Elif Tanrıyar, “Kişi kendini bilmeli!”, Sabah Kitap Eki, Şubat 2011
Flannery O’Connor, Amerikan Güneyli Gotik tarzı eserleriyle tanınan, keskin bir edebi yeteneğe ve irkiltici bir dile sahip, gerek yaşadığı dönemde gerekse sonrasında eserlerine kayıtsız kalınamamış, sıra dışı bir yazar... 1925’te doğan ve 1964 yılında, yalnızca 39 yaşındayken babası gibi deri vereminden ölen O’Connor, kısa yaşamına çok sayıda öykü ve iki de roman sığdırmış. 1945’te Georgia Eyalet Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra Iowa Yazarlık Atölyesi’ne kabul edilen ancak 1951 yılında hastalığına teşhis konulmasının ardından Georgia’daki aile çiftliğine dönen yazar, burada ölümüne dek 13 yıl boyunca eserlerini yazmış. Aynı zamanda koyu bir Katolik de olan O’Connor, tüm bu süre boyunca Katolik teolojisi üzerine kitaplar okuyup, konferanslar vermiş.
Flannery O’Connor’ın diğer öykü kitabı olan İyi İnsan Bulmak Zor da yine geçtiğimiz yıl Metis’ten yayınlanmıştı. O’Connor’ın sadık okuyucularının oradan da hatırlayacağı hafif grotesk karakterler burada da mevcut. Yazarın hayatının büyük bir bölümünü inzivada geçirmesine rağmen, sahip olduğu keskin gözlem gücü ve insanoğlunun ruhunu adeta soyarak altından çıkardıklarını neredeyse acımasız bir gerçekçilikle sunuş biçimi kitapta yer alan dokuz öykünün tümünü de sarıp sarmalıyor, ona karakterini veriyor. Öyküleri Tomris Uyar, Nazım Dikbaş ve Fatih Özgüven’in nefis çevirileriyle okumak ise kuşkusuz kaçırılmaması gereken bir başka keyif!
Yazarın 1964’teki ölümünün ardından 1965’te yayınlanan öykülerde, karakterleri bir yana koyarsak, dönemin öne çıkan ırkçılık gibi gündem konuları ya da modernizmin etkileriyle hızlı bir dönüşüme giren toplum ve yeniden yorumlanan ahlaki değerler gibi faktörler ön plana çıkıyor.
Hemen hemen tüm karakterlerin ortak yazgısı ise (yazarın kendi Katolik inancıyla da sürekli üstünde durduğu iyi Hristiyanlık teması) ister koyu dindar, ister akılcıl-inançsız, isterse de ılımlı inançlı karakterler olsunlar sahip olduklarını sandıkları nezaket, alçakgönüllülük, merhamet, anlayış gibi ahlaki özelliklere, aslında kibir dolu bir körleşmeyle fark edemedikleri, tam tersi davranışları gösteriyor olmaları. Esasen “kişi kendini bilmeli” ilkesinin merkezde olduğu bu öyküler kitabının ismine ilham veren de, zaten benzer bir ilkeyi savunan Bir Fransız filozofu ve Cizvit papazı olan Pierre Teilhard de Chardin’in “kişi kendine karşı dürüst olmalı,” diye başlayan bir pasajının sonunda yer alan “her çıkışın bir inişi vardır,” cümlesi olmuş.
Hepsi insani zaaflardan fazlasıyla nasibini almış saplantılı tiplerin boy gösterdiği öykülerin tümü de gayet sakin bir tonda başlıyor. Gündelik hayatlardan, sıradan insanların öyküleri bunlar... Ancak yazarın ustalığı bu sıradan insanların içindeki kibirli zaafları adeta bir cımbızla tutup çekerek ortaya çıkarmasında yatıyor. Hoş sonunda olacaklara dair ipuçları da veriyor yazar, ama yine de kendinizi o tuhaf, rahatsız edici gerilim duygusuna heyecanla kapılmaktan alamıyorsunuz. Sıradanlığın içindeki gerilim, zaafının peşine körcesine, inatla takılıp giden karakterin büyük bir ivmeyle eyleminin peşinde yükselmesiyle zirve noktasına ulaştıktan sonra, hikayelerin sonundaki, dramatik sonlarla inişe geçiyor. Kendinden emin karakterlerin sona doğru yaşadıkları aydınlanma anları ve bir anda tüm gerçekliklerinin parçalanmasını okurken adeta O’Connor’ın kahkahası geliyor kulağınıza.
Değişime tepkili, geçmişindeki aile zenginliklerine sığınıp kendini hala üstün görmeye çalışan, kendisinden aşağı gördüğü zenci karakterlere bahşiş vermenin yeterli bir merhamet göstergesi olduğuna inanan, günlük çalışma ve aksatılmayan kilise ibadetlerinin iyi insan olmaya yeterli olduğunu düşünen, görünürde nazik ve sevimli yaşlı bir kadın... Ve onun yüzeyselliğinden, geçmişe saplanıp kalmasından, merhametsizliğinden utanç duyan ancak tam da bu noktada körleşip, annesinin hor gördüklerine gösterdiği merhameti kendi annesine göstermeyerek, aslında benzer bir yanlışı işlemeye devam eden oğlu... İşte bu tipik ikili körleşme durumu, bir yandan da çevrelerindeki değişen dünyaya karşı büyük bir panik duyan yaşlı ebeveynlerle, onların çocukları, tüm hikâyelerde farklı kombinasyonlar halinde devam ediyor. Ama asıl olarak, inatla yapılan iyiliğin bile fazlasının zararlı olabileceğinin, önemli olanın kişinin her hareketini mutlak bir bilinç ve kendine karşı dürüstlükle yapması gerektiğinin altını çiziyor yazar.
Ölüme takıntılı, münzevi yaradılışlı, sanatçı ruhlu, yaratıcılık ve inanç sorunlarıyla cebelleşen karakterlerde kuşkusuz yazarın kendi gölgesi dolaşıyor. Hala başka bir dünyada yaşamayı sürdüren, vesveseli, dırdırcı anneler de belki yaşamının sonuna dek birlikte yaşadığı kendi annesinin...
Ancak yalnızca gerilim ve trajedi var sanmayın bu öykülerde. Bolca ironi ve dengeli bir mizah da kusursuz bir lezzet katıyor bütüne. Karakterlerin isimleri üstünde oynadığı oyunlar ise (örneğin kimsesiz çocuklar yurdunda görevli ve aynı zamanda bir baba olan karakterin adı İngilizce çoban anlamına gelen Shepperd’ı çağrıştırtan Sheppard) okuyucuya farklı bir eğlence sunuyor.
Son not: Her Çıkışın Bir İnişi Vardır, asıl ününü Lost dizisinin son bölümlerinden birinde Jacob karakterinin elinde, kitabı okurken görülmesine borçlu. Tabii boşuna bir yerleştirme değil bu. Lost’taki her biri farklı insani zaaflardan mustarip, büyük bir körlük içinde yaşayan, Cennetle Cehennem arasında gidip gelen, ruhani değişimlerden geçip mutlaka şok edici bir son da yaşayan, isimleri farklı çağrışımlarla yüklü karakterler de bir nevi bu kitaptan fırlamış gibiler. En azından aynı tuhaf gerilimli havayı soluyorlar. Hem zaten uçakları da düşmüştü değil mi!