Yıldırım Türker, "Güneyli büyücü", Radikal Cumartesi, 9 Ocak 2010
‘İyi İnsan Bulmak Zor’ adlı öyküsünde bir büyükanne, oğlu, gelini ve onların üç çocuğu arabalarında yolculuk ederken önlerine çıkan üç kaçak tarafından katledilir. Büyükanne bu süreç boyunca katillere içlerindeki asaleti ve iyiliği hatırlatmaya çalışır, onları imana çağırır. Onlara, ‘Siz de benim çocuklarımsınız’ der durur. Onu da vurduktan sonra katiller aralarında sohbet ederken içlerinden biri, ‘Çok iyi bir kadın olabilirmiş, hayatının her anında onu vuracak biri olsaydı’ der.
Flannery O’Connor’la ilk tanışmamdan bu yana onun öykülerini en iyi anlattığına inandığım ayrıntı budur.
Zehir karası, acımasız bir mizah; insanı bulunduğu ana mıhlayan bir isabet; yakıcı bir soğukkanlılık.
O’Connor, benzersiz bir öykücüdür. Bana kalırsa delibozuk güneyli yazarlar arasında bambaşka bir yeri vardır. Öykü sanatı konusunda onun kadar ilham verici yazar az bulunur.
Eudora Welty ve Carson Mc’Cullers ile birlikte Güney Gotiğinin muhteşem cadılarındandır.
Güney Gotiği, Faulkner’dan Tennessee Williams’a; Truman Capote’den Erskine Caldwell’e bir dizi yazarın eserini adlandıran bir akım.
Williams’ın özetlediği gibi bu akım, çağdaş yaşamın altında yatan korkunçluk üzerine meşum bir önseziyi yakalayabilmiştir.
Sürüklenen insanların uçurumun ağzındaki hikâyelerini anlatırken groteski kullanır.
Gerçi O’Connor akımlara, kategorilere direnir.
‘Güney’den çıkan her şey kuzeyli okurlar tarafından grotesk bulunacaktır; gerçekten grotesk olanlarsa realist olarak adlandırılır” deyivermişliği vardır.
O’Connor’ın kahramanları, güneyin yoksul, sakatlanmış, tuhaf, cahil insanları.
İlkgençliğinde karikatürleri yayınlanmış olan O’Connor’ın mükemmel canlılıkta çizdiği karakterleri, sevilesi insanlar değildir. Takıntılıdırlar; sarsak, sakar ve beceriksizdirler.
Ahlaki frenleri yoktur. O’Connor bir yazısında, çok inatçı olduklarından, onların ancak sarsıcı bir şiddetle karşılaştıklarında oturup durumlarını değerlendirebileceklerini söyler.
Onun için öykülerinde müthiş bir şiddetle kendini gösteren bir çözüm anı vardır.
Şiddet neredeyse evcimen bir dille yaratılır. Ancak şiddete maruz kaldığımız an Flannery O’Connor’ın tuzağına düştüğümüzü anlarız. O da öykülerini soğukkanlı bir katilin ustalığıyla kurar.
Bu bir yandan kendini Hıristiyanlığa adamış, öte yandan Hannah Arendt okuyan kadın, benzersiz bir sofulukla iyi ve kötü arasındaki dengeyi sorgular.
Kötülüğün sıradanlığı, basitliği üstüne unutulmaz meseller olarak da okunabilir öyküleri.
Flannery O’Connor, Amerika’nın en koyu dindar eyaletlerinden Georgia’da doğmuş bir güneyli. Kısa ömründen geriye 31 öykü, iki roman, mektup ve denemeleri kaldı.
Daha 20 yaşındayken çaresi bulunmayan lupus hastalığına yakalandı, 30 yaşından sonra koltuk değneklerine mahkûm oldu. 39 yaşında da öldü. Başyapıtı, öyküleridir.
O’Connor öykülerindeki zifiri grotesk, daha sonra çeşitli yaratıcıların farklı alanlarda izini sürdüğü bir ilham kaynağı oldu.
Bahçemin en kuytusundaki uğultudur hep. Kısa öykünün mucizesini hep hissettirendir.
‘Macabre’; ölümden beslenen o tekinsiz alan, bir an olsun ‘ahlakçılığını’ hissettirmeyen bu olağanüstü yazarın kalemini sivrilttiği uçurum kenarıdır. Kuytudur.
Çağdaş insan orada, çıkmaz bir sokakta, elleri cebinde ıslık çalarak yürüyendir.
Flannery O’Connor, elbette ona dersini verecektir.
Bir daha unutamayacağı tatta..