin bitmez çelişkisi
Kurgunun olanaklarını ustaca kullanan Aslı Biçen bunca toplumsal atmosferi anlatırken küçük insanların bireysel dünyalarından zerre taviz vermemiş. Dolayısıyla bir süre sonra büyük adalet arayışı içinde eski aile sırlarının, geçmiş zaman pişmanlıklarının ve hayatın o girift sarmalının ağırlığı hissedilir oluyor. Bu noktada da herkesi mazlum-zalim, günahkâr-masum, mutlu-kederli, dürüst-yalancı ikiliklerinde sil-baştan değerlendireceğimiz yepyeni tablolar çıkıyor karşımıza. Bu mikro düzlem, genel kargaşayı kavramakta inanılmaz bir zemin sunuyor bize. Hayat da zaten böyle karmakarışık bir şey değil mi? Edebiyatın hayatın sınırsız sınırlarına yaklaştığı bu yerler, karakterlerin o belirleyici ödeşme anları okuru da ister istemez kendi kişisel tarihlerinde bir yolculuğa çıkarıyor. Hangimiz verilecek hesaplardan muafız ki?..
Cihan ise nasıl berrak, nasıl anlaşılır… O yüzden zaten bir tek o “Hayat bir sayıklama gibi akıyor. Her şey tekrar edip dursa da ezberlenemeyen zor bir denklem gibi çok belirsiz ve anlaşılmaz” diyor bize. Ve özü ile sözü bir olan, korkusunu da aşkını da, umutlarını da yılgınlıklarını da aynı şeffaflıkla paylaşan bir insanın genç bilgeliğiyle, riyamızı çarpıveriyor yüzümüze: “Kelimeler onlardan ümit ettiğimiz anlamları taşıyormuş gibi görünüyor bir müddet, zamanla sınanıncaya kadar…”
Bahattin babanın ödeşmeleri gerek roman içinde oynadığı kilit rol, gerek kader kavramını en çok anımsatan kişi olması nedeniyle başka bir çarpıcılıkta. Hiç gönderemediği mektuplarda, yakaladığı hakikati paylaşıyor: “Eskiden çok kavgam vardı hayatla, bütün suçu ona yıkardım, sonra baktım ki suç insanın kendisinde. Bir müddet de kendimle kavga ettim... Kadere hiç inanmadım ama sanki bir ezber vardı, bir insan ezberi. Herkesin kader dediği şey de buydu belki. O ezber bizi zaaflarımızın buyurduğu şekilde davranmaya zorluyor, mutluluğun peşine düşecek şekilde değil… Kader diye bir şey yok oğlum, insanın tek başına ya da başkalarıyla birlikte topluca yaptığı aptallıklar var.”
Önceleri darbeyi kanın durması için çözüm gören ve bu haliyle dönemin vatandaş psikolojisini simgeleştiren Bahattin, giderek daha çok gencin heba olması karşısında, kendini daha önce hiç düşünemeyeceği bir hesaplaşma içinde buluyor ve yaşananın adını, en çok da bu etliye sütlüye karışmamış adam koyuyor: “İlk bakışta bana yazmadığın için kızıyordum, mahkemede yüzüme bile bakmadığın için ama sonra bunu mahremiyet duygusuyla yaptığını düşündüm. Mahremiyetimiz neden bu kadar değerli? Zayıflık çok tehlikeli de ondan. İnsanların birbiri hakkında bildiği şeyleri mutluluğa değil korkuya dönüştüğü bir devirde yaşıyoruz.”
Oğlu Cihan’ın vardığı nokta da aynı korkuya işaret ediyor: “Ülkeyi bir organizma gibi düşündüm. İçinde kendi bekası için tehlikeli gördüğü şeyleri yok etmeye çalışıyor.”
Bu noktada ister istemez hâlâ neden bu kadar tekinsiz, bu kadar güvensiz yaşadığımızı soruyorum kendime. O korku kaldırım taşlarına, geceleri bastıran pusa, sokak aralarında kaçışan kedilere, ölgün gözlere, gazete manşetlerine, kanalların alt yazılarına sızmış sanki. Bir türlü peşimizi bırakmıyor. Birilerine halen keyfice kötülük edilebilir, adalet mahkeme dahil hiçbir yerde tecelli etmezken, yaşanmış hiçbir haksızlığın adı konmaz, yaralar sarılmazken o sızı kalıyor geriye. Ve tek bir soru: ‘Burası hep mi böyle?..’